9 Aralık 2011 Cuma

BİNLERCE YIL ÖNCESİNİN BAŞKENTİNDEN GEÇMEK: SARDES


MÖ VII. yy… Sardes kentinin orta yerinden geçen Kral Yolu o gün, ağır bir misafire ayrılmıştı. Arabayı çeken atlar, taşıdıkları kişinin değerini bilircesine temkinli ve bir o kadar asil görünüşlüydüler… Lidya Kralı Alyattes, başkentinin akropolüne doğru ilerleyen arabasında, tarihe damga vurduğunun bilincinde midir bilinmez; ama geldiği yol üzerinde, ilk altın sikkenin yapımı için emrini vermiştir… Ve Kral Alyattes bilir miydi ki Fransız Gezgin A. Radet, Sardes’ten bahsettiği notlarına şu cümleyi altın harflerle yazacak: “Her şey, bir buçuk yüz yıl içinde Sardes’te başladı…”…


Lidya Krallığı’nın tam üç kral ailesinin yaşadığı görkemli başkent Sardes, Attalos Çayı’nın taşıdığı altın kırıntıları ve yanı sıra, kent insanlarının ticari zekâları sayesinde, dönemin en zengin ve en refah kentleri arasında yer alıyordu. Ekonomik sıkıntının olmaması, kentteki sosyal yaşama da yansıyor; müzikten şiire, felsefeden mimariye kent, sanat ve kültürün de merkezi hâline gelmeye başlıyordu. Altın takıları ile güzelliklerine güzellik katan Sardesliler, hoş kokulara olan düşkünlükleri ile biliniyor ve ilk parfümü icat ederek bu kokuları üzerlerinde taşıyorlardı. Heybetli yapıları, çıkarılan özgün eserler ve yayıldığı alanla, bugün bile etkileyici ve bugün bile örnek gösterilebilecek bir başkenttir Sardes.



Amerika Birleşik Devletleri’nin katkıları ile 1910 yılında ortaya çıkarılmaya başlanan kentin kazı çalışmaları hâlâ sürüyor. Toprak her adımda tarih fışkırırken, Salihli’nin topraklarında yer alan her ev, bu tarihi taşlardan, yapılardan izler taşıyor. Binlerce yıldır bu toprakları kalkındırmış olan üzüm bağları arasındaki gezintimiz sırasında, sütun taşları önümüze çıktıkça, karşılaşıp durduğumuz bu tarihi kalıntılar nedeniyle gözümüzü yerden kaldıramaz hâle geliyoruz.


MÖ 7. ve 6. yy’larda hüküm süren krallar Gyges, Alyattes ve Kroisos son derece zenginlerdi. Özellikle Kroisos, “Karun kadar zengin” sözünün doğmasına neden olan şahsiyet olarak bilinmektedir. Dünya tarihinde, altın ve gümüş gibi iki ayrı madenden para bastırmış olmasıyla da önemli bir yere sahiptir. Bu üç kral, günümüzde Salihli’nin 4-5 km kuzeyinde yer alan ve Bintepeler olarak adlandırılan, aynı yerde yer alan yaklaşık 150 kadar tümülüsten üçünde ebedi uykularına yattılar. Şan, zenginlik ve statülerinin getirisi olarak böylesine heybetli tümülüsler içerisine gömülen ve hangisi olduğu belli olmasın diye yanına onlarca tümülüsün daha inşa edildiği bu mezarlar, kralların değerli eşyaları ile birlikte gömüldüğü yerlerdi. Elbette ki bugüne kadar, hem de bundan yüzlerce yıl öncesinden, delinmemiş tek bir tümülüs bile kalmamıştır; dolayısıyla dönemin sırlarını aydınlatacak değerli eşyalar da… Şimdilerde bu tümülüslerin “Anadolu Piramitleri” olarak tanıtım çalışmaları yapılıyor ki bu unvanı sonuna kadar hak ettiklerini söyleyebiliriz.



Mezar yapıları bu tümülüslerle son bulmuyor Sardes’te. Tanrıça Artemis için yapılmış Artemis Tapınağı’na giden yol üzerinde, sarp kayalıklara tırmanmayı gözünüz kestirirse, Piramit Mezar olarak isimlendirilen bir mezarla karşılaşabilir ve Sart Çayı’nın karşı kıyısında yer alan tepede bulunan kaya mezarlarını ziyaret edebilirsiniz.



Artemis Tapınağı ise, gerek kazıların geç başlamış olması, gerekse içlerde kalıp gizlenmiş olması sebepleriyle, oldukça korunmuş bir yapıya sahiptir. Sardes’in tamamında olduğu gibi burada da kazı çalışmaları sürdüğü gibi, çıkarılmış olan eserler bile fazlasıyla etkileyici ve hayret uyandırıcı. Dev sütunların arasında gezerken, arka tarafta yükselen Bozdağ’ın görüntüsü, tapınağın ihtişamına ihtişam katan bir manzaranın ortaya çıkmasını da sağlıyor. İnşa edildiği yerin, altın rafineri alanlarının ortasında olması ise o dönemlerin en önemli gelir kapısı olan altının ve altın işçilerinin korunması için tapınağın buraya yapıldığına yönelik yorumlara yol açmıştır. Mücevher atölyeleri de bu rafinelere oldukça yakın inşa edilmiş.


Bolluk bereket içinde geçen Lidya döneminin ardından, şehre hâkim olan Persler, dönemin en önemli kentleri arasında yer alan Sardes’i ele geçirdiklerinde, Ön Asya ve Yunan dünyasında büyük bir korkunun da yayılmasını sağlamışlardı. Çünkü Persler, Lidya Krallığı’nın ünlü ordusunu yenmiş, egemenliklerini ilan etmiş ve böylece güçlerini kanıtlamışlardı. MÖ 334 yılında ise Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi Büyük İskender burayı da ele geçiriyor ve Pers egemenliğine son veriyordu. Ardından gelen yıllarda, bu değerli topraklar Roma İmparatorluğu’na katıldı.



Sardes Antik Kenti’nde yer alan, birebir örneğine uygun yapılmış restorasyonu ile Gymnasium, benzerleri arasında en büyük ve en heybetlisi olarak biliniyor. Yaklaştıkça görkemi artan, yaklaştıkça taş ustalığının farkına vardığınız, Roma Dönemi yapılarından olan Gymnasiumun kapısından geçip içinde yol almaya başladığınızda, önünüze çıkan hamam, özgünlüğü ve süt banyosu yapıldığına dair söylenceleri ile karşılar misafirlerini. Bu hamamın en önemli özelliklerinden birisi de gymnasium yapısıyla beraber konumlandırılmasından dolayı “hamam-gymnasium” adı verilen yeni bir mimari türünün oluşmasına neden olmasıdır. Bozdağ’ın tepelerinde, hayvanların otlatıldığı alanlardan bu hamama kadar indiği düşünülen künklerle, sağılan hayvanların sütünün oralardan hamama kadar aktığına dair bir söylence, hamamı düşsel bir dünyanın parçası hâline getirmektedir.



Bu dönemde eklenen mimari yapılardan günümüze gelenlerden birisi de Gymnasyum’un hemen yanında yer alan Sinagog’dur. Sinagog, kentte yaşayan Yahudi azınlık için yapılmış, kentin bütününe hâkim olan ihtişama uyum sağlayacak mimari detaylar içerisinde düzenlenmiş. Günümüzde bile mermer işliği ve göz alıcı yer mozaikleri ile bambaşka bir dünyaya davet ediyor gezenleri.


Hıristiyanlığın yaygınlaşmaya başladığı dönemde inşa edilmiş ve İncil’de de yer alan yedi kiliseden birisi olduğu söylenen kilise ise Artemis Tapınağı içinde yer almakta; dönemin gösterişsiz dini yapılarının bir örneği olarak günümüzde de ziyarete açık hâlde bulunmaktadır.


Roma İmparatorluğu ardından şehir, Türk egemenliği altına girmiş ve 1098 yılında Bizanslıların eline geçtiyse de 1313 yılında Germiyanoğulları tarafından tekrar Türk egemenliğine girmiştir.



Onlarca kültüre ev sahipliği yapan, Lidya Krallığı’nın başkenti, dillere destan, görkemli; müziğin, felsefenin, mimarinin, ekonominin can damarı Sardes; bugün sessizce, geçmişin özlemi ile varlığını sürdürüyor. Kralların gezdiği yollarından bugüne kalanlarla, yiğit sporcularının karşılaşmaları sırasında halkın sesinin yankılandığı gymnasium duvarlarıyla, yorgunlukların, hastalıkların ortadan kaldırıldığı hamam kalıntısıyla, inanışlarının yüceliğini kanıtlarcasına göğe yükselen tapınağıyla, bu şehre bu değeri veren, onu yücelten krallarına verdiği değeri kanıtlarcasına yığılmış tümülüsleriyle, kaya mezarlarıyla, değişen toplumun, değişen düşünce yapısının mimari kanıtlarıyla tek başına bir tarih kitabıdır Sardes ve maalesef her bakışın görebileceği bir özlem yankılanmaktadır her yerinde: Geçmişe özlem… Hak ettiği değerin verildiği, korunup kollandığı günlerde, her adımından kültür ve sanat fışkıran bu kentin, geçmişi özlemesinden daha doğal ne olabilir ki… Hak ettiğinin çok altında ziyaretçi alan, hak ettiğinin çok altında değeri bilinen bu kentin geçmişe duyduğu özlemi gidermek hepimizin görevi olmalı.  


Bu antik kenti sınırları içerisinde barındıran ve gözü gibi kollayan Salihli ilçesi, Ankara- İzmir karayolu üzerinde, İzmir’e 80 km uzaklıkta olan; sürekli önünden geçip gittiğimiz, belki de içinde barındırdığı değerlerden hiç haberdar olmadığımız bir ilçe. Salihli, geçip giderken uğramaktan da öte, mutlaka kalınması, görülmesi, öğrenilmesi gereken bir ilçe. Zengin tarihi değerleri, doğal zenginlikleri ve ticari yapısıyla gelecekte turizmin göz bebeği olacak bir yapıya sahip. Binlerce yıl öncesinin altın topraklarından bugün medet ummamak, onu umursamamak mümkün mü? Lidya’nın başkenti, ihtişam ve zenginlik sembolü, ilklerin beşiği Sardes’i içinde barındıran, kaplıcalarında bulunan jeotermal suyuyla sağlık vaat eden, zengin toprak yapısı sayesinde üzümünden kirazına tüm ürünleriyle ününe ün katan Salihli’den geçerken durduğunuzda; durunca kalmanız, kalınca bir daha ve bir daha gelmeyi istememeniz mümkün olmayacak.

16 Kasım 2011 Çarşamba

İHTİŞAMIN VE GÜCÜN DOĞUDAKİ TEMSİLCİSİ: İSHAK PAŞA SARAYI


Tarih kokulu bir coğrafyanın içinde, şehre hükmettiği yılların tüm haşmetini hissettirircesine karşılıyor misafirlerini… Doğu’ya özgü keşmekeşin varlığını sürdürdüğü Doğubeyazıt çarşısının dar, kalabalık ve mistisizm kokan sokaklarından birinde gözümü dikmiş izlemekteyim, şehrin her hareketini takip edercesine tepenin üzerinden yükselmekte olan İshak Paşa Sarayı’nı. İçinde bulunduğum sokağa, kente, var olan kültürel yapıya ait olmayan, sanki yanlışlıkla oraya kondurulmuş gibi duran bu sarayın 1700’lü yılları, içinde bulunduğum sokakların ise 2000’li yılları temsil ettiğine inanmakta zorlanıyorum bir süre. Bu yüzden belki de 2000’li yılları hızla arkamda bırakırken, 1700’lere doğru koştuğumu hissediyorum…

Lale Devri’nin doğudaki tek temsilcisi olarak bilinse de İshak Paşa Sarayı’nın tamamlanması, Lale Devri’nin sona erdiği 1730 yılından tam 54 yıl sonrasını, yani 1784 yılını bulacaktır. 1685 yılında yapımına başlanan bir sarayın 99 yılda tamamlanmış olması ise sarayın ihtişamı hakkında ilk izlenimi sunan bilgiler arasındadır. Elbette bunca zaman sonra tamamlanması sadece ihtişamla açıklanamaz ama sarayın hükümdarı el değiştirdikçe şatafat düşkünlüğünün de biçim değiştirmesi, saraya yapılacak eklemeleri gündeme getirmiş ve son hâlini alması da bunca yılı bulmuştur.

 1685 yılında, İshak Paşa’nın babası Çolak Abdi Paşa’nın yönetimde olduğu yıllarda yapımına başlanan saray, 1784 yılında 2. İshak Paşa’nın eklemeleriyle tamamlanır. Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama dönemini işaret eden bir tarih olsa da imparatorluğun geniş topraklarında yöneticilik yapmakta olan kimi başarılı isimler, merkezi idare tarafından duyulmakta ve bu başarılarına karşılık, çeşitli yöntemlerle ödüllendirilmekteydiler. İşte bunlardan birisi de İshak Paşa idi ve politik başarılarının ardından adını Kars Beylerbeyliği’ne atanarak duyurdu ve ardından da Tiflis Valiliği görevine getirildi. Merkezi idaredeki sallantıların İshak Paşa tarafından da hissedildiği ve kullanıldığı, söylenenler arasındadır ki bir söylentiye göre İshak Paşa, sarayı yaptırmak için merkeze göndermesi gereken vergilerin bir kısmını kullanmış ve bu nedenle de valilik görevinden azledilerek Hasankale’ye sürülmüş. Tabii bunlar söylentiden ibaret olabilir; çünkü yapılan kimi araştırma sonuçlarına göre de o dönemde İshak Paşa’nın görevi başında olduğuna dair yazılı belgeler bulunmuş. Bir başka söylenceye göre ise İshak Paşa’nın misafiri olan bir İran elçisi, Topkapı Sarayı’na gittiğinde, İshak Paşa’nın sarayının daha görkemli olduğunu söylemiş ve azledilmesinin sebebi bu olmuş.


