11 Şubat 2020 Salı

KADİRLİ’DE BİR TURP YOLCULUĞU

 “Maalesef hanımefendi; telefonda da söylediğimiz gibi, yerimiz yok. Aslında yerimiz var; ama temizleyecek adamımız yok…”

Turp Festivali’nin son gününe rastlamıştı Kadirli programımızın başlangıcı ve daha önceden aradığımız için yer olmadığını bildiğimiz misafirhanede bir defa daha şansımızı denemek istemiştik. İster istemez, konaklamak için Kozan’a kadar gitmek ve sabah tekrar buraya geri dönmek zorundaydık. Kadirli ilçesinde, konaklayacak 2-3 tane düzgün yer vardı ama hepsi festival nedeniyle doluydu. Güneydoğu’da yoğun geçen günlerin ardından, gezi programımızın son günlerine yaklaşırken, artık her fazladan kilometre gözümüze batmaya başlamıştı; hele de hava kararınca daha bir zulüm oluyordu boşuna gitmek.

Sonunda Kozan’ın tek otelindeki odalarımıza yerleşip, derin bir uykunun ardından sabah; ince kesilmiş ve ekşimiş beyaz peynir, içine çekilmiş siyah zeytin, kabuğu ayıklanmamış ve pörsümüş birkaç dilim domatesle ve markasını, ömrü hayatımda ilk defa gördüğüm kutu reçelle yapılan hızlı kahvaltının ardından, yeniden Kadirli’ye hoş gelmek üzere yola düşüyorduk. Aramızda aynı geyik dönüp duruyordu, “Dün gece bu yoldan mı geldik biz; Allah Allah ne kadar da yeşilmiş hiç fark etmedik; ne kadar da inceymiş bu yol hiç anlamadık; iyi üstümüzden bir tır geçmemiş…”.

Günlerden Pazar olması ve yoğun geçen bir festivalin etkisi olsa gerek, sabahın erken saatlerinde pek fazla insan göremiyoruz sokaklarda. Tek tük geçen arabaların içindekiler de uykulu gözlerle bize bakıyorlar. Daha önceden yaptığımız programa göre, belediyeden bir yetkilinin telefon numarasını yazdığım not kâğıdı elimde; ama Pazar sabahının bu erken saatinde aramak çok da doğru gelmediğinden, yeni bir planlamaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Sonunda, kimseyi tatmin etmemiş kahvaltının yankısı duyuluyor Faruk Akbaş’tan: “Şurada bir pastane var; en iyisi orada oturup hem bir şeyler atıştıralım hem de ne yapacağımıza karar verelim.”. Açık olduğundan emin olduktan sonra pastaneye doğru yol alıyoruz. Kapıyı açıp girdiğimizde, pastanenin sahibi Adem Çuhadar, bizi, hoş geldiniz diyerek ve gülümseyerek karşılıyor. Ayakta verdiğimiz siparişin arasına ne için orada olduğumuzu sıkıştırıveriyoruz: “Biz turp yıkama üzerine çalışma yapmak için geldik. Belediye ile görüştük ve bugünlerde yıkamanın yapıldığını söylediler. Oraya nasıl gideriz?”.


Gezginler için hayat bazen güzel sürprizler hazırlar; bunlardan en sevileni de sizin günlerce peşinden koşarak ayarlayacağınız bir programın, kendiliğinden önünüze çıkıvermesidir. İşte Adem Çuhadar, bizim için bu sürprizin başlangıcındaki isimdi. Derdimizi anlar anlamaz bizi masamıza yönlendirip, “Siz buyurun; ben bir iki arkadaşı ayarlayayım, onlar sizi götürürler.” diyerek telefon etmeye koyuldu.

10-15 dakika sonra kapıdan içeri giren Mehmet Şabab, zaman ilerledikçe çok daha iyi anlayacağımız üzere, gönüllü bir turizm elçisiydi. Adem Bey’in nefis tereyağlı künefesi ile sabah kahvaltısı anlayışımızı iyiden iyiye altüst ettikten sonra, Mehmet Bey’le birlikte dışarı çıktık. Daha biz ne istediğimizi tam olarak anlatmadan Mehmet Bey, “Şimdi bir hale gidelim; oradan Ahmet’i de alırız tarlaya gideriz. Tarlada çekim (toplama) işi var şuanda; onları görüntülersiniz. Daha sonra çaya gider ve turp yıkama için çalışma yaparız.”. Söyleyecek tek kelimemiz kalmıyor; keyifle takip ediyoruz Mehmet Bey’i.

Tarlaya gitmeden önce, haldeki çeşit çeşit meyvelerin mis kokuları arasında, özenle demlenmiş çaylarımızı yudumlarken, bir yandan da sohbet ederek turp ve Kadirli ilçesi hakkında bilgiler alıyoruz.

Türkiye’nin tükettiği turpların %70’ini üreten bu ilçenin başlıca geçim kaynağı da toprağın bu güzel ürünü. Kadirli turpunu tescilleme çalışmaları sürerken, yılda en az 2000 kişi, turp işinde çalışıyor ve evine ekmek götürüyor. Hem ülke ekonomisine hem de ilçenin ekonomisine böylesine faydalı olan turpu da baş tacı etmişler elbet: Her yıl, Turp Festivali adıyla geleneksel bir festival düzenleniyor ve ayrıca, ilçenin meydanında koca bir turp heykeli karşılıyor misafirleri. Savrun Çayı’nın turp yıkama için kullanılan kısmına “Turplar Vadisi” ismini vermiş olmaları da hem Anadolu insanının muzip yanını hem de Kadirlilerin turba verdikleri önemi işaret ediyor. 


Küresel ısınma ve buna bağlı kuraklık, buradaki ürünün de çoğunu vurmuş bu sene; ama son 20 gün yağan yağmur, zararın daha büyük olmasını engellemiş. Tabii bu hava değişimi, bir yandan kimi tarlalardaki turpların hiç büyümemesine yol açarken, kimi tarlalar da ardı ardına yağan yağmurların etkisiyle erken büyüyen turplarla dolmuş.

Normalde turpun toplanması -ki onlar bu işleme ‘turpun çekilmesi’ diyorlar- ve yıkanarak poşetlenmesi, yaklaşık 4,5-5 ay sürermiş; ama bu sene erken bitecekmiş, ürün önceki yıllara oranla az olduğu için. Kadirli’de çalışan tüm işçiler yine Kadirlili. Gündelikle çalışan bu işçilerin bir kısmı tarlada, bir kısmı ise çayda çalışıyor. Çayda yıkama işleminde çalışan işçilerin tamamı kadınlardan oluşuyor. Gündelik olarak tarlada çalışanlar 15-20 YTL, çayda çalışanlar ise 20-25 YTL arasında para kazanıyorlar. Genç yaşlarında turp yıkama işinde çalışmaya başlayan kızlar ise, kısır kalma tehlikesi altında çalışıyorlar. Çünkü Savrun Çayı’nın suları dağlardan geliyor ve çalışmanın başladığı kış aylarında su, son derece soğuk oluyor.  

