11 Şubat 2020 Salı

KADİRLİ’DE BİR TURP YOLCULUĞU

 “Maalesef hanımefendi; telefonda da söylediğimiz gibi, yerimiz yok. Aslında yerimiz var; ama temizleyecek adamımız yok…”

Turp Festivali’nin son gününe rastlamıştı Kadirli programımızın başlangıcı ve daha önceden aradığımız için yer olmadığını bildiğimiz misafirhanede bir defa daha şansımızı denemek istemiştik. İster istemez, konaklamak için Kozan’a kadar gitmek ve sabah tekrar buraya geri dönmek zorundaydık. Kadirli ilçesinde, konaklayacak 2-3 tane düzgün yer vardı ama hepsi festival nedeniyle doluydu. Güneydoğu’da yoğun geçen günlerin ardından, gezi programımızın son günlerine yaklaşırken, artık her fazladan kilometre gözümüze batmaya başlamıştı; hele de hava kararınca daha bir zulüm oluyordu boşuna gitmek.

Sonunda Kozan’ın tek otelindeki odalarımıza yerleşip, derin bir uykunun ardından sabah; ince kesilmiş ve ekşimiş beyaz peynir, içine çekilmiş siyah zeytin, kabuğu ayıklanmamış ve pörsümüş birkaç dilim domatesle ve markasını, ömrü hayatımda ilk defa gördüğüm kutu reçelle yapılan hızlı kahvaltının ardından, yeniden Kadirli’ye hoş gelmek üzere yola düşüyorduk. Aramızda aynı geyik dönüp duruyordu, “Dün gece bu yoldan mı geldik biz; Allah Allah ne kadar da yeşilmiş hiç fark etmedik; ne kadar da inceymiş bu yol hiç anlamadık; iyi üstümüzden bir tır geçmemiş…”.

Günlerden Pazar olması ve yoğun geçen bir festivalin etkisi olsa gerek, sabahın erken saatlerinde pek fazla insan göremiyoruz sokaklarda. Tek tük geçen arabaların içindekiler de uykulu gözlerle bize bakıyorlar. Daha önceden yaptığımız programa göre, belediyeden bir yetkilinin telefon numarasını yazdığım not kâğıdı elimde; ama Pazar sabahının bu erken saatinde aramak çok da doğru gelmediğinden, yeni bir planlamaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Sonunda, kimseyi tatmin etmemiş kahvaltının yankısı duyuluyor Faruk Akbaş’tan: “Şurada bir pastane var; en iyisi orada oturup hem bir şeyler atıştıralım hem de ne yapacağımıza karar verelim.”. Açık olduğundan emin olduktan sonra pastaneye doğru yol alıyoruz. Kapıyı açıp girdiğimizde, pastanenin sahibi Adem Çuhadar, bizi, hoş geldiniz diyerek ve gülümseyerek karşılıyor. Ayakta verdiğimiz siparişin arasına ne için orada olduğumuzu sıkıştırıveriyoruz: “Biz turp yıkama üzerine çalışma yapmak için geldik. Belediye ile görüştük ve bugünlerde yıkamanın yapıldığını söylediler. Oraya nasıl gideriz?”.


Gezginler için hayat bazen güzel sürprizler hazırlar; bunlardan en sevileni de sizin günlerce peşinden koşarak ayarlayacağınız bir programın, kendiliğinden önünüze çıkıvermesidir. İşte Adem Çuhadar, bizim için bu sürprizin başlangıcındaki isimdi. Derdimizi anlar anlamaz bizi masamıza yönlendirip, “Siz buyurun; ben bir iki arkadaşı ayarlayayım, onlar sizi götürürler.” diyerek telefon etmeye koyuldu.

10-15 dakika sonra kapıdan içeri giren Mehmet Şabab, zaman ilerledikçe çok daha iyi anlayacağımız üzere, gönüllü bir turizm elçisiydi. Adem Bey’in nefis tereyağlı künefesi ile sabah kahvaltısı anlayışımızı iyiden iyiye altüst ettikten sonra, Mehmet Bey’le birlikte dışarı çıktık. Daha biz ne istediğimizi tam olarak anlatmadan Mehmet Bey, “Şimdi bir hale gidelim; oradan Ahmet’i de alırız tarlaya gideriz. Tarlada çekim (toplama) işi var şuanda; onları görüntülersiniz. Daha sonra çaya gider ve turp yıkama için çalışma yaparız.”. Söyleyecek tek kelimemiz kalmıyor; keyifle takip ediyoruz Mehmet Bey’i.