Şehir merkezinden beş altı kilometre uzakta bulunan ve zamanında Beyazıt Sanacağı’nın yönetim merkezi olan İshak Paşa Sarayı, 7600m2’lik bir alan üzerinde yer almakta ve klasik Osmanlı mimarisi dışında, yerel motifleri, Selçuklu ve Fars izlerini taşıması bakımından da aynı dönemde yapılmış olan yapılardan ayrışmaktadır. Sarayın tepe üzerinden kuşbakışı duruşu ile şehre hâkim konumda bulunması, İshak Paşa’nın kendi gücünü merkezi otoriteye kabul ettirme çabası olarak yorumlansa da devletin gücünü yönetilenlere hissettirme isteği olarak da algılanabilir.

Mimari detaylarında dönemin ötesine geçen bir anlayışın hâkim olduğu İshak Paşa Sarayı’nın kapı eşiği önünde durmuş hayal kurmaktayım. Şatafatın ve ihtişam merakının son noktası nedir, diye düşünmekteyim, saray kapısının şimdi yerinde olmayan altın kaplamalı kanatlarını hayal ederken. Ruslar tarafından yerinden sökülerek götürülmüş olan bu kapının, yerinde, tam önümde durmakta olduğunu düşünüyor ve İshak Paşa’yı ziyarete gelip de bu kapının ihtişamı altında nasıl da ezilip büzüldüğümü, ufalıp yok olduğumu hissedince sıyrılıyorum düşlerden; daha fazla ezilmeden, eşikten bir anda uçarcasına geçiyor ve avluda buluyorum kendimi.

İshak Paşa Sarayı, barok ve rokoko tarzı taş işçiliğinin ve kabartma ustalığının en özel örneklerini barındıran, içinde atılan her adımda bir başka örnekle karşılaşmanızı sağlayan göz kamaştırıcı bir saraydır. Topkapı Sarayı örnek alınarak ve hatta söylenen odur ki ondan daha güzelini yapma amacıyla inşa edilen sarayın yapımında Ahıskalı ustaların çalıştığı sanılmaktadır.

Daha önce de bahsettiğim gibi saray, döneminin üstünde bir mimari anlayışla yapılmıştır ki bunun en açık örnekleri merkezi ısıtma, kanalizasyon ve su sistemlerinin var olmasıdır. Yapıldığı ve kullanıldığı dönem itibarıyla, bu sistemlerin varlığı öyle normal karşılanabilecek bir durum değildir. Özellikle ısıtma sistemi hayret uyandırıcıdır ki bu sistem, belirli bir yerde ısıtılan suyun sıcaklığının kanallar vasıtasıyla dolaştırılmasına dayandırılmış. Kanalizasyon ve su sistemi de kurulu olduğu için saray içinde belki de dünyada görüp görebileceğiniz en güzel manzaralı tuvaletleri de gezme imkânına sahipsiniz tabii ki.


7600 m2’lik alan üzerine kurulu olan sarayda tüm yapılar, iç içe geçmiş iki avlunun etrafında yer almaktadır. İlk avlunun solunda nöbetçi odası, sağında ise üzerinde “Su ve Süt Çeşmesi” yazan bir levha bulunan çeşme yer almaktadır. Hiçbir açıklaması olmadığı ve yaptığım araştırmalarda da konuya ilişkin bir açıklamaya rastlayamadığım bu çeşmeden süt akıyor muydu, akmıyor muydu bilemiyorum ama Doğu’da yaygın bir inanışa göre kimi çeşmelere “Süt Çeşmesi” denirmiş; o çeşmeden su içen hamile ya da loğusa kadınların sütünün arttığına inanılırmış. Belki bu çeşme de aynı inanış doğrultusunda kullanılıyordu bilmiyorum ama Anadolu toprakları, süt havuzları olan sarayları da barındırmakta olduğuna göre çeşmesinden süt akan sarayların varlığı da oldukça mümkün sanırım.

İlk avlu, çeşme ve nöbetçi odası dışında, bekleme odası ve zindan olarak kullanılan bölümleri de barındırıyor. Dik merdivenlerin karanlığa açıldığı bir yola çıkmak pek de sevimli gelmiyor insana tabii ama oraya kadar gelip de görmeden dönmek, en meraksız insanın bile yapabileceği bir şey olamayacağına göre el mahkûm iniyorum merdivenleri bir bir… Sarayın, hayal kurmaktan kaçtığım ve en kısa sürede ayrıldığım tek yeri olan zindan, zifiri karanlığı az biraz kırabilecek aralıklı olarak yapılmış pencerelere sahip ve tabii ki bu pencereler sadece dış taraftan açılabiliyor. Altı odalı sisteme sahip olan bu zindanda, suçlu, suçunun büyüklüğüne göre en dipte yani en karanlık kısmında bulunan odaya da, en başta yani ışığı en çok alan odaya da konabilirmiş…

Aydınlığa tekrar ulaşınca, hiç oyalanmadan ikinci avluya doğru yöneliyorum; bir an önce beni bekleyen sürprizlere varabilmek için. İlk olarak, ikinci avluya açılan 10 metrelik kapının kenarlarında yer alan ince işleme örneği selvi motifleri ile yüzleşiyorum. Gerçekten görüp de geçilecek türden bir çalışma değil karşımdaki. Bir süre sessizce izlediğim selvilerin izine takılıp, ikinci avluya geçiyorum. Bu avlunun içinde ikinci bir avlu daha yer alıyor ki buraya “Selamlık Avlusu” deniliyor. İkinci avluya geçtiğiniz andan itibaren, sarayın büyüleyici iç yapıları da bir bir yüzünü göstermeye başlıyor aslında. Sarayın camisi, Çolak Abdi Paşa ve İshak Paşa için yapılmış olan türbe ve tüm ihtişamıyla ana bina; ikinci avlunun ardında beni bekleyenler arasında yer alıyorlar. Devasa bir haremi, aşevini, eğlence salonlarını, misafir ve çalışanların odalarını, kütüphane ile mahkeme bölümünü barındıran ana binada gezilen her bölüm, misafirlerin cebine birbirinden farklı düşler katıyor ve bu sayede, her gelen misafirle yeniden canlanıyor o ihtişamlı günler.    


Yüzlerce yılın ardından, gördüğü doğal ve insan eliyle gerçekleşen yıkımlarda sarayın hemen hemen hiç zarar görmemiş tek bölümü olan caminin içi ise ışığın geliş saatine göre her saat farklı bir güzelliğe bürünüyor sanki. Sade mimarisi ve etkileyici işlemeleriyle bir anda arındırıyor içine girenleri. 

Bir gün olur da tarihe dokunmak ve hatta bir adım daha ileri gidip tarihin içinde yolculuk yapmak isterseniz, yönünüzü çevirin doğuya. İshak Paşa Sarayı, anlatılanların ve fotoğrafların sunduklarının çok daha fazlasını ziyaretine gelenlere vermekte ve her gelen, kimseyle paylaşamayacağı, yani kelimelerle anlatamayacağını bildiği anılarla ayrılmaktadır bu tarih kokulu topraklardan.

31 Ekim 2011 Pazartesi

YAKIN TARİHTEN BİR SAYFA: KAYAKÖY


“Rahmetli babacığım, Kaya doğumludur. Kaya’da hâkimiyet, egemenlik, istiklal, bayrak, devlet benim ama söz sahibi, güç sahibi, iş sahibi Rumlar. Türkler daha yoksul onlara göre. Birkaç kişi sadece müstesna, diğer halk onların emrinde... Sordum babacığıma, ‘Baba, öğrenmek istiyorum,’ dedim, ‘mükellefiyete doğru giderken, akıl ve izanın komutasına doğru geçerken, bu Rumlar bir dağdan bir dağa bu şehri kurarken, siz ne yaptınız; sizin elinizi kolunuzu bağlayan mı oldu? Onlar bu eserleri meydana getirirken, bu merhaleleri çıkarlarken, buralara varırlarken, siz ne yaptınız? Gayet rahat, o kadar halim selim bir davranışla, ‘Oğlum, bizim ne yaptığımızı mı soruyorsun? Biz harp ettik harp; vatan kurtaracağız diye harp ettik! Balkanlar’dan geldik Çanakkale’ye, Çanakkale’den geldik Dünya Harbi’ne, Dünya Harbi’nden geldik İstiklal Savaşı’na gittik. Biz mütemadiyen harp ettik; onlar da bu sırada eser meydana getirmiş, şehir kurmuş.’ dedi. O güçlü devlet, o büyük devlet, dünya devleti Osmanlı İmparatorluğu çöküntü yıllarındayken, arkası arkasına harpler yaşanıyor. Yerli halk, yetişen evladını cepheye gönderiyor. Anaları babaları, biriktirdiği üç kuruşu evladının cebine katıyor. Garip düşüyor dolayısıyla Türkler ve Rumlarsa, git gide geliştiriyorlar kendilerini; sıkışan halkın malını mülkünü de satın alarak güçleniyorlar…”


Çakmak çakmak gözleri buğulu, vücudu dik, 80’li yaşlarının sonunda olmasına rağmen o günleri anlatırken babasının küçük oğlu olduğu, o gururla dikleştiği hissediliyor her kelimenin ağzından çıkışında. Kayaköy’de yaşananların son canlı tanıklarından birisi Yaşar Gökçe. Fethiye’nin çalışkan, kültürlü, varlıklı ailelerinden birine mensup. O günleri bugün gibi hatırlayacak kadar dinç; sadece Kayaköy’ü değil, İstiklal Savaşı yıllarını da hatırladıkça sesi gürleşen, gözlerinden gururla karışık isyan fışkıran, tarihin canlı tanığı o.

 Antik Karmilassos kenti üzerine kurulmuş olan Kayaköy’ün kuruluş tarihi tam olarak bilinmese de 13-14. yy’lara kadar izler bulunuyor. Kuruluşundan itibaren, yoğun olarak Anadolu Rumlarının yerleşim alanı olmuş. 1922’de yaşanan mübadele ile Rumların gidişinin ardından sessizliğe ve yalnızlığa terk edilmiş olan Kayaköy, o zamanlardaki adıyla Levissi, günümüzde Fethiye’nin önemli turistik merkezleri arasındaki yerini almış durumda.

Hayaller ve Gerçekler

Kayaköy’e ilk gidişimde, üç boyutlu bir tablonun karşısında gibi hissetmiştim kendimi. Yaprakların dahi kıpırdamadığı, sesten, insandan, yaşamdan yoksun; terk edilmişliği, yalnızlığı, sessizliği ve belki de hiçliği anlatan bir tabloydu karşımdaki. Kiliselerin isimlerini, evlerin numaralarını, sokakların adlarını merak etmeden; sadece Levissi’de olan biteni düşünerek, o sokaklarda yaşanan günlerin içinden geçerek gezmiştim tamamını. Evlerin çatılarının ve kapılarının olduğu, sokaklarında çocukların düdük seslerinin duyulduğu, çan seslerine ezan seslerinin karıştığı, hem Hıristiyan hem de Müslüman geleneklerinin Rum-Türk ayırmadan birlikte gerçekleştirildiği, ötekileştirmenin yaşanmadığı o bol güneşli günleri tatmaktı amacım. Becereceğimi sanmıştım; Kayaköy’ün Levissi yıllarını, sokaklarında gezerken, biraz hayal biraz gerçek katarak anlarım sanmıştım, yanılmışım…


Çok daha derin derin solumak lazım Kayaköy’ü; geçmişi anlamak, yaşananları hissetmek, dünle bugün arasında güçlü köprüler kurabilmek için. Çok daha fazla düşünmek lazım; nedenleri, ne içinleri akıldan kovuşturmak yerine, cevapları bulmak için peşinden koşmak lazım… Sadece Kayaköy’de yaşanmadı mübadele, sadece Kayaköy’ün cezası olmamalıydı yalnızlık, terk edilmişlik; tüm ülkede parça parça pek çok yerde yaşandı ama üstüne başka yaşamlar kuruldu kalanların. Böylesine açık bir tarih sayfası, başka hiçbir yerde kalmadı. Kayaköy, her şeyden önce mübadelenin bıraktığı ruh hâlini yansıtıyordu neredeyse bir yüz yıldır. Terk edilmişlik, yıkıntı, gözyaşıydı sakladıkları. Yapılanların ya da yaşananların doğruluğunu tartışmaktan öte bir şeydi Kayaköy’ü gezmek; yüz yıl önce yaşananları bugün dahi görebilmekti.