Haldeki sohbetimizin ardından, arabalara atlayıp tarla yoluna düşüyoruz. Ben daha çok bilgi alabilmek için Şabab kardeşlerin arabasına yerleşiyorum. Yol boyu yemyeşil doğasıyla Kadirli, hiç bilinmeyen bir güzellik olduğunu hissettiriyor. Ahmet Şabab, yol boyunca geçilen tarlalarda neler üretildiğini, geçmiş zamanda yaşanan sellerin nerelere nasıl zarar verdiğini ve kaç çeşit turpun burada üretildiğini anlatıyor. Konumuzla ilişkili olan kısmına geçersek Kadirli’de günümüzde beş farklı çeşit turp yetiştiriliyormuş. Bunlar arasında en çok siyah turp denilen Japon turpu, beyaz turp ve bizim peşine düştüğümüz kırmızı turp üretiliyormuş. Yol boyu geçtiğimiz tüm tarlalar, 12 ay boyunca bir dolar bir boşalırmış. Yani tek üretilen şey turp değil bu tarlalarda; turp kalktıktan sonra, kısa bir süre nadaslanan toprak gübrelenerek yeni ürüne hazır hâle getiriliyormuş ve çoğunlukla ardından karpuz ekimi yapılırmış. Bunun dışında, soğan ve ıspanak da bu toprakta bolca yetişen ürünler arasında. Tabii bu yoğun tarımsal faaliyet, geçimini bu yolla elde eden halkın da 12 ay boyunca iş yapacakları bir alanın varlığına işaret ediyor. Herkes uzun yıllar boyunca aynı işçilerle çalışırmış burada; o yüzden işçi – patron ilişkisinden çok, tarlaya gelir gelmez anlayacağımız üzere, bir çeşit akrabalığa dönüşmüş ilişkileri. Tarlaları sulama problemleri de yok; kanal sistemi oldukça iyi yapılandırılmış ve yönetiliyor.


Yemyeşil tarlaların arasında geçen yolculuğumuz, bir tarlanın kenarında son buluyor. Arabadan inip, çoğu toplanmış olan tarlanın içinden, işçilerin olduğu kısma doğru ilerliyoruz. Bu sırada ayağıma takılan turpları görünce, “Bunlar neden toplanmamış?” diyorum ve “Onlar beğenilmeyenler.” diye cevap alıyorum. Yani turpun iyisi için ilk eleme tarlada yapılıyor. Tarlada çalışan, 20-25 kadar işçi var. Bunlardan bir kısmı, ince bir çizgi gibi dizilmiş, bükülmüş olan bellerine yüklenerek çekim (toplama) işini yapıyorlar. Bir kısmı ise tarlanın daha önce toplanmış olan kesiminde oturup, yeni çekilen turpları yapraklarından ayırıyorlar. Genellikle yaprakları ayırma işlemi yaşlılar tarafından, tarladan çekme işlemi ise gençler tarafından yapılırmış.

Belleri eğik bir şekilde çalışan işçilerin durumu, Ahmet Şabab’ı da endişelendiriyor: “Valla nasıl böyle gün boyu çalışıyorlar inanamıyorum. Ben bir gün çalışayım dedim, iki gün kalkamadım belimin ağrısından…”. Tarlada gezmeye başladığımız andan beri birbirlerine sataşarak, şakalaşarak eğlenen işçiler, bu defa beni kestiriyorlar gözlerine: “Gel sen çek biraz da.” diye seslenenlere, hemen işe girişerek karşılık veriyorum. Onlar çekerken oldukça kolay gözüken bu işin ciddi güç gerektirdiğini de anlamam uzun sürmüyor; güç kullanmadan ve vücudu dengeli yerleştirmeden çekmeye kalkışmak, oldukça komik bir görüntü yaratmak için yeterli oluyor… Bir süre geçtikten sonra, çekebilecek güce ve dengeye sahip olduğumu kanıtlayıp, çalışanlarla sohbet etmek üzere işi bırakıyorum.

Turp çekilerek topraktan çıkarılıyor ve yığınlar hâlinde toplanıyor. Yığınlar, kesim işçilerine götürülerek yapraklarından ayrılıyor. Yapraklar da hayvanlara yem olarak kullanılıyor. Yapraklarından ayrılan turplar da çuvallar üzerine toplanarak römorka atılıyor ve römorklar çayın yolunu tutuyorlar. Tarla işi bu organizasyondan ibaret ve sabah 7-7,30 gibi başlayan iş, akşam 4,5-5 gibi sona eriyor. Arada çay molaları ve yemek molaları da var elbette.

Bir yandan çalışan, bir yandan sürekli şakalaşan ve bu şakalarını da bağırarak yapan işçilerden gelen haykırışlar, hep birlikte gülmemizi sağlıyor:

“Ahmet Emiiiiiiii!”

“Neeeeee?”

“Artizzz mi olcaaan, ne poz veriyooonn?”

Kısa kısa sohbet ediyorum çalışanlarla. Mustafa Teksoy, bu işi 30-40 yıldır yapıyor. Arada 10 sene fark var ama o saymıyor belli ki; 30-40 yıl işte ne fark eder… “Geliri iyi bizim işimizin. Karnımız doyuyor çok şükür. Sürekli iş var ve kendi memleketimizde çalışıyoruz bu sayede. Sabahları evimizden traktörlerle alıyorlar, akşamları da bırakıyorlar. Yazları çalışmak daha zor tabii sıcaktan; o yüzden daha çok mola veriyoruz ve daha geç paydos ediyoruz. 10. ayda ekiyoruz turpu ve sonra bir kere yağmurlama yapıyoruz. Bir ay içinde yetişiyor eğer soğuk vurmazsa.” diyor Mustafa Teksoy.

Genç erkeklerin toplama hızına yetişmek mümkün değil. Bize özel mi, hep mi böyleler diye arkadaşlarına soruyorum, “Genelde böyle.” diyorlar. Böyle işçi oldu mu fazla sayıda olmasına gerek yok, diye düşünmeden edemiyorum. Genç kızlar, fotoğraflarının çekilmesinden son derece rahatsız oluyor ve hatta biraz da naz yapıyorlar; orta yaşlılar ise son derece rahat. Hatice Saraç, çocukları olduğunu, onlara baktığını ve kendi geçimini sağladığını söylüyor ama yan taraftan şaka dolu bir ses yükseliyor, “Yalan söylüyor yalan; memur oğlu var onu söylemiyor.”. Şaka da olsa Hatice Saraç bundan rahatsız belli ki açıklama ihtiyacı duyuyor: “Onun kendi çocuğu, hanımı var; bana nerden bakacak memur maaşıyla? Bunlar hep böyle, oğlum çalışıyor da bana para yolluyor sanıyorlar; sanki ben burada boşuna çalışıyormuşum gibi sataşıyorlar bana.” diyor. Tariye Kıvcı’nın da Ankara’da polis memuru bir oğlu varmış. “Gelip gidiyorlar yanıma ve bana çalışma anne diyorlar ama ben öyle sıkılıyorum.” diyor. “Biz alıştık böyle çalışmaya ve yevmiye almaya. Ödemelerimizde hemen hemen hiç aksaklık olmaz.” diye de ekliyor. Bunu duyan işçilerden birisi, “Az zam veriyorlar ama…” diye bağırıyor patronunun karşısında ve gülüyor peşi sıra.

Tarlada toplama işi azalınca, çoğunluk kesmeye geçiyor. Kesme işinde çalışan Şerife Kadiroğlu, her gün yüzlerce turp kesmekten kollarının ağrıdığını ama yine de bu işi çok sevdiğini söylüyor: “Çocuklarım okuyor daha ve onlara bakıyorum; kocam da hasta, çalışamıyor zaten. Burası iyi geliyor bana; sıkıntılarımı dağıtıyorum ve para kazanıyorum.”. Döndü Kabaca, bir yandan turpları yapraklarından ayırırken bir yandan da “Hadi kızım çek beni de şöyle güzelce.” diyor. Temiz havanın kıpkırmızı yaptığı yanaklarıyla kocaman bir kahkaha savuruyor ardından. İçimde bir rahatlama hissediyorum. Genellikle böyle işlerin peşinde gittiğinizde, işçilerin mutsuzluğundan ve haklı şikâyetlerinden koca bir üzüntü topağı olmaya hazırlıklı olmalısınız; ama burada hayat başka türlü akıyor. Çok zor ve yorucu bir iş yapıyor olmalarına rağmen, ne bir somurtan ne de bir şikâyet eden var aralarında. Tarladan ayrılmadan, hepsiyle vedalaşıyorum ve o sırada Hatice Cora yanıma yaklaşıp, turplarla çiçekleri birleştirerek oluşturduğu buketi sunuyor bana.