Tarlaya gitmeden önce, haldeki çeşit çeşit meyvelerin mis kokuları arasında, özenle demlenmiş çaylarımızı yudumlarken, bir yandan da sohbet ederek turp ve Kadirli ilçesi hakkında bilgiler alıyoruz.

Türkiye’nin tükettiği turpların %70’ini üreten bu ilçenin başlıca geçim kaynağı da toprağın bu güzel ürünü. Kadirli turpunu tescilleme çalışmaları sürerken, yılda en az 2000 kişi, turp işinde çalışıyor ve evine ekmek götürüyor. Hem ülke ekonomisine hem de ilçenin ekonomisine böylesine faydalı olan turpu da baş tacı etmişler elbet: Her yıl, Turp Festivali adıyla geleneksel bir festival düzenleniyor ve ayrıca, ilçenin meydanında koca bir turp heykeli karşılıyor misafirleri. Savrun Çayı’nın turp yıkama için kullanılan kısmına “Turplar Vadisi” ismini vermiş olmaları da hem Anadolu insanının muzip yanını hem de Kadirlilerin turba verdikleri önemi işaret ediyor. 


Küresel ısınma ve buna bağlı kuraklık, buradaki ürünün de çoğunu vurmuş bu sene; ama son 20 gün yağan yağmur, zararın daha büyük olmasını engellemiş. Tabii bu hava değişimi, bir yandan kimi tarlalardaki turpların hiç büyümemesine yol açarken, kimi tarlalar da ardı ardına yağan yağmurların etkisiyle erken büyüyen turplarla dolmuş.

Normalde turpun toplanması -ki onlar bu işleme ‘turpun çekilmesi’ diyorlar- ve yıkanarak poşetlenmesi, yaklaşık 4,5-5 ay sürermiş; ama bu sene erken bitecekmiş, ürün önceki yıllara oranla az olduğu için. Kadirli’de çalışan tüm işçiler yine Kadirlili. Gündelikle çalışan bu işçilerin bir kısmı tarlada, bir kısmı ise çayda çalışıyor. Çayda yıkama işleminde çalışan işçilerin tamamı kadınlardan oluşuyor. Gündelik olarak tarlada çalışanlar 15-20 YTL, çayda çalışanlar ise 20-25 YTL arasında para kazanıyorlar. Genç yaşlarında turp yıkama işinde çalışmaya başlayan kızlar ise, kısır kalma tehlikesi altında çalışıyorlar. Çünkü Savrun Çayı’nın suları dağlardan geliyor ve çalışmanın başladığı kış aylarında su, son derece soğuk oluyor.  

Haldeki sohbetimizin ardından, arabalara atlayıp tarla yoluna düşüyoruz. Ben daha çok bilgi alabilmek için Şabab kardeşlerin arabasına yerleşiyorum. Yol boyu yemyeşil doğasıyla Kadirli, hiç bilinmeyen bir güzellik olduğunu hissettiriyor. Ahmet Şabab, yol boyunca geçilen tarlalarda neler üretildiğini, geçmiş zamanda yaşanan sellerin nerelere nasıl zarar verdiğini ve kaç çeşit turpun burada üretildiğini anlatıyor. Konumuzla ilişkili olan kısmına geçersek Kadirli’de günümüzde beş farklı çeşit turp yetiştiriliyormuş. Bunlar arasında en çok siyah turp denilen Japon turpu, beyaz turp ve bizim peşine düştüğümüz kırmızı turp üretiliyormuş. Yol boyu geçtiğimiz tüm tarlalar, 12 ay boyunca bir dolar bir boşalırmış. Yani tek üretilen şey turp değil bu tarlalarda; turp kalktıktan sonra, kısa bir süre nadaslanan toprak gübrelenerek yeni ürüne hazır hâle getiriliyormuş ve çoğunlukla ardından karpuz ekimi yapılırmış. Bunun dışında, soğan ve ıspanak da bu toprakta bolca yetişen ürünler arasında. Tabii bu yoğun tarımsal faaliyet, geçimini bu yolla elde eden halkın da 12 ay boyunca iş yapacakları bir alanın varlığına işaret ediyor. Herkes uzun yıllar boyunca aynı işçilerle çalışırmış burada; o yüzden işçi – patron ilişkisinden çok, tarlaya gelir gelmez anlayacağımız üzere, bir çeşit akrabalığa dönüşmüş ilişkileri. Tarlaları sulama problemleri de yok; kanal sistemi oldukça iyi yapılandırılmış ve yönetiliyor.