Kayaköy’ü daha iyi soluyabilmek adına tekrar gittiğimde, bu defa sokakları gezmenin dışında, o sokakları çok daha fazla gezmiş, belki o yılların tanıklıklarını taşıyan, belki de tanıklarını tanıyan birilerinin peşine düşmekti amacım. Hayallerimdeki Levissi ile gerçek Levissi arasında bir bağ kurmak için birkaç söze, anlatıya ihtiyacım vardı. Bu defa becermek zorundaydım anlamayı…


Dostluk ve Barış Kenti


“Daha belediye binasının bahçesinde şok yaşadık. Bahçede iki elden oluşan bir heykel vardı ve bu iki el sıkışır hâldeydi. Türk-Yunan dostluğunu temsil ediyordu ve tüm göçmenlerin adı yazılıydı altında. Belediye binasının içine girince de kocaman bir Fethiye resmi ile karşılaşmıştık; Fethiye’nin Makri olduğu dönemlerden bir resimdi. Kayaköy ve Fethiye’nin orada ne kadar çok yaşadığını hissediyorsunuz yani. Heyecanlı bir buluşma ve kucaklaşma oldu aslında. Herkes bizi candan karşıladı. Yemeğe davet ettiler ve yemek inanılmaz güzeldi; sıcak bir karşılamaydı. Orada tanıştıklarımız, ikinci ve üçüncü kuşak olmasına rağmen, büyüklerinin geçmişini sahiplenmişler; hâlâ Türkçe konuşanlar varmış evlerinde. Büyüklerinin hiçbiri Yunanca bilmiyormuş zaten o tarafa gittiklerinde. Giderken ağlayarak, üzülerek ve döneceklerini düşünerek gitmişler; ne olduğunu çok anlayamadan, verilen kısa zamanda boşaltmışlar buraları.”


Mimarlar Odası ve TÜRSAB’ın girişimleriyle, Oktay Ekinci’nin de desteğiyle 1989 yılında “Kayaköy, Dostluk ve Barış Kenti” isimli bir proje başlatılır. Bu proje kapsamında çalışanlardan birkaç kişilik bir ekip, konuyla ilgili düzenlenen bir konferansa katılmak üzere Selanik’e giderler. Orada, Kayaköy’ü tanıtmanın dışında, proje kapsamında yapılması planlanan sanat sokağından, restorasyon çalışmalarından da bahsederler. Konferans sonunda, eşinin ailesi de Kayaköy mübadillerinden bir aileden gelen Yunanistan Turizm Müdürü tarafından, Kayaköy’den gelen mübadillerin yaşadığı yere gitmek üzere davet edilirler. Atina’nın kıyısında, Neo Makri (Yeni Fethiye) ve Neo Levissi (Yeni Kayaköy) olarak adlandırılmış mübadillerin yeni yaşam yerlerine geldiklerinde şaşkına dönerler. Çünkü Neo Makri tıpkı Fethiye gibi deniz kıyısı bir liman iken, Neo Levissi yamaca kurulmuş evlerden oluşmaktaymış. Bu geziye katılmış olan Mimar Sema Kumyol Ritpath, yukarıdaki sözleriyle bile hissettiriyor yaşadığı heyecanı. Türk-Yunan ortak projesi olan “Dostluk ve Barış Projesi” kapsamında gerçekleştirilen konferanslar sayesinde, Kayaköy’de o günleri yaşayanlardan edindikleri izlenimlerin benzerlerini suyun öte yanında da edinmiş olurlar. Yaşananlar, halklar arasında kopma, düşmanlık, maraz doğurmazken aksine bağların güçlenmesini, güzel günlere dair anıların bugün gibi hatırlanmasını ve yaşatılmasını sağlamış. Ancak proje yine siyasi sebeplerle rafa kaldırıldığı için yarım kalmış. Projenin başından beri Kayaköy’de bulunan ve projenin Kayaköy ayağını Mimarlar Odası adına yürüten Mimar Cahit Engin, yarım kalmış olsa da projenin değerlendirmesini yaparken, geleceğe dönük umut taşıyor:


“Bu proje kapsamında, komisyonlarda yer aldım, öğrenci çalışmalarını yürüttüm ve çeşitli projeler gerçekleştirdik. Öğrenci çalışmaları, 2000’li yılların başlarında, TÜRSAB’ın katkılarıyla gerçekleşti. Buraya gelen tüm öğrenciler, buradan Kayaköy âşığı olarak döndü. Çok iyi restoratörler, mimarlar yetişti. Projenin bir başka yönü de Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin öğrencilerinin buluşmasıydı ve o da burada yapıldı. Onlar da bu proje çerçevesinde çalışmalar yaptılar ve biz de böylece bol miktarda belgeye sahip olduk.

 Avrupa Ekonomik Topluluğu ülkelerinin komşu ülkeleri desteklemeleri amacıyla oluşturulmuş bir fon söz konusuydu ve topluluk üyesi olan Yunanistan da bu fon için Kayaköy’deki Dostluk ve Barış Kenti Projesi adına başvurmuştu. Ama maalesef, fon çıktığı hâlde Türkiye hükümeti tarafından kabul edilmediği için kullanılamadı ve proje yarım kaldı.

Bütün tabiat olaylarıyla birlikte, Kayaköy yıpranıyor; incir ağaçları duvarları patlatıyor, erozyon, rüzgâr, insan faktörü derken yıpranıyor. Bizim dostluk ve barış kentindeki amacımız, Kayaköy’ün tümünü ele almak maalesef değildi; çünkü çok fazla sayıda ev var burada. Bir sokak bazında bunu ele alıp, o sokağı restore ederek çeşitli sanat atölyeleri oluşturmak, sanatçıları davet etmek, pansiyon konuk evleri yaratmak gibi bir kültür sokağı oluşturmaktı. Kiliselerden birini de kültür merkezi hâline getirmekti. Bu proje hâlâ devam ediyor aslında. Gelecekte projemizi gerçekleştirme inancımızı tabii ki koruyoruz; o örnek sokağı yapmak istiyoruz ama ne zaman, nasıl gerçekleştiririz onu bilemiyoruz. Büyük firmaların bu restorasyonu aldığına dair bazı haberler alıyoruz ama henüz gerçekleşen bir şey olmadı. Hatta dünya barış ve dostluk kenti olduğu için bunu farklı ülkelere verelim diye düşünceler de var aklımızda.”

Kanatsız Kuşlar

“Çok da uzun olmayan bir süre önce Rodos’tan bir papaz, Fethiye’den de bir imam gelip Aya Nikola Kilisesi’nin kırık dökük dış kabuğunun içinde, bir zamanlar yalnızca Türkçe konuşan ama Yunanca yazan Hıristiyanlar ile yine yalnızca Türkçe konuşan ama Yunanca yazan Müslümanların bir arada yaşadıkları bu kasabanın ve halkının yeniden doğması için birlikte dua etmiş bulunuyorlar. Ancak, ne en iyisi kendisi tarafından bilinen nedenlerle Tanrı, ne de masraf gibi ikna edici bir nedenle Türk Hükümeti, imamın dualarına cevap vermiş bulunuyor ve Bizans döneminde Rumca adı ‘Paleoperiboli’ olan Eskibahçe Kasabası, bir mezar kitabesinden bile yoksun ve kimse tarafından hatırlanmaksızın ölüm uykusunu sürdürüyor.”1


İsimler değişmiş, hayali karakterler eklemlenmiş olsa da yukarıda bir kısmını alıntıladığım, Louis de Bernieres’in muhteşem romanı “Kanatsız Kuşlar”, tüm objektifliğiyle ve Kayaköy’de yaşananları merkeze alarak, o yıllarda Anadolu’da olan biteni büyüleyici bir dille aktarıyor. Rumları konuşturuyor, Türkleri konuşturuyor; bireyleri tek tek ele alarak, onların özünde ne kadar farklı insanlarken topluluk içinde değişmelerini, toplumsal sıkıntıların kişiliklerinde yarattığı farklılıkları gösteriyor. Öyle ki bu romanda sadece karakterler değil, Kayaköy dahi konuşuyor ve ben bu sayede yeniden gezerken Kayaköy sokaklarını, çok daha iyi anlayabiliyorum artık olanları. Kişilere, bireyler arasında olanlara, halklara inmeden Kayaköy’ün terk edilmişliğinin nedenini anlamak gerektiğini düşünüyorum.


Yıl 1990, Rodos’tan bir papaz ve Fethiye’den İmam Ali, Meryem Ana Kilisesi’nde dostluk ve barış adına birlikte dua ediyorlar… Aynı yıllarda, bir proje adını duyuruyor: “Kayaköy, Dostluk ve Barış Kenti”… Kayaköy’ün adı, bu iki nedenle daha bir duyulur olmaya başlıyor ve öğreniliyor ki mübadele sonucu Kayaköy’den giden insanların çocukları, memleket bildikleri Kayaköy’e her yıl ziyarete geliyorlar. Papaz ve imamın duaları, projenin amacı tam olarak gerçek olmasa da herkes biliyor artık burada yaşayan Türk ve Rumların bir arada dostluk içinde yaşayıp gittiklerini ve Rumlar giderken, iki millettin de gözyaşı döktüğünü. Bu kıyıda o günleri hatırlayanlar gibi diğer kıyıda da o günleri hatırlayanların hep sevgi ve özlemle o günleri anlattıklarını biliyor artık herkes. Hükümetler anlaşmayı beceremese de halklar kaynaşmaya devam ediyor. Kayaköy’de Dostluk ve Barış Kenti Projesi tam olarak hayata geçemese de kurulan Kayaköy Sanat Kampı, her yıl farklı ülkelerden insanları bir araya getirerek, Kayaköy’de uluslararası bir kaynaşma noktası oluşturuyor.


Sivil Mimari Örneği

Levissi kentini kuranlar, denize yakın ama havası özel, sağlıklı ve serin olan bu mevkide, tarımsal faaliyete elverişli bir toprak olmaması nedeniyle dağın yamacında yaşam kurmayı tercih etmişler. Tarım yapacakları ovanın boş bırakıldığı, dağ yamacı üzerinde, birbirinin manzarasını kesmeyecek ve her evin güneş almasını sağlayacak biçimde inşa edilen evlerden, dar ve hepsi küçük meydanlara açılan sokaklardan oluşan Kayaköy, muhteşem bir sivil mimari örneği olarak tanımlanıyor. Kayaköy evlerinin mimari detaylarını, Mimar Cahit Engin şöyle özetliyor:


“Yurdumuz, kültürlerin üst üste yerleşimine sahne olduğu gibi, burası da Likya dönemi izlerini dahi barındıran bir yerleşim. Üç bin denen bir yapı rakamı var Kayaköy’de. Sokağa açık ama avludan içeri girdiğiniz anda içe dönük yaşamı olan evler. Her evin bir avlusu, avlu içinde sarnıçları var. Susuzluktan dolayı, yağmur sularını çatılardan akıtıp burada biriktirme yoluyla su elde ediyorlarmış ve bu nedenle de suyu çok dikkatli kullanıyorlarmış. Korunma amaçlı olarak, dağın arka yüzünde deniz olmasına rağmen sırtlarını denize yaslanmış, dışarıdan gelecek saldırılara karşı tepelere yerleştirilmiş gözetleme kuleleriyle de kendilerini güven altına almış durumdalar. Bir mahalle, bir sokak ilişkisi var ev ilişkisinden çok. Kilise yapıları oldukça sağlam durumda. Onlar, bu yörede çıkan özel bir malzeme kullanılarak yapılmış. Aynı çimento gibi bağlayıcılığı olan bir malzeme bu; onunla bu yapıları yapmışlar. Ayrıca, bazı tören alanları var. Gözetleme kulelerinden merkeze inen ana merdivenler mesela törenler için kullanılırmış. Eskiden burada yaşamış olan büyüklerimizin anlattığına göre, evlenecek bir çift, gözetleme kulelerinin oradan yavaş yavaş merdivenlerden inermiş ve indikçe arkasındaki halk kalabalığı büyür, çiftle birlikte tüm kasaba halkı da meydana inermiş. Müthiş bir kalabalık olurmuş. Müzik ve eğlence ile dolu dolu geçen bir hayat söz konusu.”


Koruma Altına Alınan ve Turizme Açılan Kent

1922 yılında yaşanan mübadele anlaşmasının ardından, Kayaköy’deki Rumlar Yunanistan’a yolcu edilirken, Selanik’teki Türkler de Kayaköy’e doğru yola çıkarlar. Kayaköy’e geldiklerinde, alıştıkları coğrafyanın çok dışında bir coğrafya olan bu yerden hoşnut kalmazlar ve burada yaşamayı reddederler. Bir kısmı Kayaköy eteklerindeki ovaya yerleşirken, büyük çoğunluğu başka kentlere yola çıkar. Kayaköy’ü bugün diğer Rumların terk ettiği yerlerden ayrıcalıklı kılan da budur. Rumların gidişinin ardından yapıların bir daha kullanılmayarak boş bırakılması, tarih sayfasının hiç kapanmamasına yol açmış. 50’li yıllarda yaşanan deprem, diğer doğal sebepler gibi kenti yıpratan sebeplerin dışında, hazine avcılarının da buraları delik deşik etmesi iyiden iyiye yıpranmasını sağlamış Kayaköy’ün. Bir zamanların okullarıyla, eczanesi, doktorları, satış yerleriyle üst seviye yaşam koşullarının sunulduğu Kayaköy’ü, gün geçtikçe viraneye dönüşmeye başlamış. Özellikle, giden Rumların nasılsa döneceğiz düşüncesiyle buralardan gitmiş olması ve bunun bilinmesi, hazine avcılarında Rumların giderken değerli eşyalarını evlerinde bir yerlere sakladıkları izlenimini doğurunca, delinmedik yer bırakılmamış. İşlemeli, değerli ahşap kapılarsa tek tek sökülerek, yapılan yeni evler için satılmış. Tüm bunlar yaşandıktan sonra SİT alanı ilan edilen ve koruma altına alınan Kayaköy, şimdi hepsi kapısız, tavansız ve kat aralıkları dahi yıkılmış olarak, bir siluet gibi uyuyor dağın yamacında.