Tarladan dönüş yolunda Ahmet Şabab, “Turp kelliğe de çare; yaz bunu da lütfen.” diyor; gülüyorum ama aslını astarını da soruyorum. Meğer kendisi de bu dertten muzdaripmiş ve birçok yol denemiş bu illeti yenmek için; ama hiçbiri işe yaramamış ta ki başına turp sürmeye başlayana kadar. O günden beri saç çıkmaya başlamış yeniden kafasının kelleşen kısmında.

Biz yıkama işlemi için çaya gideceğimizi sanırken, yine halde buluyoruz kendimizi. “Hele bir öğle yemeği yiyelim, öyle gideriz çaya. Zaten sizlere çizme ayarlamam lazım.” diyor Mehmet Şabab. Sabah öve öve bitiremediği ciğerciye gitmeye can attığımızdan olsa gerek, gıkımız çıkmıyor. Gerçekten de övdüğü kadar varmış, diye diye yediğimiz ciğerlere nefis bir şalgam eşlik ediyor. Bu arada gözden kaybolan Mehmet Bey, elinde sarı çizmelerle geri geliyor. Böylesi başımıza hiç gelmemişti; daha önce pek çok çekime katılmış gibi Mehmet Bey her şeyi organize ediyor; gökten bizim için indirilmiş sanki.

Yemekten sonra, bu defa Savrun Çayı’na doğru yol alıyoruz. Çayın “Turplar Vadisi” kısmında tüm kenarları, farklı havuzlar hâlinde bölünmüş. Zamanında paylaşılmış olan çayın kıyısında, herkesin kendine ait bir havuz yeri var ve tarladan gelen römorklar, turpları ya da yıkanacak diğer sebzeleri buraya getiriyorlar. Turp yıkama, turpların toprağı dökülsün, tartıda sorun çıkmasın diye yapılıyor ve parlayan turplar arasındaki çürüklerin ayıklanması için de uygun ortam oluşuyor. Her sene bu havuzların oluşturulması için yenilenen bir çalışma da söz konusu. Suların yükselmesi ve yoğun kullanımla yıkılan bentlerin tekrar yapılması için belediyeden vinç kiralıyorlarmış. Saati 2000YTL olan kira ücreti oldukça çok gelse de onlara, yine de bu vincin bentleri birkaç saatte örüyor olması nedeniyle vazgeçilmez olduğunu söylüyorlar. Daha önce de söylediğim gibi, çayda su içinde yapılan iş tamamen kadın işi; sadece bir erkek var çalışan. “Torbacı” olarak isimlendirilen bu tek erkek çalışan, motorla suyu turplar üzerine sıkma ve turpla doldurulan torbaları yükleme gibi işleri yerine getiriyor. Bir de işçiler arasında “elci” diye bir çalışma kolu var. Çalışacak işçileri bulan, onlara yevmiyelerini dağıtan kadına burada “elci” deniyor; yani bir nevi insan kaynakları yöneticisi.

Çalışmamızı yapacağımız havuzun kenarına geldiğimizde, çalışanların molada olduğunu görüyoruz. İlk römorkla gelen turplar bitirilmiş, poşetlenmiş, sıralanmış ve şimdi ikinci römorku bekliyorlar. İçten hoş geldinlerle karşılanıyoruz. Boş kasaları çeviriyoruz oturmak için ve tam oturacakken “Dur!” diyorlar, “Şu torbaları koyalım da rahat et.”.

“Nasıl bugün işler?”

“Güzel, güzel…”

“Saat kaçtan kaça çalışıyorsunuz?”

“Saat 7-7,30’da geliyor traktör; akşam da 4’te, 5’te gidiyoruz.”

“Akşama kadar su içinde çalışıyorsunuz; hasta olmuyor musunuz?”

“Hasta olsak da geliyook, olmasak da…”

“Buradaki iş mi, tarladaki iş mi zor sizce?”

“Tarladaki iş daha zor; ama bizim yaptığımız işi de herkes yapamaz.”

Hemen çizmelerim geliyor; beni suya sokacakları kesin. Tabii dikkatsizce giydiğim çizmelerin üstüne taşan pantolonum sayesinde, bir süre sonra sırılsıklam olacak ayaklarımdan habersizim. Bu arada, önce torba yapacağım bilgisi çalınıyor kulağıma. “Tamam” diyorum, “yevmiye iyiyse olur...”. ‘Torba yapmak’ demek, yığın hâlindeki torbaları açarak, uçlarını kıvırmak ve böylece turp dolumuna hazır hâle getirmek demek.

Genellikle sabahları ilk iş tarlaya gidiyorlarmış; ilk römork dolunca, ona binip geliyorlarmış çayın kenarına. Çalışmaktan memnunlar aslında ama çok paraları olsa çalışmayacaklarının altını çizmeden de edemiyorlar. Torbacının dışında yedi kadın yıkama işinde çalışıyor: Havva Topak, Fatma Sarıgül, Hacer Artıkaslan, Zöhre Yalgız, Halise Peksoy, Melek Gökçe, İhsan Gökçe.

Havva Topak, Kayseri’den Kadirli’ye gelin gelmiş. Kızını da Kayseri’ye gelin vermiş ve böylece memleket hasreti ikiye katlanmış. O da tüm hasretini toplamış, başlamış türkü bestelemeye. Kendi hayatını anlattığı türkülerini, en yanık sesiyle bağıra bağıra söylüyor. İsimler değişse, mekânlar farklı olsa da Havva Abla’nın türkü yakmasıyla birlikte hepsi hüzünleniyor, gözlerine buğular yerleşiyor sanki:

“Kayseri’den gelin geldim / Oğlum kızım da olursa gurbet ele vermem dedim / Oturdum mektup yazarım / Benim kimsem yok mu, nasıl bayramlar yaparım? / Yine bayramlar geliyor/ Elalem bayram ediyor / Benim gibi dertli Havva / Boynunu bükmüş ağlıyor / Benim gibi garip Havva / Boynunu bükmüş ağlıyor… … Yağmur yağar serin serin / Valla benim derdim değil / Benim gibi siz olmayın / Kızları yakına verin /  Elin işine gidiyorum şafağı saya saya / Şu kollarım sızılıyor çelik taşıya taşıya. / Neydim kelek anam neydim / Kadere boynumu eğdim. / Ne zalim kaderim varmış / Gurbet ele gelin geldim.”

Tatilleri, bir pazarları bile yokmuş. Tarlada istersen bir gün gitmezsin ama bir Pazar su işine gelmezsen, işi kaptırırsın, diyorlar. Günde yaklaşık 600-700 torba turp yapıyorlar. Her ne kadar mesai 4,5 – 5 gibi bitiyor deseler de suya dökülen turplar bitmeden paydos edemiyorlar. Mola sırasında da boş durmuyorlar, sürekli işliyor eller torbaları açarken. Bu ekibin elcisi Halise Peksoy. İşiyle ilgili detayları soruyorum ama o bu elcilik işinin zor olmadığını vurguluyor: “Komşuları toplayıp götürüyorum işte. Zaten tanıdığım insanlar; nasıl çalışacaklarını biliyorum. Herkesin parasını da ben dağıtıyorum, hesabını tutuyorum.”. Diğerleri de memnunlar elcilerinden; dürüst olduğunu, paralarını hiç geciktirmediğini anlatıyorlar. Bazı tarlalarda tüm ödeme önden yapılırmış; işçilere duyulan güven Kadirli’de bu noktaya gelmiş yani. “Parayı alıp ya sonra çalışmaya gelmezse?” diyorum, “Olmaz öyle şey bizim burada.” diyorlar.