Yemyeşil tarlaların arasında geçen yolculuğumuz, bir tarlanın kenarında son buluyor. Arabadan inip, çoğu toplanmış olan tarlanın içinden, işçilerin olduğu kısma doğru ilerliyoruz. Bu sırada ayağıma takılan turpları görünce, “Bunlar neden toplanmamış?” diyorum ve “Onlar beğenilmeyenler.” diye cevap alıyorum. Yani turpun iyisi için ilk eleme tarlada yapılıyor. Tarlada çalışan, 20-25 kadar işçi var. Bunlardan bir kısmı, ince bir çizgi gibi dizilmiş, bükülmüş olan bellerine yüklenerek çekim (toplama) işini yapıyorlar. Bir kısmı ise tarlanın daha önce toplanmış olan kesiminde oturup, yeni çekilen turpları yapraklarından ayırıyorlar. Genellikle yaprakları ayırma işlemi yaşlılar tarafından, tarladan çekme işlemi ise gençler tarafından yapılırmış.

Belleri eğik bir şekilde çalışan işçilerin durumu, Ahmet Şabab’ı da endişelendiriyor: “Valla nasıl böyle gün boyu çalışıyorlar inanamıyorum. Ben bir gün çalışayım dedim, iki gün kalkamadım belimin ağrısından…”. Tarlada gezmeye başladığımız andan beri birbirlerine sataşarak, şakalaşarak eğlenen işçiler, bu defa beni kestiriyorlar gözlerine: “Gel sen çek biraz da.” diye seslenenlere, hemen işe girişerek karşılık veriyorum. Onlar çekerken oldukça kolay gözüken bu işin ciddi güç gerektirdiğini de anlamam uzun sürmüyor; güç kullanmadan ve vücudu dengeli yerleştirmeden çekmeye kalkışmak, oldukça komik bir görüntü yaratmak için yeterli oluyor… Bir süre geçtikten sonra, çekebilecek güce ve dengeye sahip olduğumu kanıtlayıp, çalışanlarla sohbet etmek üzere işi bırakıyorum.

Turp çekilerek topraktan çıkarılıyor ve yığınlar hâlinde toplanıyor. Yığınlar, kesim işçilerine götürülerek yapraklarından ayrılıyor. Yapraklar da hayvanlara yem olarak kullanılıyor. Yapraklarından ayrılan turplar da çuvallar üzerine toplanarak römorka atılıyor ve römorklar çayın yolunu tutuyorlar. Tarla işi bu organizasyondan ibaret ve sabah 7-7,30 gibi başlayan iş, akşam 4,5-5 gibi sona eriyor. Arada çay molaları ve yemek molaları da var elbette.

Bir yandan çalışan, bir yandan sürekli şakalaşan ve bu şakalarını da bağırarak yapan işçilerden gelen haykırışlar, hep birlikte gülmemizi sağlıyor:

“Ahmet Emiiiiiiii!”

“Neeeeee?”

“Artizzz mi olcaaan, ne poz veriyooonn?”

Kısa kısa sohbet ediyorum çalışanlarla. Mustafa Teksoy, bu işi 30-40 yıldır yapıyor. Arada 10 sene fark var ama o saymıyor belli ki; 30-40 yıl işte ne fark eder… “Geliri iyi bizim işimizin. Karnımız doyuyor çok şükür. Sürekli iş var ve kendi memleketimizde çalışıyoruz bu sayede. Sabahları evimizden traktörlerle alıyorlar, akşamları da bırakıyorlar. Yazları çalışmak daha zor tabii sıcaktan; o yüzden daha çok mola veriyoruz ve daha geç paydos ediyoruz. 10. ayda ekiyoruz turpu ve sonra bir kere yağmurlama yapıyoruz. Bir ay içinde yetişiyor eğer soğuk vurmazsa.” diyor Mustafa Teksoy.