Şu an en iyi durumda olan kilise yapıları dışında, evlerin hemen hiçbirisi o dönem mimarisini birebir sergileyebilecek durumda değil. Ama her şeye rağmen, dar sokaklar arasında gezerken, kafanızı bir evin eşiğinden içeri doğru uzattığınızda, evin yapısı hakkında az ya da çok hayal kurma şansına sahipsiniz. Çoğu iki katlı olarak inşa edilen bu taş evlerin ikinci katında yaşam sürerken, alt kat genellikle hayvanların barınması için kullanılıyormuş.


Rumların gidişinin ardından Fethiye’nin gelişmesine kadar Türkler de yamacın altındaki ovada yerleşmeyi tercih etmiş, daha sonra da çoğunluğu Fethiye’ye yerleşmiş. Şimdi bir kısmı köy, diğer kısmı ise kentlerden sıkılıp göçen entelektüel insanların evlerini barındıran yapılarıyla kasabavari bir yer hâline gelen Kayaköy yerleşimi, SİT alanı olması nedeniyle kaçak yapılarla günden güne büyüyor. İmar planının çıkarılmasında yaşanan sorunlar, köylüyü de buraya yerleşmiş olan eski kentlileri de çileden çıkarıp, zor durumda bırakınca, kimi yöreye uyumlu taş ya da ahşap yapılarıyla kimi de olabildiğince sakil duran betonarme yapılarla bu kaçak sayısının büyümesine yol açmış.


“Yeni yapılanmalar da Kayaköy’ün bir açmazı. 10 seneyi aşkın zamandır, çeşitli resmi kurumların yetki sorunundan dolayı, buranın koruma amaçlı imar planı yapılamadı. Son beş altı yıl içinde, buraya 400’ün üzerinde kaçak yapı yapıldı. İmar planı daha yeni bitirildi. Bu, halkı patlama noktasına getirdi ve kaçak göçek bir şeyler yapıldı. Baştan bir takım yapı izinleri biçimlendirilmiş ve verilmiş olsaydı, çok daha sağlıklı bir yapılaşma gelişmiş olacaktı burada. Köylü bu anlamda kızgın açıkçası çünkü hiçbir şey yapamıyordu. Yeni imar planına göre bu tarihi anlamdaki bölgede pek fazla bir şey yapılmıyor zaten sadece onarım izni var; ama diğer bölgelerde de az yüzdelerle taş, ahşap gibi doğal yapıyı bozmayacak bir yapılaşmaya izin veriliyor. Bizler de bunun bir zararını görmüyoruz. Köylü daha fazla parselleşmenin yapılıp, daha çok yapılaşma sağlamak istiyordu ama bu zaten yanlış bir şey, o nedenle memnunuz. Şu anda tüm kaçak yapıların yıkım kararı var; ama ne zaman, ne kadar uygulanır bilemem.” diyor Mimar Cahit Engin yeni imar planı konusunda.


Artık tarımdan istedikleri karşılığı alamayan köylüler, kendilerine yetecek üretimi yapmak dışında çok büyük tarımsal faaliyete girmiyorlar. Bu nedenle, köyün kahvesi yaz kış dolup taşıyor. Mis kokulu ada çayı eşliğinde eski Levissi kenti kalıntılarını izlerken kahvede, Muhtar Erdoğan Kaya ile sohbet ediyorum. Kayaköy’ün en eski ve varlıklı ailelerinden birinden gelen Erdoğan Kaya, 10 yıldır Kayaköy’ün muhtarlığını yapıyor. Köye verdiği emek ve değerle, tüm köylülerin ve hatta Fethiyelilerin sevgisini ve saygısını kazanmış bir muhtar. 10 yıl önce görevi devraldığında, sokaklarından kıyılarına kadar her yeri virane hâlinde olan köye çeki düzen vererek, özellikle Gemiler Koyu’nu halkın kullanımına açacak yatırımı yaparak, tek kelimeyle bir eser ortaya koymuş. Bugüne kadar Kayaköy’ü rant olarak gören ve bu amaçla ziyarete gelen herkesi de kovuşturmayı becermiş. Ailesinin mirası olarak gördüğü köyü canla başla yeniden yapılandırıp, savunan Kaya, “Dünyanın zengini olmanın bir kıymeti yok; en önemli şey bir eser ortaya koyabilmektir. Biz de Allah’a çok şükür ekonomik bir sıkıntımız olmadığı için bir eserimiz olsun diye uğraştık ve buraya sahip çıkmaya çalıştık.” diyor. Gençler, turizmle ve sanatla ilgilenirken, yaşlılar ufak tefek tarla işini yapıp daha çok vakit öldürüyorlarmış Erdoğan Kaya’nın söylediğine göre. Sanat ve eğitim, köylünün en değer verdiği şeyler arasında geldiği için o da burada sadece sanatsal değeri olan girişimlere destek olabileceğini söylemekten geri durmuyor.


Kayaköy’ün eski yerleşiminde sırtını verdiği dağın tam arkasında yer alıyor deniz. O nedenle, tarihi kentin, biraz zahmetli de olsa en tepesine çıktığınızda, muhteşem bir manzara dört bir yandan ayaklarınızın altına seriliyor. Bir yanda terk edilmiş ama hepsi bir düzen içerisinde yer alan evleriyle Kayaköy, diğer yanda Gemiler Koyu; esen serinletici rüzgâr da cabası…


Bazen koşullar, doğru olanı değil yapılması gerekeni yapmayı zorunlu kılar ve doğru, pek çok nedenle göreceli bir kavramdır. Dünün doğruları bugünle çelişebilir ama objektif olmak, varsa eksikleri, yanlışları görmezden gelmek yerine düzeltmeye çalışmak en iyisidir. O yüzden Kayaköy, açık bir tarih sayfası olma niteliğinden kurtulmalı, yapılan projeler yetkililer tarafından değerlendirilerek desteklenmeli; geçmişte yaşananlar bir yana bırakılarak, dostluk ve barış için Kayaköy’den yola çıkılması hepimizin ortak dileği olmalıdır.

Not: Bu dosyanın hazırlanmasındaki desteğinden dolayı Mimar Cahit Engin’e sonsuz teşekkürlerimle…


Dip Not:

1-       Louis de Bernieres, “Kanatsız Kuşlar”, Altın Kitaplar, 2007, Sayfa: 42

Kaynaklar:

  • “Gezi Türkiye”, Ekin Grubu Yayınları, 2007
  • “Türkiye’de Görülmesi Gereken 101 Yer”, Boyut Yayın Grubu, 2008
  • Deniz Som, “Gide Gele Anadolu”, Günizi Yayıncılık, 2005

29 Ekim 2011 Cumartesi

TANRILARIN VE KORSANLARIN MİRASI: OLYMPOS


Yıl MÖ 2. yy’ın aralarında bir yerlerde gezinen rakamlara sahipken Likya Birliği, Olympos kentine üç oy hakkı tanır; zenginliğinin karşılığında üç kişiyle temsilcidir birlik içinde artık Olympos.  Zeus, Olympos’un zenginleşmesine katkıda bulunmuş mudur; Athena kılıcıyla korkutmuş mudur birliğin diğer üyelerini; Aphrodite güzelliği ile büyülemiş midir insanoğlunu; bu başarıda Tanrıların payı var mıdır; insanoğlu ile beraber paylaştıkları bu topraklara katkıda bulunmuşlar mıdır, bilinmez...


Şimdilerde Tahtalı Dağı olarak bilinen Olympos Dağı’ndan adını alan kentin geçmişine dair net bilgilere henüz ulaşılmış değil. Henüz yeterince araştırılmamış, tüm incelemeleri tamamlanmamış bir ören yeri olarak hizmet veren Olympos, hem Tanrılara hem de korsanlara yıllarca ev sahipliği yapmış. Görkemli ve gizemli güzelliği, saklı ama ulaşılması kolay yerleşimi ile hep sükûnet ararken hep karmaşanın ortasında bulmuş kendini Olympos sakinleri. Ondandır ki ne korsanlar geldiğinde onlarla işbirliği yapmaktan ne de başka bir saldırıyla karşılaştıklarında pratik çözümler üretmekten uzak durmamışlar. Olympos’a giren herkesin genlerinde vardır huzur, sakinlik ve miskinlik beklentisi. İşte bu hissiyat ta o günlerden kalmadır. Olympos’un doğasına işlemiş, suyunda can bulmuş, rüzgârlarıyla baştan sona sarıp sarmalamıştır bu beklentiler sınırlarından içeri girenleri...


Eskiden gemiler, Akçay deresinin aktığı bir vadi içerisine kurulu bu görkemli ve gizemli kentin içine, derenin kanal haline getirilmiş olması sayesinde girebilmekteydiler. Şimdilerde derenin içinden geçerek denize gidiyor Olympos ziyaretçileri. Çoğunun gözü şöyle bir geziniyor antik kentin kalıntılarında ama çok da fazla zahmete katlanıp keşfe çıkan yok aralarında.


Artık herkes biliyor Olympos’un ağaç evlerini. Neredeyse Kadir’in Ağaç Evleri, Olympos kentinden daha çok ziyaret edilir oldu. Tüm görkemiyle, tüm güzelliğiyle yollarımıza eşlik eden antik kent, yalnızlığını haykırıyor adeta kaybolmaya yüz tuttuğu yeşilliklerin arasından. Eskiden sırtına çantasını atan, ya otostopla ya da yürüyerek tatil yapan gezginci, maceraperest insanların başlıca mekânları arasındaydı Olympos. Olympos’a sadece Olympos’un geçmişinden bugüne gelen huzur, yalnızlık, sakinlik ve özgürlük duygularını paylaşmaya gelirdi insanlar. Olympos da büyük bir cömertlikle sunardı onlara tüm sahibi olduğu güzellikleri. Ama şimdiki durumuna bakılırsa çok değil az bir zaman sonra Zeus kükreyecek, Kimera tekrar dirilecek ve Ares yüzünü Olympos’a çevirecek. İşte o zaman Olympos’u ister istemez terk edecek tüm bu kalabalıklar ve işte o zaman Olympos tekrar sakinliğine, yani benliğine, gerçekliğine kavuşacak...


Hâlâ vazgeçemediyseniz Olympos’un güzelliğinden; tüm kalabalık ve Olympos’a ait olmayan insan keşmekeşinden hâlâ bezmediyseniz, “Bayram’ın Yeri” Olympos’ta Olympos ruhuna sahip kişilerin ilk tercih ettikleri yer olarak dikkati çekiyor. Ağaç evleri, sakin ve seçkin müzik yayını, tamamen dinlence amaçlı oluşturulmuş ortak alanı ile leziz yemekleri bütünleşince hem Türk hem de yabancı, gerçek manada sırt çantalıların yeri haline gelmiş. Denize de diğerlerine oranla yakın olması ise bir başka güzelliği... Gece yemek ardından, kumsala doğru yola düşerken, elimizdeki fenerler bile antik kentin o tamamen terk edilmiş, tamamen kaderiyle baş başa bırakılmış görüntüsünü aydınlatmaya yetmiyor. Ne olursa olsun kumsala çıkmadan önce selamlıyoruz Kaptan Eudomos’un lahdini ve ay ışığı sessiz, sonsuz denizin üstüne yansıyarak karşılıyor bizleri. O anda Olympos’tasınızdır işte... O anda Olympos selamlar, sarmalar ve size güzelliklerini sunmaya başlar... Dönüp arkanıza sarp dağlara doğru baktığınızda Olymposluların ışıltılı, sessiz, sakin güzelliklerini görürsünüz adeta...


Gün doğumuna kadar ayrılamazsınız bulunduğunuz kumsaldan... Ne gelen giden sahilin köpekleri ne ikide bir sizi dürtükleyen böcekler keyfinizi kaçıramaz; çünkü kalabalıklar yoktur artık, çünkü ses, gürültü, bağrış çağrış yoktur; sonsuz bir dinginlikle denize, gökyüzüne ve elbet Olympos’un ruhuna bırakırsınız kendinizi. Gün doğumu ise renk skalasının ne kadar çok çeşitliliğe sahip olduğunu hatırlatırcasına denizin üstünden gerçekleşir. Güneş, hafif hafif gülümser, günaydın der sahildeki uyuklayan misafirlere. Sonra inatçı misafirleri keskin bakışlarıyla kendine getirir; illa zorunlu kılar kendine bakmaya. Şimdi denize girip ayılma ve pansiyonların yolunu tutma vaktidir. Zira güneş öğleden sonra 16:00’ya kadar bir gıdım gölgeye müsaade etmeyecektir Çıralı Plajı’nda...