“Ne yazcan sen şimdi bizim hakkımızda, turpçu garılar mı diyecen?” diye takılıyor bana Zöhre. Aralarında en enerji dolu ve konuşkan olanları Zöhre. İşime de talip doğrusu. “Kocaymış, babaymış sallamam; yaparım ben senin işini, gezip duruyorsun ne güzel.” diyor. Kadınlar öğle yemeklerini burada kendileri yapıyorlar; torbacının yemeği ise patrona aitmiş o yüzden ona dışarıdan yemek geliyormuş. Adem Hörük ekibin torbacısı, yani tek erkeği ve 25 yıldır bu işi yapıyormuş. Aslında iş yoğun olduğunda, iki torbacı oluyormuş ekipte ama şimdi gerek olmadığı için tek başına idare ediyormuş. 

4-4,5 ay suda çalışıyorlar; “Su soğuk ama napalım, 3-4 kat giyip giriyoruz; dayanıyoruz. Çizmeler su kaçırmaz ama soğuğu geçiriyor tabii. Çok soğuk zamanlarda, gaz sobası yakıyoruz çadırın içinde; ara ara çıkıp ellerimizi ısıtıyoruz.” diyorlar.

Bu arada, geciken römork, kadınların kendi aralarında şakalaşmalara neden oluyor:

“Nerede kaldı bu ya? Her zaman vaktinde gelen, arabayı bağlamadan suya inen adam şimdi nerede kaldı?”

“Çekim için hazırlanıyordur belki kim bilir?” deyince Zöhre, söze giriyorum hemen:

“Eh valla ben bilmem bak saat 3’ü geçti; benim mesai saat 4 dedin mi biter. Daha gecikirse kendi yıkar turpları.”

Zöhre hemen çıkışıyor:

“Nereye gidiyon 4’te.”,

“Ee tarladan geldim ben; mesai saati 4’de bitiyor dediler bana, seninki bitmiyor mu?”

“Yok, biter mi hiç…”

“Ee ne zaman bitiyor?”

“Ezan okununca.”

“Zaten o da 5 gibi okuyor.”

“Yok, bizim burada geç okunuyor.”

“Ha sizin hoca patron yanlısı yani…”

“Valla orasını bilmeyik işte...”

Ve sonunda römork gelip suya giriyor; eh biz de peşinden. Tabii suda yürümeyi de iyi bilmek şart; öyle denize mayoyla koşar adım girmeye benzemiyor burada suya girmek. Dize kadar çizmeler bile benim dengesiz adımlarıma karşı koyamıyor ve ilk defa paçalarımdan değil, dizlerimden başlayan bir ıslaklık yayılıyor üstümde. Olan oldu diyerek, daha da rahatlıyorum; artık komple ıslağım. Allah’tan karlar erken erimiş; biz gittiğimizde, öyle dondurucu bir soğuk yoktu.


Kadınlar yan yana sıralanıyorlar ve üzerlerine su fışkırtılan turpların, suyun tazyiği altında iyice temizlenmesini bekliyorlar. Temizlendikçe önlerine doğru itilerek gelen turpları tek tek toplayıp, önceden hazırlanmış olan poşetlerin içine doldurmaya başlıyorlar. Bu arada, eğik belleri üzerinden sürekli arkaya doğru turp fırlatıyorlar ki bunların çürük ya da zedelenmiş turplar olduğunu öğreniyorum sonradan. “Neyi ayıklıyorsunuz?” diye soruyorum; “Soyulanlar ve üzerinde çürük olanlar bozuktur; onları ayırıyoruz.” diyorlar. Ben de yanlarında sıraya giriyorum ve bir torbayı doldurmaya başlıyorum ama tabii Havva Abla’nın eli benim torbanın içinde; ben koyuyorum, o çıkarıp atıyor sürekli. Belli ki benim bu işten ekmek yemem mümkün değil…



Torbalar doluyor ve hemen bir ses, “Torbacıııı çeek”… Bir torba doldu ya çay molası istiyorum hemen; beni kâle almadan çalışıyorlar. Sadece Zöhre, “Hadi gel.” diyor; o çadırda çayı demliyor, ben çayın demlenmesini bekleme görevini üstleniyorum. Biraz önce oturduğumuz kasalardan birine kurulup, çalışanları izliyorum.

Ben çaydan çıkınca, kısa zaman sonra Havva ablanın türküleri başlıyor ve sessizce ona eşlik eden diğer kadınlar, hep birlikte iyi turpları kötü turplardan ayırarak poşetleri doldurmaya devam ediyorlar. Gitme vakti geldiğinde, suyun tüm soğukluğuna rağmen sımsıcak gülümsemelerini yüzlerinden eksik etmeyen kadınlar, tüm içtenlikleriyle el sallıyorlar bize.

Salatamıza kattığımız ya da meze yaptığımız turpun, evimize gelene kadar geçirdiği yolculuğun kısa öyküsüydü anlatmaya çalıştığım. İnsanlarla, birbirinden farklı yaşamlarla örülü, iç içe yaşadığımız ama hiç farkında olamadığımız binlerce yol hikâyesinden sadece biri…  Gün olur da yolunuz bir gün Kadirli’ye düşerse; Turplar Vadisi’ni ziyaret etmeyi, bir çay kırmızıya nasıl boyanır görmeyi, çalışanlarla sohbet etmeyi ve tabii hale gidip ciğer yiyip şalgam içmeyi unutmayın…

FRİG VADİSİ


Aniden çıktılar tarih sahnesine; ne bir iz, ne de bir yazı bıraktılar geçtikleri yolların üzerinde. Bir ışık gibi bittiler Anadolu’nun orta yerinde. Güneşin kavurduğu sapsarı toprakları yeşile, dağı taşı anıta çevirdiler; çalışmak, üretmek ve aldıkları verim için şükretmekti bütün amaçları. Boz topraklardan koca bir krallık, yokluktan varlık, dağlardan tarih yarattılar. Efsanelere isimlerini, gizlere adlarını, dağlara inançlarını bıraktılar. Merak uyandıran söylenceler, hâlâ çözülememiş bir dil ve o dilin bir sanat eseri gibi üzerlerini süslediği anıtlar bırakarak çekildiler tarih sahnesinden. Onlar, binlerce yıl öncesinin Anadolu halkı, Dağlık Frigya’nın sakinleri Friglerden başkası değildiler…


“Makedonyalıların anlattıklarına bakılırsa Phrygialılar Avrupa’da yaşarken Brygler ismini taşırlarmış ve Makedonyalılarla komşuymuşlar. Asya’ya geldikten sonra isimleri de değişmiş.”1


Friglerin Anadolu’ya nasıl geldikleri büyük bir bilinmezken, Heredotos ve Strabon’un, kitapları vasıtasıyla sundukları bir iki ipucu ile yol bulmaya çalışan araştırmacılar, çalışmalarında kesin bir sonuca ulaşamasalar da Troia ve Gordion’da yapılan son dönem kazılarıyla, eskiçağ tarihçilerini haklı çıkaracak bazı kanıtlar elde ettiler. Buna göre, Makedonyalıların komşuları oldukları dönemde Brygler olarak anılan Frigler, Makedonya ve Trakya’dan göç ederek gelen Thrak boylarından birisiydi. MÖ 1200 yıllarında başlayıp, yaklaşık 400 yıl sürdüğü bilinen Thrak göçleri, Hitit İmparatorluğu’nun yıkılışıyla daha da hız kazanacak; önce Troia ve çevresini ele geçiren Frigler, yavaş yavaş Anadolu içlerine doğru ilerleyeceklerdi. Bu olasılık doğrultusunda Thrak boyu olduğu düşünülen Friglerin, Frigya’nın hâkim halkı olarak belirmesi ise MÖ 750 civarını bulacaktı.