Genç erkeklerin toplama hızına yetişmek mümkün değil. Bize özel mi, hep mi böyleler diye arkadaşlarına soruyorum, “Genelde böyle.” diyorlar. Böyle işçi oldu mu fazla sayıda olmasına gerek yok, diye düşünmeden edemiyorum. Genç kızlar, fotoğraflarının çekilmesinden son derece rahatsız oluyor ve hatta biraz da naz yapıyorlar; orta yaşlılar ise son derece rahat. Hatice Saraç, çocukları olduğunu, onlara baktığını ve kendi geçimini sağladığını söylüyor ama yan taraftan şaka dolu bir ses yükseliyor, “Yalan söylüyor yalan; memur oğlu var onu söylemiyor.”. Şaka da olsa Hatice Saraç bundan rahatsız belli ki açıklama ihtiyacı duyuyor: “Onun kendi çocuğu, hanımı var; bana nerden bakacak memur maaşıyla? Bunlar hep böyle, oğlum çalışıyor da bana para yolluyor sanıyorlar; sanki ben burada boşuna çalışıyormuşum gibi sataşıyorlar bana.” diyor. Tariye Kıvcı’nın da Ankara’da polis memuru bir oğlu varmış. “Gelip gidiyorlar yanıma ve bana çalışma anne diyorlar ama ben öyle sıkılıyorum.” diyor. “Biz alıştık böyle çalışmaya ve yevmiye almaya. Ödemelerimizde hemen hemen hiç aksaklık olmaz.” diye de ekliyor. Bunu duyan işçilerden birisi, “Az zam veriyorlar ama…” diye bağırıyor patronunun karşısında ve gülüyor peşi sıra.

Tarlada toplama işi azalınca, çoğunluk kesmeye geçiyor. Kesme işinde çalışan Şerife Kadiroğlu, her gün yüzlerce turp kesmekten kollarının ağrıdığını ama yine de bu işi çok sevdiğini söylüyor: “Çocuklarım okuyor daha ve onlara bakıyorum; kocam da hasta, çalışamıyor zaten. Burası iyi geliyor bana; sıkıntılarımı dağıtıyorum ve para kazanıyorum.”. Döndü Kabaca, bir yandan turpları yapraklarından ayırırken bir yandan da “Hadi kızım çek beni de şöyle güzelce.” diyor. Temiz havanın kıpkırmızı yaptığı yanaklarıyla kocaman bir kahkaha savuruyor ardından. İçimde bir rahatlama hissediyorum. Genellikle böyle işlerin peşinde gittiğinizde, işçilerin mutsuzluğundan ve haklı şikâyetlerinden koca bir üzüntü topağı olmaya hazırlıklı olmalısınız; ama burada hayat başka türlü akıyor. Çok zor ve yorucu bir iş yapıyor olmalarına rağmen, ne bir somurtan ne de bir şikâyet eden var aralarında. Tarladan ayrılmadan, hepsiyle vedalaşıyorum ve o sırada Hatice Cora yanıma yaklaşıp, turplarla çiçekleri birleştirerek oluşturduğu buketi sunuyor bana.

Tarladan dönüş yolunda Ahmet Şabab, “Turp kelliğe de çare; yaz bunu da lütfen.” diyor; gülüyorum ama aslını astarını da soruyorum. Meğer kendisi de bu dertten muzdaripmiş ve birçok yol denemiş bu illeti yenmek için; ama hiçbiri işe yaramamış ta ki başına turp sürmeye başlayana kadar. O günden beri saç çıkmaya başlamış yeniden kafasının kelleşen kısmında.