İşte böyle bir yer var, adı Olympos; ama onu anlatmak bile istemiyorum yazıyla... Aslında böyle bir yer var, biliyorum ve işte fotoğraflar anlatıyor her şeyi tamam ama yazmak istemiyor insan; yazdıkça yozlaştığını, yazdıkça kalabalıklaştığını, yazdıkça yok olduğunu gördüğü için... Eğer Olympos’un ruhundaki özgürlüğü, sakinliği, doğallığı, natürel yaşamı içinizde hissetmiyorsanız gitmeyin Olympos’a; bırakın bir yer de sizin ihtiyacınızı karşılamayıversin. Bırakın bir yer de olduğu gibi, kendi gibi kalsın...


Şimdi Olympos Antik Kenti içinden geçip denize doğru ilerlerken önümde yürüyen kalabalıkları görmezden gelemiyor; ister istemez “neden?” diyorum. Tüm Olympos tutkunları gibi şikâyetçiyim elbet bu kalabalıktan, bu keşmekeşten, umarsızca büyümeden, her zevke hitap eden yerlerin açılmasından. Şikâyetçiyim ve Olympos’u Olympos yapan değerlerin farkına varmaksızın Olympos’a gelenlere sadece, “Korsanlar bassın pansiyonunuzu” demek geçiyor içimden...


YANARTAŞ


2500 yıldan beri yanan ateşiyle Yanartaş, mitolojik efsanelerdeki yerini hakkıyla edinmiştir. Khimaira, ağzından ve burnundan çıkardığı alevleriyle korku ve dehşet saçarken, Bellerophontes onu öldürmeseydi belki bugün “Yanartaş”a çıkmak için bir nedenimiz olmayacaktı ya da insanoğlunun bitmek tükenmek bilmeyen hayal gücü yepyeni efsaneler uyduracaktı kendi halinde 2500 yıldır yanan taşlar için...


Efsanevi Yanartaş’ı görmek üzere Olympos’tan kalkan dolmuştaki yerimizi aldığımızda fenerlerimizi getiren şoförümüz, yolların karanlık olduğunu, fenersiz yürüyemeyeceğimizi söylüyordu. Gerçekten de Yanartaş mevkiine geldiğimizde tamamen bilgisiz, neyle karşılaşabileceğinin bilincinden uzak, yani tam anlamıyla turist tiplerdik ki ayaklarımıza nasıl olduysa giydiğimiz spor ayakkabılarımıza şükretmeye daha yolun başında başlamıştık. Hem karanlık hem de patika yol, tepeye çıkışı gittikçe zorlaştırırken, havanın sıcaklığı da eklendiğinde tam anlamıyla eziyete dönüşüyor; Yanartaş bize beklentimizi ve bunca emeğimizin karşılığını vermezse ne yaparız diye düşünüyorduk. Artık terden ve tıkanmış nefeslerimizden bitap düşmüş halde Bellerophontes’e daha büyük saygı duymaktan başka bir çaremiz kalmamıştı. Bu yorgunluğun üzerine bir canavarla savaşmak ha...


Sonunda dizlerimizin bağı çözülmüş vaziyette tepenin üstüne vardığımızda, kalabalık arasından parlayan alevleri görünce anladık ki varmıştık. O kadar sıcaktı ve biz ter kan içindeydik ki değil alevlere yaklaşmak, görmek bile ilk anda pek zevk vermiyordu. Biraz soluklanıp olaya bütünsel olarak baktığımızda taşlar arasından sızan gazla birbirinden kopuk pek çok yerden parlayan alevler, aslında ortamı olabildiğince mistikleştiriyor; etraftaki insanların keyifli sohbetleri ve kimilerinin şarkıları keyfimizi arttırıyordu. Gökyüzünün karanlık görüntüsünde alevlere eşlik eden yıldızlar Yanartaş’tan inme zorunluluğumuzu sürekli unutmamıza yol açsa da aramızdan biri “artık dönme vakti” diyerek zorlu etabın ikinci turunun başlaması gerektiğini hatırlatıyordu.


“Yanartaş”, Olympos ya da çevresine gelenler için mutlaka görülmesi gereken bir yer. Ancak yola çıkmadan önce iyi aydınlatan fener, spor kıyafet ve ayakkabılar, bir de bol miktarda su stoku ile yola çıkmayı unutmayın. Khimaira taşların altına gömülmüşse de alevlerinin gücünü hâlâ ve sonuna kadar hissettiriyor ziyaretine gelenlere...

17 Ekim 2011 Pazartesi

NEMRUT DAĞI


Öyle bir kral düşünün ki; ülke topraklarını, tek bir damla bile kan dökmeksizin genişletsin; tarihin ilk barış anlaşmalarını imzalasın; topraklarına sanat şaheserleri yaptırsın ve bunların nedenini, gelecek nesillerin anlaması için, yazıtlarla açıklasın; Doğu ile Batı’nın sentezi olmaya aday olacak kadar güçlü, başarılı, zeki ve kendinden emin olsun… Öyle bir kral düşünün ki; güneşe meydan okusun, kendini tanrı katına koyacak kadar megaloman olsun, Doğu ve Batı medeniyetlerinin tanrıları ile kendi tanrılarını bir araya toplayarak, hepsini içeren bambaşka bir inanış yaratmayı amaçlasın. Ve öyle bir kral düşünün ki; koca Roma İmparatorluğu’nun güçlü savaşçılarını yerle bir etsin, politik manevralarıyla, farklı soylardan gelen halkının kendisini merkez almasını sağlasın ve bin yıllar boyunca gizemini sürdürmeye devam etsin…


“İşte, gördüğün gibi, tanrılara gerçekten lâyık oldukları bu heykelleri diktirdim: Zeus Oromasdes’in, Apollon Mithras Helios Hermes’in, Artagnes Herakles Ares’in ve her şeyi besleyen vatanım Kommagene’nin heykelleri. Aynı taştan ve aynı tahtlar üzerinde duaları işiten tanrıların yanına, kendi heykelimi de koydurttum. Böylece ulu tanrıların ezeli saygınlığını, kendi genç bahtıma çağdaş kıldım. Ve böylece, onların, kraliyete ilişkin olarak giriştiğim işlerde, sık sık ve somut olarak, âlicenap bir yardım olarak, bana tevcih ettikleri sonsuz ihtimam ve himayelerinin hakkaniyetli bir taklitçisi oldum.”


*** 

Gördüğü rüyanın etkisiyle olsa gerek, krallığın, 2000 yıl sürmüş gizemini gün ışığına çıkarmak için ömrünü adamış arkeologlar; Otto Puchstein, Karl Humman, Osman Hamdi Bey, Theresa Goel, Friedrich Karl Dörner ve Sencer Şahin’in fark edemedikleri bir detayı, bir gizi, bir değeri ortaya çıkaracakmışçasına yavaş adımlarla ilerliyor ve geçtiği her yere uzun uzun bakmayı ihmal etmiyordu. Kommagene Krallığı’na dair o kadar çok şey okumuştu ki, o rüyayı görmesini normal saymalıydı; ama bu toprakların etkileyici gizeminin bir parçası olma ihtiyacıydı belki de onu bu noktaya getiren. İçinden tekrarlayıp duruyordu bilinçsizce: “Sadece 200 yıl, sadece 200… Fırat’ın gücü, Mezopotamya’nın yaratıcılığı, tanrılara duyulan inancın kudreti midir bu kadarcık zamanda, bu şaheserleri ortaya çıkarmanı sağlayan?”. Bilinçsizce seslendiği kişi, cevap verme zahmetine katlanmayacağını çok iyi bildiği Kral 1. Antiochus’tan başkası değildi…


***

Kommagene Krallığı, egemenliği altında olduğu Asurluların güç kaybından faydalanan Mithridates Kallinikos’un bağımsızlığını ilan etmesiyle, MÖ 109 yılında kurulmuş; bugünün Adıyaman, Gaziantep ve Kahramanmaraş illerini kapsayan bir alanda egemenlik sürmüştür. Mithridates, ataları olan Pers ve Makedonlar ile, bölgedeki diğer toplulukların birlikteliğini ifade etmek amacıyla, ülkesinin adının, Yunancada “genler topluluğu” anlamına gelen Kommagene olmasında karar kılmıştır. Mithridates, ileride oğluna miras bırakacağı politik zekâsının örneklerini, başka manevralarıyla da gösterecekti: Ülkedeki farklı soylardan gelen insanların, barış ve mutluluk içinde yaşaması için, krallığın isminden başka şeylere de ihtiyacı vardı ve bunu, tanrılarına son derece bağlı olan halkına seslenirken, tanrılarla yaptığı anlaşmadan bahsederek elde edecekti. Mithridates onlara, bu anlaşma sayesinde, onların artık tanrıların koruması altında olduğunu söyleyecek ve böylece, o güne kadar kan ve soy bağı ortaklığını önceleyen halkların birlikteliğini sağlamış olacaktı. Bundandır ki Kommagene Krallığı’nda, tanrıların hep, biri Yunanca diğeri Persçe olmak üzere iki ismi bulunmaktaydı.


Kralın tek oğlu 1. Antiochus, ailesinden Yunan ve Pers karışımı bir eğitim alarak ve babasının zekâ ürünü politikalarını takip ederek büyüdü. Mithridates’in annesinin, Büyük İskender’in soyundan geliyor olması ve babasının Pers Kralı Büyük Darius’un soyundan geliyor olması, gelecekte 1. Antiochus’un yeni bir kültür ve din yaratma çabasına temel teşkil edecekti.

***

Güneşin keskin ışıklarına ve masmavi gökyüzüne rağmen, rüzgârın şiddeti, dondurucu bir etki yapmaya devam ederken; bu bölgede, bundan yaklaşık 150 yıl önce, son derece iptidai şartlarla kazı çalışmaları yapan ekibin, meslek aşkına ve emeğine saygı duymamanın mümkün olmadığını düşünüyordu. Değil detayları fark etmek, burun buruna geldiği ve görmek için bunca yolu teptiği 1. Antiochus’un heykeline bile hak ettiği ilgiyi gösterebilecek kadar enerjisi kalmadığını hissediyordu. Hâlbuki, ne aylarca süren bir yürüyüşle, ne de sarp kayalıkları aşarak buraya varmamıştı; hepi topu, düzleştirilmiş ve yürüyüş yolu hâline getirilmiş bir patikayı takip ederek tırmanmıştı.


İşte artık onların karşısındaydı; onlarla beraber güneşe, insanlığa, güce ve tüm toplumlara meydan okumanın zamanıydı. Elindeki kitapçığı bir kenara koyarak, isimleri saymaya durdu: “Kral 1. Antiochos, Bereket Tanrıçası Kommagene (Fortuna Thyce), Tanrılar Tanrısı Zeus-Oromasdes, Apollon-Mitras, Herakles Artagnes”. Üzerinde durmaları gereken tahtlardan aşağı düşmüş olan bu başlara karşı, son derece saygılı bir ses tonuyla sesleniyor ve tarihin hışmından çekiniyordu; 1. Antiochos’un, hem doğu hem de batı terasına yazdırmış olduğu mirasından, nasıl davranması gerektiğini iyice öğrenmişti…


“Zamanın akışı içinde, her kim; bu ister bir kral, ister bir hükümdar olsun, bu ülkenin yönetimini devraldığında, bu kanunu ve bize ibadeti korur ve sürdürürse, benim hayır dualarımla, tüm rahmetli atalar ve tanrılar ondan razı olsun. Bu kanuna karşı gelen ve tanrılara saygısızlıkta direnenin ise her türlü felaket başına gelsin.”


****


1. Antiochos, krallığı babasından devraldığında çok genç yaşta olmasına rağmen, yetiştirilme tarzının da etkisiyle, kısa zamanda halkının saygı ve sevgisini kazanmayı başardı. Tahtta kaldığı İÖ 69-38 yılları boyunca, ülkenin bir daha göremeyeceği bir refaha ve büyüklüğe kavuşmasını sağladı.


Antiochos’un kendine güveni, yaptırdığı tapınakları, tanrı heykelleri ve yazıtları; onun, kimi arkeologlar tarafından, kendini beğenmiş birisi olarak tanımlanmasına da neden olmaktadır. Ama onun kendini beğenmişliğine ve kendini tanrılarla eşit seviyede gören tavrına rağmen, dönemin koşulları içinde tek bir damla bile kan dökmeksizin topraklarını genişletmiş olması ve halkının son derece refah içinde yaşamasını sağlamış olması, son derece orijinal ve zeki bir yönetici olduğunun kanıtları olarak kabul edilmektedir.