“Anadolu’da, ilkçağ tarihinin aydınlık dönemi başlamak üzere iken, Phrygia’nın egemen halkı Phrygler olarak göründüler; özelliklerini az çok bildiğimiz Anadolulu Phryg uygarlığının ve tarihçesi üzerine biraz bilgi edinebildiğimiz Phrygia devletinin sahibi olarak, İÖ 750 dolaylarında ortaya çıktılar.”2


Üretim, Sanat ve İnançla Yükselen Bir Devlet


Frigler, Anadolu’ya ilk yerleştiklerinde, köy tipi basit bir yaşamı benimsemişlerken, zaman içinde, henüz nasıl ve ne zaman olduğu bilinmeyen bir şekilde, örgütlü bir devlet düzeni içinde yaşamaya başladılar. Siyasal düzenin varlığı dışında, Frigya’da belirleyici olan bir başka unsur da inanıştı. Dönemin önemli tanrıçalarından Kibele’ye, bu bölgede neredeyse tek Tanrı gibi tapınılıyordu. Frigya topraklarındaki ismi “Matar Areyastin” veya “Matar Kubileya-Kubeleya” olan Tanrıça Kibele’nin, yaşamın kaynağı, doğurganlığın ve bereketin kendisi olduğuna inanılırdı.


Matar Kubileya’ya duydukları derin bağlılık, sevgi ve saygı, onların ruhunda yatan sanatkârı da kamçılıyor; dağa, taşa ve orman içlerine yaptıkları tapınaklardaki ince işçilikleriyle, dönemlerinin ötesinde çalışmalara imza atıyorlardı. Tüm bunların temelinde, topraklarından fışkıran bereket yatıyordu elbette. Dağlık Frigya denilen bölgenin halkı, bu toprakları boşuna seçmemişti. Tarım ve hayvancılıkta ileri bir halk oldukları bilinen Frigler, bu alüvyonlu toprakların, tarım ve hayvancılık için elverişli olacağını elbette ki fark etmişlerdi.



Tüm çalışkanlıklarına rağmen, aldıkları ürünün nedenini Tanrıça’nın onları ödüllendirmesi olarak yorumlayacak kadar alçakgönüllü olan bu insanlar, aynı zamanda müzik konusunda da oldukça yetenekli kimselerdi. Pek çok müzik aleti geliştiren bu halk, özellikle flüt çalım teknikleri ve yetenekleri ile öylesine ün salmıştı ki bu yüzden, başka ülkelerde flüt çalabilen kişilere bile Frig isimleri verildiği söylenmektedir. Kral Midas hakkında çıkan söylencelerden birisinin müzikle ilgili olması da bununla ilişkilendirilebilir aslında.


Eskiçağ yazarlarının kaynaklarında, bağlık - bahçelik ve yeşil olarak adlandırılan Dağlık Frigya, günümüzde -yoğunluk Eskişehir olmak üzere- Afyon, Kütahya ve Eskişehir il sınırları arasında yer almaktadır. Çalışkan ve üretken olan bu halk, her ne kadar Thrak olduğu varsayılsa da Hitit uygarlığı üzerine yerleştiği için yüzyıllar içinde kendi kültürü ile Hitit kültürünün karışımı özgün bir kültüre ve uygarlığa sahip olmuş; yani Anadolulu olmuştur. Zamanla, bu uygarlık öylesine gelişmiş ve güçlenmiş ki eskiçağ yazarları yazılarında Frigya’ya yer verirlerken, ne kadar zengin olduğundan da bahsetmeden geçemez olmuşlar.   


Çoğunlukla tarım ve hayvancılıkla uğraşan nüfusun dışında, maden işçiliğinde de oldukça ileriye gitmiş olduğu bilinen Frigya’da, bu iş alanında da epey bir kişinin çalıştığı düşünülebilir. Ancak, bu tür işlerde halk mı, yoksa köleler mi çalıştırılıyordu, bilinmez; çünkü maalesef bu konu hakkında bilgi verebilecek bir ipucuna henüz ulaşılamadı.


Gordion ve Pessinus gibi iki bilinen ve önemli kente sahip olan Frigya’da halk, bu kentler dışında Dağlık Frigya olarak adlandırılan bölgede, genellikle ahşap ve kerpiçten yaptıkları evlerde yaşarlarken; tapınaklarını kayaların üzerine yaparak, kendi yaşamlarının değil inanışlarının kalıcı olmasını sağlamışlar. Pessinus ve Gordion kentlerinde yapılan kazılarda ise bu kentlerde devlet yöneticileri ve rahiplerin dışında, çoğunlukla aydınların, tacirlerin ve zanaatkârların yaşadığı; taştan veya tahta çerçeve içine oturtulan tuğlalardan yapılan evlerde oturmakta oldukları anlaşılmıştır.



Ünlü Kral Yolu’nun da üzerinden geçtiği Frigya, Gordion kentinden yönetiliyordu ve tarihe adını yazdırmış iki kral dışında bir isme rastlanmayan bu devletin varlığı, henüz kesinleşmeyen bir nedenle son bulurken, özellikle mimarlık, heykeltıraşlık ve müzik sanatındaki gelişmişlikleri ile Antik Yunan ve Roma uygarlıklarını etkileyen bir toplum olarak, tarih sayfalarındaki yerlerini aldılar.    


Midas’ın Kulakları ve Altınları     


MÖ 8. yy’ın ilk yarısında hüküm süren ve başkente ismini veren Kral Gordion, tahtı, efsanelerin merkezine oturacak oğlu Midas’a devredecek ve Frigya, Midas’ın egemenliği boyunca en parlak dönemini yaşayacaktır.


Kimi kaynaklara göre Midas, Gordion’un Thelmessoslu (Fethiye) karısından dünyaya getirdiği evladıydı. Midas, en büyük düşmanları olan Asurlularla barış yaparak, siyasal alanda başarısını kanıtlayan; barışçıl yöntemlerle, doğuda ve batıda sınırlarını güvence altına alarak halkı tarafından sevilen bir kral hâline geldi. Doğu ve güneydoğusunda varlık sürdüren Urartu, Suriye ve Asur, batısında ise Kıta Yunanistan ile ticari ilişkiler kuran ilk Demir Çağ Kralı olarak, ülkesini hem güçlendiriyor hem de sınırlarını genişletiyordu.


Gordion’da yapılan son kazılara kadar, antik Batı kaynaklarını temel alarak oluşturulan düşünceye göre, Frig Krallığı’nın politik gücünün MÖ 695 yılı civarında, göçebe Kimmer boylarının saldırısı ile ortadan kalktığına inanılıyordu. Bu düşünce doğrultusunda Frigler, belki de hiç beklemedikleri bu saldırı karşısında hazırlıksız yakalanmış ve başkentleri Gordion’un ele geçirilmesiyle birlikte, yaklaşık 100 yıl sürdüğü düşünülen ihtişamlı dönemlerinin sonuna gelmişlerdi. Kimmerlerin Gordion’u ele geçirmesi ve yakıp yıkması sırasında, Midas’ın bu yaşananları gururuna yediremeyip, boğa kanı içerek intihar ettiği de yine antik Batı kaynakları doğrultusunda kabul gören görüşler arasındaydı. Ancak, yapılan son çalışmalar, Gordion’daki yangın tabakasından elde edilen radyokarbon tarihinin Kimmer saldırılarının olabileceği tarihe denk düşmediğini göstermekte ve yukarıdaki varsayımı da çürütmektedir. Bugün Gordion’da bulunan anıt mezarın Kral Midas’a ait olduğu düşünülmekte ve bu mezarda bulunan kafatası üzerinde yapılan değerlendirmede ise Midas’ın boğa kanı içerek ölmediği, kafasının sağ tarafına aldığı darbe ile öldürülmüş olabileceği düşünülmektedir. Bu araştırma sonucunda, Frig Krallığı ve uygarlığı adına yanlış bir bilgi ortadan kaldırılırken, sırlar ve bilinmezlerle dolu bir halkın tarihine ilişkin soru işaretleri de arttırılmaktadır. Dolayısıyla, Kral Midas’ın ve Frig Krallığı’nın politik gücünün sona eriş zamanı ve nedenleri konusundaki bilinmezler, binlerce yıl sonrasında bile gizemini sürdürmeye devam etmektedir.      