Biz yıkama işlemi için çaya gideceğimizi sanırken, yine halde buluyoruz kendimizi. “Hele bir öğle yemeği yiyelim, öyle gideriz çaya. Zaten sizlere çizme ayarlamam lazım.” diyor Mehmet Şabab. Sabah öve öve bitiremediği ciğerciye gitmeye can attığımızdan olsa gerek, gıkımız çıkmıyor. Gerçekten de övdüğü kadar varmış, diye diye yediğimiz ciğerlere nefis bir şalgam eşlik ediyor. Bu arada gözden kaybolan Mehmet Bey, elinde sarı çizmelerle geri geliyor. Böylesi başımıza hiç gelmemişti; daha önce pek çok çekime katılmış gibi Mehmet Bey her şeyi organize ediyor; gökten bizim için indirilmiş sanki.

Yemekten sonra, bu defa Savrun Çayı’na doğru yol alıyoruz. Çayın “Turplar Vadisi” kısmında tüm kenarları, farklı havuzlar hâlinde bölünmüş. Zamanında paylaşılmış olan çayın kıyısında, herkesin kendine ait bir havuz yeri var ve tarladan gelen römorklar, turpları ya da yıkanacak diğer sebzeleri buraya getiriyorlar. Turp yıkama, turpların toprağı dökülsün, tartıda sorun çıkmasın diye yapılıyor ve parlayan turplar arasındaki çürüklerin ayıklanması için de uygun ortam oluşuyor. Her sene bu havuzların oluşturulması için yenilenen bir çalışma da söz konusu. Suların yükselmesi ve yoğun kullanımla yıkılan bentlerin tekrar yapılması için belediyeden vinç kiralıyorlarmış. Saati 2000YTL olan kira ücreti oldukça çok gelse de onlara, yine de bu vincin bentleri birkaç saatte örüyor olması nedeniyle vazgeçilmez olduğunu söylüyorlar. Daha önce de söylediğim gibi, çayda su içinde yapılan iş tamamen kadın işi; sadece bir erkek var çalışan. “Torbacı” olarak isimlendirilen bu tek erkek çalışan, motorla suyu turplar üzerine sıkma ve turpla doldurulan torbaları yükleme gibi işleri yerine getiriyor. Bir de işçiler arasında “elci” diye bir çalışma kolu var. Çalışacak işçileri bulan, onlara yevmiyelerini dağıtan kadına burada “elci” deniyor; yani bir nevi insan kaynakları yöneticisi.

Çalışmamızı yapacağımız havuzun kenarına geldiğimizde, çalışanların molada olduğunu görüyoruz. İlk römorkla gelen turplar bitirilmiş, poşetlenmiş, sıralanmış ve şimdi ikinci römorku bekliyorlar. İçten hoş geldinlerle karşılanıyoruz. Boş kasaları çeviriyoruz oturmak için ve tam oturacakken “Dur!” diyorlar, “Şu torbaları koyalım da rahat et.”.

“Nasıl bugün işler?”

“Güzel, güzel…”

“Saat kaçtan kaça çalışıyorsunuz?”

“Saat 7-7,30’da geliyor traktör; akşam da 4’te, 5’te gidiyoruz.”

“Akşama kadar su içinde çalışıyorsunuz; hasta olmuyor musunuz?”

“Hasta olsak da geliyook, olmasak da…”

“Buradaki iş mi, tarladaki iş mi zor sizce?”

“Tarladaki iş daha zor; ama bizim yaptığımız işi de herkes yapamaz.”

Hemen çizmelerim geliyor; beni suya sokacakları kesin. Tabii dikkatsizce giydiğim çizmelerin üstüne taşan pantolonum sayesinde, bir süre sonra sırılsıklam olacak ayaklarımdan habersizim. Bu arada, önce torba yapacağım bilgisi çalınıyor kulağıma. “Tamam” diyorum, “yevmiye iyiyse olur...”. ‘Torba yapmak’ demek, yığın hâlindeki torbaları açarak, uçlarını kıvırmak ve böylece turp dolumuna hazır hâle getirmek demek.

Genellikle sabahları ilk iş tarlaya gidiyorlarmış; ilk römork dolunca, ona binip geliyorlarmış çayın kenarına. Çalışmaktan memnunlar aslında ama çok paraları olsa çalışmayacaklarının altını çizmeden de edemiyorlar. Torbacının dışında yedi kadın yıkama işinde çalışıyor: Havva Topak, Fatma Sarıgül, Hacer Artıkaslan, Zöhre Yalgız, Halise Peksoy, Melek Gökçe, İhsan Gökçe.