Doğu ve Batı’nın sentezi bir kültür kurma yolundaki idealinin ilk adımını, dönemin korku salan Roma İmparatorluğu ile yaptığı dostluk anlaşması ile atar. Roma’nın güvenini kazanmasının ardından, dostluğunun kanıtı olarak, Roma İmparatoru tarafından Zeugma kentiyle ödüllendirilmiş ve son derece verimli bir toprak parçası olan Zeugma sayesinde, adının günümüze kadar gelmesini sağlayan heykellerini yaptıracak refah seviyesine ulaşmıştır. Batıdan gelebilecek tehlikeyi bu sayede ortadan kaldıran Antiochos’un, doğu tarafından yükselen bir tehlike olan Part Krallığı’na karşı da bir strateji geliştirmesi gerekiyordu. Bunun da çözümünü kısa zamanda bularak, kızının, Part Prensi ile evlenmesini sağladı ve böylece dostluklarını kazandı. Her iki yönden gelebilecek tehlikeleri, politik yeteneği sayesinde savuşturan Antiochos, artık babasının anlaşma yaptığı tanrılara olan inancını kanıtlamak ve onların birlikteliğinden yeni bir inanış oluşturma idealini gerçekleştirmek için, tüm dikkatini, ülkesinin topraklarına yerleştireceği kabartma ve heykellerin üzerine çevirebilirdi. Kısa zamanda da tüm ülke topraklarını; dev kabartma, heykel ve anıtlarla donattı.



Antiochos’u, Helenistik dönemin en ilgi çekici krallarının arasına sokan bir diğer özelliği ise, ülkesi için yaptıklarını ve amaçladıklarını, ülkesinin kurallarını ve mirasını yazıtlar aracılığıyla gelecek nesillere iletme yolunda beklenmeyecek kadar kararlı bir tavır içerisinde olmasıdır. Gerek tanrıların kutsal alanı olarak görülen Nemrut dağında yer alan hayatının en büyük projesindeki yazıtlar aracılığıyla, gerekse ülke toprakları içinde yer alan ve bugün Kahta ilçesi sınırlarında bulunan Arsemia Ören Yeri’ndeki babasının mezarının girişi üzerinde ve tanrılarla el sıkışma sahnelerinin olduğu kabartmaların arkasında bu yazıtların yer almasını sağlayarak, bir idealini daha yerine getirmiş oldu: Adı ve gerçekleştirdikleri, yüzlerce yıl sonraya taşındı.


“Ata hükümdarlığını devraldığım zaman, dindarlığımın bir sonucu olarak, tahtıma bağlı krallığı tüm tanrıların ortak yurdu yaptım. Onları, şekli temsillerini, kendi soyumun talihli köklerinin geldiği Pers ve Helenlerin eski usullerine göre çeşitli biçimlerde yapmak suretiyle, kurbanlar keserek ve şölenler düzenleyerek, eskiden beri insanlar arasında ortak bir âdet olduğu üzere, onurlandırdım. Onursal duyguları somut ifadeye dönüştürmek ise benim hak bilir düşüncemin bir buluşudur.”*

***

Kuzey, doğu ve batı teraslarında, tüm soğuk havaya rağmen, sindire sindire attığı turunu tamamladığında; Antiochos’un, heykellerini batıya ve doğuya bakacak şekilde yerleştirerek, batının ve doğunun sentezi olan ülkesini işaret etmiş olduğu gerçeğini ve zamanın tahrip edemeyeceğine inanarak yaptırdığı tanrı heykellerinin yer aldığı iki terasın arasına yerleştirmiş olduğu tümülüsün altında, mezarının var olabileceğine dair inanışı birleştiren zihninde çakan şimşeği fark etmekte gecikmedi: “Zamanının ötesindeki bakış açınla, bizlere göstermeye çalıştığın yolun gerçekliğini umursamayıp, senin gizeminin sırrını çözmeye uğraşmak yerine; gerek inanç, gerekse bulunulan coğrafya ve kültürlerden doğan farklılıkları bir yana bırakıp, barış ve huzur içinde birlikte yaşamanın mümkün olduğunu gösteren yönetim anlayışını örnek almamız gerektiğini anlatmaya çalışıyordun!”… Yüzündeki kocaman gülücükle, gün batımının ve doğumunun en güzel izlendiği Nemrut’un diğer ziyaretçilerinin arasındaki yerini alarak, içten içe Antiochus’a teşekkür etmeyi sürdürdü: “Bıraktıkların, anlattıkların ve barışa duyduğun inançla, bizlere örnek olduğun için teşekkürler Antiochus!”…

****

Antiochos’un, MÖ 38 yılında ölümünün ardından tahtı devralan oğlu, onun tamamlandığını göremediği büyük projesi olan kutsal alanın, Nemrut’un tepesindeki yapımını sürdürdü. Ancak, Antiochos’un ardından kral olan hiç kimse, krallığın, onun getirdiği noktada kalmasını sağlayamadığı için Kommagene Krallığı büyük bir düşüşe geçti ve MS 72 yılında da Roma İmparatorluğu tarafından ele geçirildi. O tarihle birlikte, neredeyse 2000 yıl, bir gizem perdesi altında uykuya dalan Kommagene Krallığı, bundan 150 yıl kadar önce Nemrut Dağı’ndaki, hâlâ tamamlanıp tamamlanmadığı tam olarak bilinmeyen kutsal alanın ortaya çıkmasının ardından, tekrar gün ışığına çıkmış oldu. Sadece Nemrut Dağı’nın doruklarındaki dünyanın 8. harikası kabul edilen bu yapıtlar değil, bununla birlikte, çok önemli bir tarih, toplum yapısı ve özgün yönetim tarzı ve bu krallık topraklarının diğer parçalarının bulunduğu; Kuştepe, Arsemia Antik Kenti, Yeni Kale gibi önemli merkezler de ortaya çıkmış oldu.


Küçücük bir krallıktan, tüm dünyayı etkileyen ve gizemini hâlâ sürdüren bir tarihin açığa çıkmış olması, kültürlerin kavşağı olmanın, tüm dünya tarihi içinde ve boyunca ne kadar önemli olduğunun da bir çeşit göstergesi olmalı. Kültürlerin, barış ve uyum içinde birleşmesinden ortaya çıkan yapının ayrıcalığı, belki de gün ışığına çıkmış olan bu tarihî gerçekten alınması gereken en büyük ders olmalı.


Tarihe adını yazdırmış çok az kral, sadece 200 yıl süren bir krallık olan Kommagen Krallığı’nın en ünlü kralı 1. Antiochus kadar konuşulmuş, araştırılmış ve merak edilmiştir. Nemrut Dağı’nın tepesinde, her gündoğumu ve batımını tanrılarıyla beraber ayaklarının altından izleyen Antiochus, yazıtlarında, mezarının aynı tepedeki tümülüsün altında olduğunu ima etmiş olsa bile, bugüne kadar bulunamamış olan mezarı nedeniyle, gizemini sürdürmeye devam ediyor...    

15 Ekim 2011 Cumartesi

UYGARLIK OVASI’NIN NARİN ÇİÇEĞİ: MİDYAT


Sanki dokunsam, bir anda dağılacak gibiydi… Hâlbuki nice yeller esmemiş miydi üstünden, nice kavimler geçmemiş, nice uygarlıklar gelişmemiş miydi; nedendi şimdi bu kırılgan, bu çekingen tavrı? Belli ki birileri onu üzmüş, hırpalamış, darmadağın etmişti; zor ayağa kalkmış, bulabildiği incecik dallara ölesiye sarılmış; inatla, inançla, hırsla geçmişini bugüne taşımak için çaba sarf etmişti. Şimdi kim sevdiğini söylese, ürkek tavırlarla gülümsüyor; gösterdiği güzelliğin bin katını içinde saklıyordu…


 “Sarı” değil miydi renklerin hüzün dolu olanı; sarı değil miydi ayrılıklara adını koyan? Sarının tüm tonlarını kattı bedenine ve işledi onları; sevgiyle, özenle, incelikle… Onu kuşatan bu sarı tonlar, şimdi her görene bir başka ayrılık hikâyesini anlatır oldu; bu sarı tonlardan yazdığı destanla lime lime anlattı tüm geçmişini ziyaretçilerine…

Ey uygarlıkların beşiği, ey kültürlerin buluşma noktası, ey Mezopotamya! Nedendir senin bu narin çiçeğe yaptıkların? Neden koruyamadın, kollayamadın yüzyıllardır gözün gibi baktığın çiçeğini?

“Ben de geçtim buzul çağlarından, ben de su oldum, buz oldum, çamur oldum, çiçek oldum… Azdı Fırat, coştu Dicle ve benim de toprağımdan aldı götürdü bir yerlere. İlk ayrılıkları yaşadım böylece, ilk acıyı… Bende kaldı ayak izleri ilk kavimlerin; bende kaldı testileri, kapları, evleri, eşyaları… Çamurdan toprağımı, verimli tarlalara çeviren bu insanoğulları, bedenimden aldıkları parçalarla şekil verdiler bana. Göğe yansıyan suretimden gördüm kendimi; sevdim, hem kendimi hem de insanlarımı... Konuştum onlarla, dertleştim; arkadaş oldum, dost oldum, sevgili oldum… Onlar bana yoldaş oldu, ben onlara yurt. Onlar bana ‘Matiat’ dedi, bense onlara bir zaman Asurlular, bir zaman Akkadlar, Hititler, bir zamanlar da Persler, Romalılar, Osmanlılar, Türkler dedim… Onlar hep isim değiştirdi; benim de adıma ‘Midyat’ dediler sonraları…”


Soğuktan mıydı üzerimdeki ürperti, kulağıma inceden inceye gelen sesten mi hiç bilemedim? Hâlbuki ben Mezopotamya’ya dönmüş yüzümü, ardıma koymuş Midyat’ı, gün doğumunda renkten renge giren ovanın üzerinden geçip giden hayatların hayalini kurmaktaydım. Kelimeleri onlardan ödünç alacak, yazıma aktaracaktım. İşte o zaman, Midyat’taki hüznün nedenini sorduğum Mezopotamya değil, narin çiçeğin ta kendisi, Midyat verdi cevapları usulca. Kâh bir rüzgârla uğuldadı, kâh yeni uyanmış bir kuşun kanadına takıldı, kâh rüzgâr oldu, kuş oldu geldi anlattı bana destanını…

“Her değişen isimle bende de bir şeyler değişti; her biri bir şeyler kattı bana ve giderken, gönlümden bir parçayı aldılar yanlarına. Gün geçtikçe, göğe yansıyan yüzümün sarardığını, ayrılıkların rengini tüm benliğime yaydığımı gördüm. Benim için yaşanan kavgalara, benim için yapılan savaşlara tanıklık ettim; sağıma soluma çarptı darbeler, canım yandı. Ama kim geldiyse sevdi beni; sevdadanmış bu hırçınlıkları dedim sonraları…” 

Sevgiyle, mücadeleyle, güçle, kültürle, mimariyle, dinle örülmüş bir destandı dinlediğim. Attığım her adımda peşim sıra gelen kelimeler anlattı yitik zamanları, sevdaları, yaşananları. Sevgiyle nefretin, savaşla barışın, dostla düşmanın paylaştığı bu topraklardan akıyordu tüm tarih. Kimi zaman farklı kültürlerin, uygarlıkların savaşlarına kimi zamansa farklı inançların dostluklarına şahit olduğundandır ki hoşgörünün ve kültürlerin birleştiği yer olarak adını yazdırmıştı tarihe. O arkadan vurmacı; sevgi nedir, dostluk, barış nedir bilmeyen terör de olmasa, bugünkü kadar mağrur, bugünkü kadar kırılgan, bugünkü kadar ürkek olmayacaktı besbelli.

“Önceleri, üzerimden kopardıkları parçaları işlediler, heykeller yapıp taptılar onlara; sonra, tüm inandıklarını da yaratanın varlığına inandılar. Pek çoğu tek tanrıda buluştu; ama farklı inanışları, farklı ibadetleri ve farklı yaşam tarzları oluştu. Ne kadar da farklılaşsalar birbirlerinden, uyum içinde yaşadılar üzerimde. Tıpkı, azalmış olsalar da bugün olduğu gibi… Yok, birbirlerini azaltmadılar; diyorum ya onlar uyum içinde yaşadılar üzerimde, birlikte şekil verdiler bana. Ta ki, çok eski değil toplasan 20-25 yıl önce, ‘terörist’ dedikleri, ne onları ne de beni sevmeyenler gelene kadar. Direnenler de oldu; onlarla direndim ben de tüm acılara. Öyle çok sevdiklerini, öyle çok sevdiğimi yitirdim ki tüm Mezopotamya inledi acımızdan. Üzerimden onca millet, onca ırk geldi geçti ama böyle bir acı yaşatmadı bana…”

Çok tanrılı dinlerin ardından, Hıristiyanlığın ilk yayılma noktalarından birisi olan Midyat; Hıristiyanlığı kabul eden Süryanilere, Müslümanlığı kabul eden Türklere, Kürtlere, Araplara ve özgün inanışlarıyla Yezidilere bir arada ev sahipliği yaptı. Hoşgörünün oluk oluk aktığı bu topraklarda hepsi bir arada, saygı ve sevgi ile yaşamayı becerdiler; ortaklaşa bir kültür inşa ettiler. Camilerle kiliseleri yan yana yaptılar; tıpkı evleri gibi onlar da komşu olsun istediler. Ne birbirlerine karıştılar, ne birbirlerini yadırgadılar; aksine, öyle iyi anlaştılar ki birbirlerinin kültürlerine izler bıraktılar. Şimdilerde aynı huzuru yakalamaya çalışan bu insanların yürekleri, bir kuşun yüreği kadar ürkek olsa da terör yüzünden göç edenlerin topraklarına geri dönmeye başlamasıyla, daha bir inanır olmuşlar eski güzel günlere geri döneceklerine.