Midas, bugün Frigler dendi mi akla gelen tek isim olmasını ise belki biraz da haksızlık içeren söylencelere borçlu. Hüküm sürdüğü dönem boyunca ülkesini zenginleştiren Midas’ın kendisi de zengin kral olarak biliniyordu ve değdiği her şeyi altına çevirme efsanesi de bu nedenle ortaya atılmış olabilir. Bu efsaneye göre Kral Midas, Şarap Tanrısı Dionysos’un “Ne istersen iste benden” teklifine, “Dokunduğum her şey altın olsun” diye yanıt vermiş; ama sonunda, yediği içtiği her şey ve hatta sevgili kızı bile altına dönünce, isteğinden pişman olmuş ve Dionysos’a giderek, bu istediğinden vazgeçtiğini söylemiştir. Bir diğer efsanede ise jüri koltuğunda oturan Midas, Tanrı Apollon ve Tanrı Pan arasında yapılan müzik yarışmasında, oyunu Pan’dan yana kullanmasıyla Apollon’un hışmına uğrar ve kulakları eşek kulağına çevrilir.


Dağlık Frigya’nın Gizemli Topraklarında       

Frigya Krallığı, Kral Midas döneminde, neredeyse Orta Anadolu’nun tamamını kaplarken, Dağlık Frigya denen alan, biraz önce de belirttiğim gibi, Eskişehir, Kütahya ve Afyon arasında kalan geniş bir arazi içerisinde yer almaktadır. Dağlık Frigya, 1993 yılında, 1. Derece Arkeolojik ve Doğal SİT Alanı ilan edilen; ancak daha çok doğanın koruması altında varlığını sürdüren bir bölge.


Ankara-Polatlı yakınlarındaki Başkent Gordion ve Sivrihisar yakınlarındaki Pessinus, işlevleri ve bulundukları yerler açısından, Dağlık Frigya’nın biraz dışında yer almaktadırlar. Pessinus, Friglerin, inançlarına bağlılıklarının göstergesi olarak Tanrıça Kibele’ye adanmış kutsal bir yerleşim yeriydi ve sadece rahiplerin yaşadığı bir kentti. Rahipler, bu toplum düzeni içinde oldukça önemli bir konumdaydılar ve toprakların da büyük bir çoğunluğu onların sayılıyordu. Pessinus, varlığını, Tanrıça Kibele inancının Frig devleti sonrasında, Roma ve Yunan uygarlıklarında da kabul görmesi nedeniyle, rahiplerin yönetimi ile uzun yıllar sürdürecektir. Pessinus Antik Kenti’nden günümüze ulaşan eserler arasında bulunan tapınak yapısı, ilginç mimari yapısı ve bu dönem inancına ilişkin sunduğu ipuçlarıyla öncelikli bir yere sahiptir.


“Kibele’ye en büyük tapınma yeri Pessinus’taydı. Ana Tanrıça’ya ayrılan bu kutsal kentin gerek dinsel, gerek ticari yönetimi, Attis’in adını taşıyan bir takım baş rahiplerce yerine getiriliyordu. Aynı zamanda, panayır yeriydi burası; Tanrı ve Tanrıça onuruna görkemli ayinler yapılıyordu.”3


Gordion ise dönemin başkenti olarak, idari ve ticari işlerin yürütüldüğü, özellikle Kral Midas döneminde üst düzey mimari ve sanatsal anlayışla geliştirilen bir kent olarak; mezarlar, saray ve surlar, evler ve diğer binaların kalıntıları ile günümüze Frigler hakkında en detaylı bilgileri sunan yerleşim yeridir. Kral Yolu, kentin üzerinden geçmekte ve Sardes Antik Kenti’nde sona ermektedir. Ne ilginçtir ki efsaneye göre, Kral Midas’ın dokunduğu her şeyi altın yapmaktan kurtulduğu Paktolos Irmağı (Gediz Nehri) da Sardes Antik Kenti’nden geçmekte ve Sardes’in ırmaktan akan altınla zenginleşmesi hikâyesi ile kesişmektedir. Gordion’da yapılan kazılar, bu kentte yerleşimin Frigler öncesi Hititler zamanında da olduğunu ve sonrasında da devam ettiğini göstermektedir. Günümüze 18 yerleşme tabakası ile ulaşan Gordion’un tartışmasız en kıymetli yapısı, Kral Midas’ın mezarı olduğu düşünülen tümülüs mezarıdır. Friglerin ölü gömme geleneklerine uygun olarak yapılmış ahşap mezar ve bu mezardan çıkarılan tüm eserler, gezenleri hayran bırakacak türdedir.


Dağlık Frigya’da yer alan inanç ve yerleşim merkezi, “Yazılıkaya Vadisi” olarak bilinmektedir. Bu bölge içerisinde yer alan Frig Yazılıkaya’sı, vadinin görülmesi gereken eserleri arasında birinci sırada yer almaktadır. Eskişehir il sınırları içerisinde yer alan Yazılıkaya Vadisi, kaya anıtlarının en görkemlilerine ev sahipliği yapmaktadır. Başlarda Kral Midas’ın mezarı olduğu sanılan Yazılıkaya Anıtı’nın daha sonra, Tanrıça Kibele’ye adanmış bir tapınak olduğu anlaşılmıştır. Frig yazısının henüz çözülememiş olması nedeniyle, bu anıt üzerinde yer alan yazıtın da anlamı henüz bilinmemekle birlikte, anıt üzerindeki olağanüstü taş işçiliği göz kamaştırmaktadır. Dağlarda ve çıplak yarlarda yaşadığına inanılan Tanrıça Kibele için yapılan bu tapınak dışında, bölgenin “Yazılıkaya Kibele İnanç Merkezi” olarak anılmasına neden olacak kaya anıtları ve bunları koruyan kaleler de bu vadide bulunmaktadır. Bunların başında da hemen Yazılıkaya Anıtı yanında bulunan Kırk Göz Kale ile Yazılıkaya Köyü merkezinde oklarla gösterilen yönlerde dağınık olarak bulunan; Küçük Yazılıkaya, Doğanlı Kale, Deveboynu Kaya, Gerdek Kaya Anıtsal Mezarı, Hamamkaya, Bitmemiş Anıt ve Antik Yol gelmektedir. Yazılıkaya Vadisi, Dağlık Frigya bölgesi içinde yer alan, Dağlık Frigya’nın önemli vadileri arasında eserlerine en kolay ulaşılanı olmasına rağmen siz siz olun, Dağlık Frigya gezisine başlamadan önce mutlaka Eskişehir’e ve Afyon’a uğrayarak, kültür müdürlüklerinden bölgeye ilişkin harita edinin. Çoğunlukla tabelaların yetersiz kaldığı ve iz sürerek bulacağınız eserlere ulaşabilmeniz için bu haritalar oldukça yardımcı olacaktır.


Eskişehir il sınırları içerisinde yer alan bir diğer vadi ise “Yapıldak Vadi” olarak anılmakta ve bölge içinde yer alan Yapıldak Asar Kale ile akıllara kazınan bir diğer vadi olmaktadır. Doğanın özenerek şekillendirdiği kayaların arasında ve olabildiğince yüksekte yer alan kaya mezarı, Friglerin akıllara durgunluk veren eserlerinden birisidir. MS 1229 yılına tarihlenen Selçuklu dönemine ait Himmet Baba Türbesi ile farklı dönemlere ışık tutan “Kümbet Vadisi” ise Frig sanatının önemli figürleri arasında yer alan aslan işlemeli mabedi ile bilinmektedir. Salon mezar tarzında yapılmış olan Aslanlı Mabet üzerinde yer alan üçgen alınlıkta, iki aslan birbirine doğru yürürken tasvir edilmiştir.