Havva Topak, Kayseri’den Kadirli’ye gelin gelmiş. Kızını da Kayseri’ye gelin vermiş ve böylece memleket hasreti ikiye katlanmış. O da tüm hasretini toplamış, başlamış türkü bestelemeye. Kendi hayatını anlattığı türkülerini, en yanık sesiyle bağıra bağıra söylüyor. İsimler değişse, mekânlar farklı olsa da Havva Abla’nın türkü yakmasıyla birlikte hepsi hüzünleniyor, gözlerine buğular yerleşiyor sanki:

“Kayseri’den gelin geldim / Oğlum kızım da olursa gurbet ele vermem dedim / Oturdum mektup yazarım / Benim kimsem yok mu, nasıl bayramlar yaparım? / Yine bayramlar geliyor/ Elalem bayram ediyor / Benim gibi dertli Havva / Boynunu bükmüş ağlıyor / Benim gibi garip Havva / Boynunu bükmüş ağlıyor… … Yağmur yağar serin serin / Valla benim derdim değil / Benim gibi siz olmayın / Kızları yakına verin /  Elin işine gidiyorum şafağı saya saya / Şu kollarım sızılıyor çelik taşıya taşıya. / Neydim kelek anam neydim / Kadere boynumu eğdim. / Ne zalim kaderim varmış / Gurbet ele gelin geldim.”

Tatilleri, bir pazarları bile yokmuş. Tarlada istersen bir gün gitmezsin ama bir Pazar su işine gelmezsen, işi kaptırırsın, diyorlar. Günde yaklaşık 600-700 torba turp yapıyorlar. Her ne kadar mesai 4,5 – 5 gibi bitiyor deseler de suya dökülen turplar bitmeden paydos edemiyorlar. Mola sırasında da boş durmuyorlar, sürekli işliyor eller torbaları açarken. Bu ekibin elcisi Halise Peksoy. İşiyle ilgili detayları soruyorum ama o bu elcilik işinin zor olmadığını vurguluyor: “Komşuları toplayıp götürüyorum işte. Zaten tanıdığım insanlar; nasıl çalışacaklarını biliyorum. Herkesin parasını da ben dağıtıyorum, hesabını tutuyorum.”. Diğerleri de memnunlar elcilerinden; dürüst olduğunu, paralarını hiç geciktirmediğini anlatıyorlar. Bazı tarlalarda tüm ödeme önden yapılırmış; işçilere duyulan güven Kadirli’de bu noktaya gelmiş yani. “Parayı alıp ya sonra çalışmaya gelmezse?” diyorum, “Olmaz öyle şey bizim burada.” diyorlar.

“Ne yazcan sen şimdi bizim hakkımızda, turpçu garılar mı diyecen?” diye takılıyor bana Zöhre. Aralarında en enerji dolu ve konuşkan olanları Zöhre. İşime de talip doğrusu. “Kocaymış, babaymış sallamam; yaparım ben senin işini, gezip duruyorsun ne güzel.” diyor. Kadınlar öğle yemeklerini burada kendileri yapıyorlar; torbacının yemeği ise patrona aitmiş o yüzden ona dışarıdan yemek geliyormuş. Adem Hörük ekibin torbacısı, yani tek erkeği ve 25 yıldır bu işi yapıyormuş. Aslında iş yoğun olduğunda, iki torbacı oluyormuş ekipte ama şimdi gerek olmadığı için tek başına idare ediyormuş. 

4-4,5 ay suda çalışıyorlar; “Su soğuk ama napalım, 3-4 kat giyip giriyoruz; dayanıyoruz. Çizmeler su kaçırmaz ama soğuğu geçiriyor tabii. Çok soğuk zamanlarda, gaz sobası yakıyoruz çadırın içinde; ara ara çıkıp ellerimizi ısıtıyoruz.” diyorlar.