“Şimdi geçmişteki yüzümden bugüne kalanlar, yeni sevdalar yaratır oldu bana. Başka yerlerden gelen, kalmayan ama gönlünü buralarda bırakan ve gitmeden evvel bana ‘Mutlaka bir daha geleceğim’ diye seslenen bu insanlar da geçmişimin izlerini paylaşırken soludular yaşadıklarımı. Göğe yansıyan yüzüme baktıkça, değişen yanlarımı görsem ve kendime benzetemesem, yakıştıramasam da geçmiş günlerimin birer temsili olan yaşlı yüzüme dokunmadıklarından olsa gerek artık güneşi daha bir keyifle yansıtır, artık bana seslenen yüreklere daha çok inanır olmaya başladım yine.”

Midyat’ın son yıllarda turizmden pay almaya başlamasının öncelikli sebeplerinden birisi özgün mimari dokusu elbette. Kalker taşından inşa edilmiş olan bu iki katlı evlerin dış cephe işçiliklerindeki özen bile, burada yaşamış olan insanların hayatlarından memnuniyetinin, buralara duydukları sevgi ve ilginin birer kanıtı gibi. Yaşadığı toprağı sevmek sadece sözle değil, ona gösterdiğin özenle de ölçülmelidir. İşte bu toprağın farklı kültür ve inanıştaki insanlarını bir arada tutan, birbirleriyle anlaşmalarını sağlayan bu unsur, onların yeniden umutla baktıkları şu günlerde en büyük dayanakları olmuş.

Kolay kesilen, üzerine işleme yapılabilecek kadar yumuşak bir yapıya sahip olan ve ocaktan çıktıktan sonra doğal şartların etkisiyle sertleşen kalker taşının sarı rengi, sadece Midyat’ın değil tüm Mezopotamya’nın uzun tarihsel geçmişine vurgu yapmaktadır sanki. Geçmişten bugüne, bu topraklarda yaşamış kültürler içinde en çok iz bırakan Süryani Hıristiyan topluluğu ve Müslüman topluluğu, aynı şekilde özenle ve sevgiyle yaşıyor hâlâ dedelerinden miras topraklarda. Bugün oldukça azalmış olan Süryanilerin, memleket özlemiyle tekrar dönmeye başlamış olması, bu kültür zenginliğinin de devam edeceğinin göstergesi. Bir dönem yine Midyat’ta yaşamakta olan Yezidilerden ise hemen hemen hiç kimse kalmamış artık. Belki bir gün, onların da özlem duygularına yenik düşüp memleketlerine döndüklerini duyarız, kim bilir…


Her biri ayrı bir sanat eseri görünümünde olan Midyat evleri de Süryani mimarisi olarak biliniyor. Midyat’a özgü zanaatlar arasında yer alan taş oymacılığı ve telkari, Süryani topluluğunun bu topraklara kattıkları başlıca değerler. Süryani ustalarının ellerinden çıkan ve bizlerin hayranlık dolu gözlerle anlamaya çalıştığımız işlemelerde, onların yaşam unsurları ve değerlerine ilişkin kanıtlar yatmaktadır. Bu taşlardan örülmüş evler, kimi zaman bir üzüm dalı ile pekmez ve şarap üretiminin geçim kaynakları olduğunu anlatmakta, kimi zaman bir karanfil bahçesinin içinden geçiyormuşsunuz izlenimi bırakmakta kimi zaman da bir güvercin olup geçmişin güzel günlerinden haberler taşımaktadır gören gözlere. Süryani ustalarından kimse kalmamış olsa da onlardan miras olan bu zanaatı günümüzde, Müslüman ustalar keyifle sürdürmeye devam etmekteler.

Aynı şekilde, telkari adı verilen gümüş işçiliği de son derece ince ve özenli çalışmalarla yaratılan bir zanaat. Süryanilerin pek çoğunun göç etmesi ve ardından yaşanan ekonomik sıkıntılar sonucunda, telkari dükkânları tek tek kapanmış; ama son dönemde ilgiyi tekrar üzerine çekmesiyle, Midyat’ta yaşamakta olan Süryaniler, zanaatlarına sahip çıkarak, en güzel telkari ürünlerini yeniden yapmaya başlamışlar. Ondandır ki Midyat sokaklarında gezerken, sağlı sollu telkari dükkânlarının vitrinleri sayesinde, bir genç kızın gizemli güzelliğini fark ettiğinizi hissedersiniz.

“Şimdi neşeli çocuk sesleri avutmaktadır beni. Her birinin ayak seslerinin yankılandığı yaşlı sokaklarım bu sayede gençleşmekte, güzelleşmekte sanki. Abbaralarımda gizlediğim gözyaşlarımda, çocuklarıma hak ettikleri yaşamı sunamamış olmamın üzüntüsü yatıyor aslında…”

Bu destan kentin daracık sokaklarında bana eşlik eden onlarca çocuktan biri yanıma sokulup, “Seninle gelebilir miyim?” diyor. Ona, “Tabii ki, sen benim arkadaşım ol beraber gezelim her yeri.” derken, ne kendi sesimi ne de onun sesini duymuyorum; gözlerinden yansıyan Midyat’ın sesi geliyor kulaklarıma. Artık Midyat, bu çocukların kenti benim için. Ne geçmişten gelen kültürlerin, ne farklı inanca sahip insanların, ne de gezmeye gelen turistlerin değil; her sokakta onlarcasına rastladığım, o gözlerinde fırtınalar esen, ışıltılarına yoksulluk karışmış güleryüzlü, sıcacık çocukların kenti…

Kış güneşinin yansıdığı Midyat evlerinin arasından süzülüp giden bir labirent kıvamındaki dar sokaklarda, yeni arkadaşım Sinan’la birlikte gezerken, Devlet Konukevi’nin önünde duruyoruz. Son derece kalabalık olan kapısından geçecekken, Sinan’ın duraksadığını hissediyorum. “Ne oldu, gelmeyecek misin?” diyorum. “Bizi almazlar içeri.” diyor kırgın bir ses tonuyla. İshak Bey Konağı olarak bilinen bu büyük yapı, Midyat’ın en tepe noktasında yer alıyor ve Midyat evleri arasında ayrıcalıklı bir konuma sahip. “Sıla” dizisinin ana mekânlarından birisi olduğu günden beri ziyaretçi akınına sahne olmuş. Çekim olmadığı günlerde, turistleri ağırladıkları bu konukevinde kalmak mümkün; ama konakladığınız odanın da bu evin gezilecek odalarından biri olduğunu ve her an odanıza meraklı bir turist grubunun girebileceğini unutmamanız lazım.

Sinan’ı elinden tuttuğum gibi içeri sokuyorum. Oldukça geniş bir alanı kaplayan konağın avlusundan her bir kattaki odaları kucaklayan geniş eyvanlara ve özenle işlenmiş odalarına kadar bambaşka bir dünyaya açılan kapı gibi burası. Restorasyonun ardından, tüm ziyaretçilere açılan, bir nevi müze ev olan bu konak, Midyat evlerinin içyapısı hakkında da bilgi sahibi olmanızı sağlıyor. Dış cepheye gösterilen özenin, içeride de uygulanmış olması, güzelliğine güzellik katıyor Midyat evlerinin. Tüm kentin ayaklarınızın altına serildiği konukevi terasından, gün batımında sarı bir ışık gibi yanıyor Midyat.

Akşam serinliği çöktükçe, gün boyu esen rüzgârın şiddeti de kendini gösteriyor ve Sinan, çorapsız ayakları, açık ayakkabılarıyla ve üzerinde montu olmadığından üşüyor besbelli. Anadolu delikanlısı ya üşüdüğünü kabul etmiyor ve beni orada yalnız bırakmayacağını söylüyor. El mahkûm beraberce iniyoruz terastan. Yok, merak etmeyin, çorabı olmadığından çıplak değilmiş ayakları Sinan’ın; annesi yıkamış çorabını da ondan çıplak kalmış kara ayakları. Monta filan da gerek yokmuş; erkek adam üşür müymüş; nasıl soruymuş bu…

Birbirinin önünü kesmeyen, birbiri üzerine gölgelerini düşürmeyecek şekilde inşa edilmiş olan Midyat evlerinin dar sokakları da, yaz ve kış şartlarında, sokaktaki insanların sıcak ya da soğuktan korunması amacı güdülerek dizayn edilmiş. İşte bu dar sokakları ve evleri birbirine bağlayan, kışın yağmur ve rüzgârına karşı şefkatli birer sığınak olan abbaralarla Midyat, eşsiz bir mimari bütünlük sergilemektedir.

Konukevi çıkışında, altından geçerken, kulağımda yankılanan çocuk seslerini yitirdiğim abbarada Sinan’ı da kaybediyorum. Sokaklar boyunca beni yalnız bırakmayan, yanımdan ayrılmayan ve diğer çocuklardan yeni arkadaşını kıskanan Sinan ne oluyorsa bir anda yok oluyor. Abbaranın altında kalakalıyorum; içimi kaplayan hüzün, Midyat’ın gözyaşlarını gizlediği bu mekânda yüreğimi acıtıyor. İşte o an anlıyorum yanımda gezen, bana sokakları anlatan, yoldaş olanın Sinan değil, Midyat olduğunu. Onun, abbaralar altına gizlediği gözyaşlarının nedenini fısıldayan sesinin; ete kemiğe bürünüp Sinan olduğunu, Midyat çocukları olduğunu, Midyat’ın umut dolu ama belirsiz geleceği olduğunu anlıyorum…

Şimdi Uygarlık Ovası’nın narin çiçeği Midyat, yeniden dirilişiyle çağırıyor sevdiklerini; tek başına verdiği savaşın mağrur galibi Midyat, eski günlerin özlemiyle sesleniyor uzaktaki sevdiklerine… Kulak verin siz de; kulak verin medeniyetin beşiğinden gelen bu ince, bu kırılgan, bu narin sese…



Gümüşün 550 Yıllık Öyküsü: Telkari

Süryani kültürünün bir parçası olan ve günümüzde Midyat adını tüm dünyaya duyuran faktörlerden birisi hâline gelen telkari, 550 yıllık geçmişiyle Midyat topraklarında soluk alıp veriyor. Süryani Kültür Derneği Başkanı ve kendisinin de bir telkari atölyesi olan Murat Arslan, telkarinin öyküsünü paylaşıyor bizlerle.

Murat Bey, telkarinin tarihsel geçmişinden ve özelliklerinden bahsedebilir misiniz?

Yaklaşık 550 yıldır gümüşle yapılan bir sanattır telkari. Aslında tarihi 1000 yıla dayanıyor ama daha önce bakır üzerinde işleme yapılıyormuş. 550 yıldan beri Midyat’ta yapılan telkari ise günümüzde devam etmekte; yani dünyadaki ilk gümüş el işlemeciliği Midyat’tadır. Kullandığımız gümüş 999 ayar; zaten 1000 ayar gümüş de yoktur. 999 ayara da kaynakta daha iyi tutması için bakır karıştırıyoruz; bu nedenle de gümüş 950 ayara düşüyor. Dünyada gümüşün en yüksek ayarda kullanıldığı yer Midyat’tır. İşleme yaptığımız parçaların genelinde 180–24 mikron arası incelikte tel kullanıyoruz. Bunun dışındaki tüm çalışmalar el işlemeciliği; tamamen elle yapılan, hiçbir şekilde makine kullanılmadan işleniyor. Gümüş telleri ise, gümüşü çekerek çeşitli inceliklerde yine kendimiz, atölyelerimizde yapıyoruz.

Bugün Türkiye’de döküm işleri çoğaldığı için el işçiliği, eskisi gibi rağbet görmüyor. Nedense insanlarımız artık el emeğini değil de hazır fabrika işlerini tercih ediyor; tabii bu tercihin başında daha ucuz olması yatıyor sanırım. Bu da el işlemelerinin satışını zorlaştırıyor.

Telkarinin Midyat’a katkısı nedir?

Midyat’ın en önemli özelliklerinden birisi gümüş işlemeciliği, diğeri de taş işlemeciliğidir. Bugün Midyat’ın tanıtımını yapan başlıca iki şey bunlardır. Dolayısıyla telkarinin maddi katkısı bir tarafa, manevi olarak çok önemli katkısı olduğunu söyleyebilirim.

Telkari satışlarında ve telkariye gösterilen ilgide, turizmdeki yükselişle paralel bir artış olmadı mı?

Oldu olmasına da son dönemde yine olaylar başlayınca duruldu biraz. Oysa baktığınız zaman şu anda Midyat’ta hiçbir şey yok; 1995’ten beri olay olmadı. Ama haberlere baktığınız zaman, “Mardin’in bilmem hangi dağında, Midyat’ın şu köyünde şu kadar kişi öldürüldü.” dendiği zaman, burası da ister istemez çok etkileniyor.

2003-2004 yılları arasında büyük bir turizm patlaması oldu burada. O zaman, buradaki esnaflar ve gümüş işçiliğiyle uğraşanlar için de çok iyi olmuştu. Ama son iki yılda sanırım bu Diyarbakır olaylarından dolayı, o zamandan beri diyebilirim ki yüzde 99 düşme oldu gerçekten. Şu an Midyat, dışarıya da satıyor telkâri işlerini; Mardin’e, Ankara’ya, İstanbul’a ve daha pek çok şehre gönderiyoruz.