Vadi boyunca kaya mezarlarının yer aldığı Asmainler Saklı Vadi, kaya yerleşimleri ve mezarlarıyla Zahran Vadisi, tümülüsleri ve Sivrikaya Anıtsal Açık Hava Tapınağı ile Porsuk Vadisi; Eskişehir il sınırlarında yer alan ve Dağlık Frigya içinde bulunan diğer vadilerdir.


Bu döneme ait önemli eserlerin çoğu Eskişehir il sınırları içerisinde yer alsa da gördüğüm kadarıyla Frig Vadisi’ni “Turizm Kuşağı” olarak görüp, öncelikle tabela konusunda daha başarılı bir çalışmaya adını yazdıran il, valiliğin gayretleriyle Afyon olmuş. Ayrıca Afyon Valiliği bu konuda bir adım daha atarak, frigvadisi.org sitesini de kurmuş ve kendi il sınırları içerisinde yer alan Frig dönemi eserlerini, bilinen tüm açıklamalarıyla ve fotoğraflar eşliğinde bu siteye koymuş. Yeri gelmişken, Afyon Valiliği’ni bu çalışmasından dolayı içtenlikle kutlarken, Eskişehir’in de bir ön çalışma niteliğinde hazırladığı “Dağlık Frigya” broşürünü ve haritasını görmezden gelmesem de ilgili kurumlarının bir an evvel Afyon Valiliği’nin çalışmalarını örnek almasını da diliyorum.


Dağlık Frigya, gerek kaya mezarları, anıtları ve kaya yerleşimleriyle, gerekse doğal kaya oluşumlarıyla, ister istemez insanın aklına Kapadokya’yı getiriyor. Bunu açıkça hissedeceğiniz yerlerden birisi de Afyon-Döğer beldesi yakınlarında bulunan Alasma Peri Bacaları ve Kaya Yerleşimleri. Vadi boyunca yer alan peri bacaları arasında gezerek biraz ilerleyince, vadi aşağısında bulunan kaya yerleşimlerine de rahatlıkla ulaşabiliyorsunuz. Döğer beldesi yakınlarında yer alan bir başka önemli eser ise Memeç Kaya Yerleşimi olarak bilinmektedir. Emre Gölü yolu üzerinde yer alan bu büyük kaya yerleşimi hakkında yeterli bilgi edinilecek çalışmalar tamamlanamamış olsa da ilk anda göze çarpan iç yapı detayları arasında, Bizans dönemine ait kilise yapısı ve mezar odaları yer almaktadır. Friglerin bu kaya yerleşimindeki rolleri ve etkileri ise henüz bilinmemektedir. Aynı yol üzerinden Emre Gölü’ne doğru devam ettiğinizde, yol sizi doğa ile tarihin birleştiği muhteşem bir manzaraya çıkaracak. Göl çevresinde yer alan doğal kaya oluşumları bile yeterince etkileyici iken, burada bulunan kaya mezarları da insanoğlunun eliyle bu eşsiz ortama bir katkı olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Emre Gölü’ne doğru giderken, “Aslankaya-Kapıkaya” yazan tabela ile sağa doğru dönen yolu dönüş yoluna sakladığımız için biz Emre Gölü dönüşünde bu tabelayı da atlamıyor ve bu sayede, Afyon il sınırları içinde yer alan en etkileyici açıkhava tapınaklarından birisini kaçırmamış oluyoruz. Anıt, yan yüzeyinde bulunan şaha kalkmış aslan kabartması ve ön yüzündeki işlemelerle Friglerin etkileyici zanaatkârlıklarının bir ürünü olarak ziyaretçilerini büyülemeye devam etse de hem insanların hem de doğanın etkisine karşı savaş verir hâle gelmiş. Doğal etkilerle gün geçtikçe yıpranan anıt, Dağlık Frigya üzerinde yer alan hemen bütün eserler gibi, her taşın altında altın bulacağını sanan kimilerinin dinamitli saldırılarına maruz kalmış.


Üçlerkayası ise Afyon ili içinde görmeden dönülmemesi gereken köylerden birisi. İsmini köyün girişinde bulunan ve yan yana duran üç mezar odasından alan köyün üst kısmında bulunan Frig döneminden kalma kaya yerleşimleri ve sarnıç da görülmeye değer. Ayazini beldesi ise Hitit, Frig, Roma ve Bizans eserlerini bir arada barındıran ve Hıristiyanlığın gelişmesinde önemli rol oynamış bir kasaba olarak, günümüzde son derece şaşırtıcı bir yapı sergilemektedir; çünkü Ayazini halkı, tarihî yapılarla iç içe olan günümüz evlerinde yaşamlarını sürdürmektedir. Bu şaşırtıcı alanda çoğunlukla mezar odaları, kiliseler ve şapeller yer almaktadır. Bu eserler arasında en ilginçlerinden birisi de önünde yeni dönem mezarlıklarının yer aldığı, Aslanlı Kilise ve Aslanlı Mezar’ı içinde barındıran kaya yapısıdır. Maalesef, koruma altında olmayan bu eserlerin de kendi hâline bırakılmış olması, üzüntü vericidir. Afyon-Ankara asfaltı üzerinde yer alan Seydiler kasabası içinde bulunan Kırkinler ve Seydiler Kalesi ile Karakaya Peribacaları ve kaya yerleşimleri de Dağlık Frigya dendiğinde önem arz eden yapılar arasındalar.


*** *** ***


Bir anda belirdiler Anadolu topraklarında… Belli ki uzak diyarlardan geliyorlardı; ama uzakları yakın kılmak için kendi kültürlerinde diretmediler ve karıştılar Anadolu’nun kültürel zenginliğine. Hem geldikleri yerlerden, hem vardıkları yerden edindiklerini koydular üst üste; kendilerine bambaşka bir kültür yarattılar böylece. Makedonyalıların Brygler dediği bu insanlar, artık Friglerdi Anadolu’da. Çalışkan, üretken ve inançlıydılar besbelli. Kimine göre savaş meraklısı, kimine göre korkak, kimine göre mutlu ve kimine göre barış yanlısı bir halktılar. İnançlarını ve sanatlarını, birbirinden eşsiz eserlerle taşıdılar geleceğe. Kültürleri gibi dillerini de etkileşim hâlinde oldukları halkların dilleriyle geliştirip, değiştirdiler. Öyle değiştirdiler ki hâlâ sırrına erişilemedi dillerinin ve bu yüzden galiba, hâlâ sırrına erişilemedi tarihlerinin. Geldikleri gibi, bilinmeyen bir zamanda, bilinmeyen bir nedenle ve bilinmeyen bir şekilde, usulca çekildiler tarih sahnesinden; arkalarında büyüleyici eserler, efsane olmuş bir kral, çözülemeyen bir dil ve sırlarla dolu bir geçmiş bırakarak…        

    

Dipnotlar:

1-       Heredotos, “Tarih”, Alfa Yayınları, 2007, Sayfa: 540

2-       Bilge Umar, “Phrygia”, İnkılap Yayınları, 2008, Sayfa: 2

3-       Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası – İlk Çağ”, Cilt 1, Say Yayınları, 1998, Sayfa: 140

Kaynaklar:

·          Heredotos, “Tarih”, Alfa Yayınları, 2007

·          Bilge Umar, “Phrygia”, İnkılap Yayınları, 2008

·          Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası – İlk Çağ”, Cilt 1, Say Yayınları, 1998