Bu arada, geciken römork, kadınların kendi aralarında şakalaşmalara neden oluyor:

“Nerede kaldı bu ya? Her zaman vaktinde gelen, arabayı bağlamadan suya inen adam şimdi nerede kaldı?”

“Çekim için hazırlanıyordur belki kim bilir?” deyince Zöhre, söze giriyorum hemen:

“Eh valla ben bilmem bak saat 3’ü geçti; benim mesai saat 4 dedin mi biter. Daha gecikirse kendi yıkar turpları.”

Zöhre hemen çıkışıyor:

“Nereye gidiyon 4’te.”,

“Ee tarladan geldim ben; mesai saati 4’de bitiyor dediler bana, seninki bitmiyor mu?”

“Yok, biter mi hiç…”

“Ee ne zaman bitiyor?”

“Ezan okununca.”

“Zaten o da 5 gibi okuyor.”

“Yok, bizim burada geç okunuyor.”

“Ha sizin hoca patron yanlısı yani…”

“Valla orasını bilmeyik işte...”

Ve sonunda römork gelip suya giriyor; eh biz de peşinden. Tabii suda yürümeyi de iyi bilmek şart; öyle denize mayoyla koşar adım girmeye benzemiyor burada suya girmek. Dize kadar çizmeler bile benim dengesiz adımlarıma karşı koyamıyor ve ilk defa paçalarımdan değil, dizlerimden başlayan bir ıslaklık yayılıyor üstümde. Olan oldu diyerek, daha da rahatlıyorum; artık komple ıslağım. Allah’tan karlar erken erimiş; biz gittiğimizde, öyle dondurucu bir soğuk yoktu.


Kadınlar yan yana sıralanıyorlar ve üzerlerine su fışkırtılan turpların, suyun tazyiği altında iyice temizlenmesini bekliyorlar. Temizlendikçe önlerine doğru itilerek gelen turpları tek tek toplayıp, önceden hazırlanmış olan poşetlerin içine doldurmaya başlıyorlar. Bu arada, eğik belleri üzerinden sürekli arkaya doğru turp fırlatıyorlar ki bunların çürük ya da zedelenmiş turplar olduğunu öğreniyorum sonradan. “Neyi ayıklıyorsunuz?” diye soruyorum; “Soyulanlar ve üzerinde çürük olanlar bozuktur; onları ayırıyoruz.” diyorlar. Ben de yanlarında sıraya giriyorum ve bir torbayı doldurmaya başlıyorum ama tabii Havva Abla’nın eli benim torbanın içinde; ben koyuyorum, o çıkarıp atıyor sürekli. Belli ki benim bu işten ekmek yemem mümkün değil…



Torbalar doluyor ve hemen bir ses, “Torbacıııı çeek”… Bir torba doldu ya çay molası istiyorum hemen; beni kâle almadan çalışıyorlar. Sadece Zöhre, “Hadi gel.” diyor; o çadırda çayı demliyor, ben çayın demlenmesini bekleme görevini üstleniyorum. Biraz önce oturduğumuz kasalardan birine kurulup, çalışanları izliyorum.

Ben çaydan çıkınca, kısa zaman sonra Havva ablanın türküleri başlıyor ve sessizce ona eşlik eden diğer kadınlar, hep birlikte iyi turpları kötü turplardan ayırarak poşetleri doldurmaya devam ediyorlar. Gitme vakti geldiğinde, suyun tüm soğukluğuna rağmen sımsıcak gülümsemelerini yüzlerinden eksik etmeyen kadınlar, tüm içtenlikleriyle el sallıyorlar bize.

Salatamıza kattığımız ya da meze yaptığımız turpun, evimize gelene kadar geçirdiği yolculuğun kısa öyküsüydü anlatmaya çalıştığım. İnsanlarla, birbirinden farklı yaşamlarla örülü, iç içe yaşadığımız ama hiç farkında olamadığımız binlerce yol hikâyesinden sadece biri…  Gün olur da yolunuz bir gün Kadirli’ye düşerse; Turplar Vadisi’ni ziyaret etmeyi, bir çay kırmızıya nasıl boyanır görmeyi, çalışanlarla sohbet etmeyi ve tabii hale gidip ciğer yiyip şalgam içmeyi unutmayın…