Model çeşitliliğini nasıl sağlıyorsunuz?

Modeller kendi tasarımlarımız. Hiçbir şekilde başkalarının tasarımı değil. Burada kendimiz yapıyoruz. Kolyeler, küpeler, bilezikler gibi kadınlara yönelik süs eşyalarının dışında; bardak altlığı, anahtarlıklar, şekerlikler, çantalar, kemerler, mücevher kutuları, isimlikler ve daha pek çok farklı amaca hitap eden modelimiz var. Telkari, el işçiliği olduğu kadar özgün tasarım olarak da değer taşıyor.  

Usta çırak ilişkisi ile öğreniliyor sanırım telkari işi?

Evet, ustaların yanında, çocukken aldığınız eğitimle öğreniyorsunuz. Çocukluktan başlamazsanız, bu meslek biraz zor öğrenilir. Şimdiki çocuklarsa öğrenmek istemiyorlar pek. Tabii bunun zorunluluktan kaynaklanan bir yanı da var; okul çağındaki bu çocuklar para kazanmaya bakıyor. Çırak olarak gelen birine biz iki gün sonra maaş ödemesi mi yapacağız? O da bizi kurtarmıyor. O yüzden de çocukların ilgisinde bir azalma oldu.

Süryani Kültür Derneği Başkanı olarak derneğinizde ne tür faaliyetler yapıyorsunuz?

Süryani kültürünün de bu ülkenin bir parçası olduğunu anlatmaya çalışıyor; yüzyıllardır yaşadıkları bu topraklarda daha iyi tanınmaları ve bu kültürün korunması için faaliyetler yapıyoruz. Çeşitli AB projelerimiz var, Süryani kültürünü korumak ve tanıtmak amacına yönelik olarak. Yakın bir zamanda dergi çıkartmayı da düşünüyoruz. Göç etmiş olan ailelerin geri dönüşünü de destekliyoruz. Şu ana kadar 25–30 aile döndü; bunların çoğunda da bizim katkımız büyüktür. Belki bir beş yıl öncesine kadar Süryanilerin varlığını bilen yoktu. Gerçi bunu da iyi mi yapıyoruz bilmiyorum; çünkü zaman zaman kimi gazetelerde hakkımızda bu memleket için tehlikeli olduğumuza dair haberler çıkıyor. Ben, Yargıtay Başkanı’na, Cumhurbaşkanı’na bile gidip gümüş zanaatını tanıtan biriyim. Bence biz, Avrupa’da bile Türkiye’nin adının önde gelebilmesi için çok çaba sarf ediyoruz. Bu tip kışkırtmaları ve temeli olmayan haberleri hangi amaçla yaptıklarını kestirmek çok güç.  



Taşın Dile Gelişi

Midyat denince akla gelen ilk şey, özgün taş işlemeciliği ile bezeli yapılarıdır. Yüz yıllar öncesinden bugüne etkileyiciliğini kaybetmeyen Midyat evlerinin, özgün taş işlemeciliğinin detaylarını Usta Abdullah Çetin’den öğreniyoruz.

Midyat’ta taş işlemeciliği kimler tarafından yapılmaya başlandı ve şimdi kimler yapıyor?

Bildiğimiz kadarıyla bu zanaat, eskiden Yahudi ustalar tarafından yapılıyordu. Onlardan sonra Hıristiyan ustalar, yani Midyat’taki Süryani ustalar yapmaya başladı. Daha sonra da onların yanında çalışan Müslüman ustaların bu işi öğrenmesiyle şimdi Müslüman ustalara geçti. Zaten şu anda Hıristiyan ustalardan pek kimse kalmadı Midyat’ta.

Kullanmakta olduğunuz kalker taşının özellikleri nelerdir?

Bu taşın özelliği, yıllar geçtikçe sertleşmesidir. Montajı yapılıp birkaç yıl geçtikten sonra tamamen sertleşir. Suyu emer ve içindeki boşluklar dolunca sertleşir. Günümüzde bu taş genellikle dış cephe süslemelerinde kullanılıyor.

Bu taşlar üzerine işlediğiniz motiflerin özelliklerinden bahseder misiniz?

Midyat’a özgü olan bu taşta, genelde büyük motifli desenler kullanılıyor. Bu desenlerin her birinin bir anlamı var. Örneğin asma ağacı, üzüm ve yapraklarını kullanıyoruz ki bu da Mezopotamya’yı simgeliyor. Onun dışında yine Mezopotamya’yı simgeleyen lale ve sümbül kullanıyoruz. Ayrıca bazı modeller ve bir takım çalışmalarla ortaya çıkan geometrik desenler var. Büyük Selçukluların ve Anadolu Selçuklularının yapmış oldukları bazı model çalışmalarından da esinleniyoruz. Eskiden ustalar, tıpkı bir mimar gibi, tasarım gücüne göre bir takım modeller çıkarıyorlardı; doğadaki ve çevresindeki nesnelere bakarak, bunlardan taşa uygulanabilir olanlarını işliyorlardı. Biz de bu şekilde uyguluyoruz. Bir model kullandığımız zaman, onu bir mimardan ya da bir başka tasarımcıdan örnek almıyoruz; kendi özgün modellerimizi yaratıyoruz. Zaten bu işi zanaat yapan özellik de budur.

Taş işlemeciliğinde, eski ve yeni arasındaki farklar nelerdir?

Midyat ve Mardin’deki eski ustalar, cephe süslemelerinde çok önemli çalışmalara, ince işçiliklere imza attılar. Ama şu andaki çalışmalarımızda biz, ihtiyaca göre kaba süslemeleri kullanmak zorunda kalıyoruz. Bu maddi durumla ilgili bir şey tabii; fiyatın yükselecek olması nedeniyle, çok ince işlemeler yapmıyoruz. Ancak özel siparişler istedikleri zaman bunu yapıyoruz.

Ne kadar sürede öğreniliyor bu zanaat; çocukluktan başlanıyor herhalde değil mi?

Genelde biz çocukluktan itibaren başlıyoruz bu işe. Eskiden bunu öğrenmek zordu. Çünkü taş, ocaktan elle getiriliyordu ve eski tip aletlerle yapılıyordu. Bir kişi usta olmak için o ocakta en az 4–5 sene çalışıyordu; sırf kaba kesim için. Kesme işleminden sonra yüzeyini ön plana çıkarma, taşı törpüleme işlemi vardır; mesela biz şimdi makinelerle kesiyoruz taşı. O işlemin öğrenilmesi de birkaç sene sürüyordu; yani bir kalfa, 6–7 yıl da orada çalışıyordu. Ondan sonra, ince işini çıkarmak için de en az 1–2 sene çalışması gerekiyordu. Yanındaki ustanın bilgi ve kabiliyetine bağlı olarak öğreniyordu. Yani eskiden bir kişi, en az 10 senede usta olabiliyordu. Ama şimdi kabiliyetine göre, 2–3 senede usta olabiliyor bir kişi. Tabii bu, o kişinin çok iyi usta olduğu anlamına gelmez. Bir söz vardır: “Bir antika parçasını tenekeciler çarşısına götürürseniz değeri 1 liradır, ama antikacılar çarşısına götürürseniz ona paha biçilemez.”. Yani bir taşa usta gözüyle bakmak farklıdır, sıradan bir vatandaşın bakması farklıdır. Bu sanatın en büyük sıkıntılarından biri de bu. İnsanlar ekonomik açıdan baktıkları için, zanaata eskisi gibi değer verilmiyor artık.

Dediğinize göre, 50 kişiye ekmek kapısı oluyor sizin atölyeniz. Sizin gibi çalışan başka büyük yerler de var mı?

Evet, şu anda Midyat’ta bu şekilde çalışan 10 tane atölye var. Eskiden bu işi elle yapıyorduk, törpülüyorduk. Eski kaymakamımız Feyzullah Özcan’ın çalışmalarıyla, makine sistemine geçtik. Eskiden elle örülme durumuna getirilen taşı biz şimdi makineyle kesiyoruz. Bu da bize şimdi çalışma kolaylığı ve daha çok iş imkânı sağlıyor. Elle yapılırken, eskiden bir binayı belki 10 senede bitiremezdik. Şimdi 1 ayda bitiriyoruz.

Ama ince iş hâlâ el işçiliği değil mi; onu fabrikasyona sokmadınız?

Tabii. Aslında onun torna makinelerini de araştırdık ama buna geçmedik; çünkü o zaman zanaat olma özelliğini kaybediyordu. Mesela Picasso, belki bir resmini tekrar yapmak istese aynısını yapamayacaktı. Bizim zanaatımızın en önemli özelliği de bu. İşin maddi kısmını düşünen kesim için torna makinesiyle yapılması önemli değil. Ama Avrupa’dan gelen kişiler tornayı kabul etmiyorlar. Ayrıca, biz torna sistemine geçecek olursak, burada çalışan 50 kişi 10’a düşecek. Yani bu zanaatın Midyat’a ekonomik katkısı da bir bakıma azalacaktı.

Başka şehirlerde de bu zanaata ilgi var mı?

Silopi, Nusaybin, Cizre, Batman gibi buraya yakın yerlerden sipariş alıyoruz. Çünkü eskiden buralarda da bu zanaat yapılıyordu. Nusaybin’de tarihi bir cami vardır, minaresi yine bu taştan yapılmıştır. Batman’ın ilerisinde Veysel Karani Türbesi’ne bakacak olursanız bu zanaatı görürsünüz. Aslında bu çalışmaların, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden kalma örneklerini Anadolu’nun her yerinde görmek mümkün. Mesela Doğubeyazıt’ta İshakpaşa Sarayı, Erzurum’daki Çifte Minareli Medrese, Konya’daki İnce Medrese’de bu örnekler var.



Görmeden Dönmeyin:

Camiler:  Eski şehrin merkezinde yer alan Cevat Paşa Camisi, 1925 yılından günümüze gelen, Midyat’ın mimari dokusuyla uyumlu özgün işçiliği ile etkileyici görünüme sahip bir cami. 1800 yılında yapılmış olan Merkez Ulu Cami ise görülmesi gereken önemli dini yapılardan bir diğeridir. 1915 yılına tarihlenen H. Abdurrahman Camisi ise diğerleri gibi, Müslüman topluluğun hâlen kullandığı camilerden birisidir. Tüm bu camilerin iç duvarlarında da Midyat’a özgü bitkisel motifler ve süslemeler yer almaktadır.

Kiliseler: Süryaniler, Midyat ve çevresindeki toprakları, kutsal toprakları olarak kabul ediyorlar ve bu toprakların bütününe “Turabdin” diyorlar. Turabdin Bölgesi Metropolitliği’nin merkezi olan Midyat’ta, Süryaniler tarafından yapılmış olan tarihi kiliselerin pek çoğu bugün de kullanılmakta. Özellikle, sabahın erken saatlerinde yapılmakta olan Pazar ayinleri, ibadet edenleri rahatsız etmediğiniz sürece herkese açık. Ayin bitiminde birbiriyle tokalaşan, dualar eden cemaat, sizin yabancı olmanıza ya da başka bir dine mensup olmanıza aldırmadan sizinle de selamlaşacak ve sizin için de dua edecektir. Bu kiliselerden bazıları; Mor Şmuni Kilisesi, Mor Barsavmo Kilisesi, Mor Ahisneyo Kilisesi, Protestan Kilisesi, İzozoel Kilisesi, Mor Şarbel Kilisesi, Mor Eliyo Kilisesi, Mor Afrem Kilisesi, Mor Dimet Kilisesi, Mor Kuryakos Kilisesi, Mor Estafanos Kilisesi’dir. Bu kiliseler ve adını yazamadığımız diğerlerini gezmek için epey zaman ayırmanız gerekiyor. Çünkü bu kiliselerin pek çoğu Midyat merkezi dışında, köylerde yer almaktadır. Kilisede ayin olmasa bile, birçoğu çok eski yıllarda yapılmış olan bu yapıların tarihi dokusunu görmeden dönmeyin.

Manastırlar: Süryani Kadim Cemiyeti için çok önemli manastırların yer aldığı Midyat’ın 25km dışındaki Mor Gabriel Manastırı (Deyrul Umur), 6. yüzyılda yapılmış ve bugün Turabdin Metropolitliği’nin merkezi sayılıyor. Dünyanın en eski ve faal manastırlarından birisi olan Mor Gabriel Manastırı, içine girdiğiniz andan itibaren, heybeti ve özenli mimarisi ile sizi büyüleyecek. İçinde; dört kilise, misafirhane, azizler evi, su sarnıcı, çiftlik üniteleri, futbol sahası gibi pek çok yapıyı barındıran bu manastırı gezmek için size eşlik edecek genç gönüllü rehberler, merak ettiğiniz tüm tarihi detayları da anlatacaklar. Yine bu manastırda yer alan Süryanice yazılmış yüz yıllık el yazması İncil, gümüş kabartmalı kapağı ve boyutu ile mutlaka görülmesi gerekenler arasında. Mor Gabriel Manastırı gibi ziyaretçilerini büyüleyen bir diğer yapı ise Meryem Ana Manastırı. Anıtlı Köyü’nün güneyinde yer alan bu manastır, özellikle az bulunan mimari yapısıyla ilgi çekmektedir.