·          Kolektif, “Friglerin Gizemli Uygarlığı Sergi Katalogu”, YKY, 2007

·          Homeros, “İlyada”, Can Yayınları, 2006

·          Kolektif, “Dağlık Frigya” broşürü, Eskişehir İl Kültür ve Turizm Yayınları

·          www.frigvadisi.org

5 Şubat 2020 Çarşamba

ANTALYA



Antalya Kaleiçi

Bahar ve Akdeniz… Büyük bir aşkın her yıl yeniden alevlenmesi gibidir tüm olan; doğa, coşar ama yormaz sıcağıyla; deniz, her zamanki gibi albenilidir ama serinletir bu defa gireni; ışık, dans etmeye başlar, en güzel fotoğraflar için hazırlar sevgiliyi… Bahar, bir büyü gibi seriliverir Akdeniz’in üzerine ve çağırır yolcuyu kendine…

Baharda âşık olmak, sadece bir sevgiliye, karşı cinse hissedilen duyguların coşması değildir kanaatimce. “Ben her bahar âşık olurum, rüzgâr olur, yağmur olurum…” dizelerinde bile apaçık değil midir aşkın ne hallere büründüğü? Ben her bahar yeniden ve yeniden âşık olurum; bir insana, bir çocuğa, bir çiçeğe, bir ağaca ya da çimene, toprak kokusuna, güneşe, dallardan sarkan tomurcuklara, meyvelere… Ben her bahar daha çok severim sevdiğim tüm güzellikleri. Her bahar, yeniden doğuş, yeniden güzelleşmektir gözümde.

İnsan sevdiğine kavuşmak ister; sarıp sarmalamak, onunla bütünleşmek ister. Bahar Akdeniz’i büyüsüyle, güzelliğiyle çepeçevre kuşatmışken, turizm cenneti Antalya’da buluştuk sevgiliyle. O bize yol gösterdi, biz onun aşkıyla aştık yolları. Kaprisleriyle boğuşmak da vardı aşkın doğasında, doğanın baharında; bir güneş yaktı tenlerimizi, bir yağmur ıslattı üzerimizi… Hepsini sevdik, hepsine açtık kollarımızı, “En çok baharı seviyorum” nidalarıyla…

Antalya, öyle birkaç günde gezilip de bitirilecek, beş on sayfaya sığdırılacak bir kent değil elbette. Amacımız, doğanın coştuğu bahar günlerinden bir Antalya panoraması sunabilmek aslında; bir içinden, bir doğusundan, bir batısından derken, şöyle bir kısa tura çıkarmak derdimiz sizleri…

Hani coşar dedik ya doğa, içine alır kenti dedik ya; yine de bunu en net, en ayan beyan görebileceğimiz yer neresi diye düşündüğümüzde; kentin, betonun dışına atar buluyoruz kendimizi. Tabelalar sararıyor, bir o yana bir bu yana o kadar çok sarı tabela var ki, aradığımız tabelayı zor seçiyoruz aralarında: “Kurşunlu Şelalesi: 24”…

Derin nefesler alıyoruz; sanki başkalarından kaçırır gibi içimize dolduruyoruz tüm oksijeni. Yürüyüş yolunun az ilerisinde, Kurşunlu Şelalesi, ziyaretçilerine şarkılar söylüyor sanki. Çam ormanının arasından geçerken, dinlenme yerlerini, irili ufaklı şelaleleri, yürüyüş patikalarını gözlüyoruz. Tam anlamıyla şehrin dibinde, bir dinlence merkezi haline getirilmiş Kurşunlu Şelalesi’nin çevresi. Şelaleye vardığımızda, büyük bir coşkuyla akan suların altına doğru uzanıyoruz. Arkasına geçip de şelalenin coşkusuna katılıyor, üzerimizin ıslanmasına aldırmadan ânı yaşıyoruz. Yeşile, maviye, bahara bir de bu noktadan bakıyoruz…

Kurşunlu Şelalesi’ne gidin, mutlaka gidin; önce oksijeni çekin içinize bizler gibi, sonra balık olun, nilüfer olun, gölcüklerin içine dalın; ardından bitkilere özenin, dal olun, çiçek olun; çocuk olun, ağaçlara tırmanın… Çıkarken tüm dertlerinizden, endişelerinizden, sıkıntılarınızdan arındığınızı hissedin.

Kurşunlu Şelalesi çıkışı, direksiyonumuz yönetiyor bizi ve Düden Şelalesi’ne doğru gidiyoruz bu defa. “Doyamadık suyun dinlendirişine, dinginleştirişine, bizleri yıkayıp arındırmasına…” diyoruz ve bu defa da yine aynı yeşillik, aynı sakinlik, aynı koku ile karşılaşıyoruz. Yolculuk üzerine öyle iyi gidiyor ki, bir anda dinlenmiş buluyoruz kendimizi; onca kilometreyi gerimizde bırakan bizler değilmişiz gibi geliyor. Şelaleye daha yaklaşamadan, üst seyir terasından bakakalıyoruz… Aşağı yürüyüş yolu üzerindeki insanlar ufacık kalıyorlar şelalenin büyüklüğünün yanında. Doğanın haykıran ağzı, hem âşık ediyor kendine, hem ürpertiyor, korkutuyor insanı.

Düden Şelalesi


‘Düden’, su yutan, su çeken delik manasına gelmekteymiş ki Düden Şelalesi de bu anlamı hakkıyla taşıyan bir şelale. Dar yürüyüş parkurunun keyfini çıkarıp da şelalenin yanına vardığımızda, rüzgârın etkisiyle uçuşan damlalarda serinletiyoruz yüzümüzü. Kendine yaklaşanı kutsarcasına ıslatıyor Düden… Bu şelalenin bir diğer keyifli yanı ise hemen şelalenin solunda, gezmeye müsait bir mağaranın yer alması. Bu mağara içinde yer alan seyir noktalarındaki banklarda oturup, hayallere dalabilirsiniz.


Düden Şelalesi’ni arkamızda bırakmış, üzerimizde bıraktığı etkileri yanımızda götürürken, Köprülü Kanyon’a doğru yol alıyoruz bu defa. Köprülü Kanyon’a varmadan, otoban üzerinden döner dönmez, eşsiz bir yol keyfi de bizlere eşlik etmeye başlıyor. Yolun kıvrılarak, çam ormanı içerisinden yükseldiği noktada araçlarımızdan inip, Köprü Çayı’nın pek de azgın denemeyecek suları arasında rafting yapmakta olan turistleri seyrediyor ve diğer yandan görüntülemeye uğraşıyoruz. Yolumuz üzerinde, birbirinin ardı sıra dizilmiş alabalık restoranları, rafting kiralama merkezleri mevcut. Bu restoranlarda, taptaze alabalıklarınızı, yöreye özgü pişirme şekilleriyle yeme fırsatınız da var. Mesela, ben sizlere asma yaprağına sarılmış alabalık yemenizi tavsiye edebilirim. Ufak bir yemek molasının ardından, durmaksızın ilerliyor ve doğa harikası diyebileceğimiz Köprülü Kanyon’un girişinde, Antik Döneme tarihlenen Oluk Köprü üzerinde izliyoruz Köprü Çayı’nı. Kafamız karışıyor, inanılmaz bir gücün böylesine gizlenişine akıl sır erdiremiyoruz. Sesleniyoruz Köprü Çayı’na: “Sen değil misin bu koca dağları delen; sen değil misin kendine bu yolları açan? Şimdi nasıl gizlersin gücünü, nasıl böylesine alçakgönüllü durursun yarattığın eserin etrafında gezinip dururken?”. O, önemsemiyor bizim sözlerimizi; aldırış etmeksizin akışına devam ediyor; böbürlenmiyor, burnu da büyümüyor. O, doğanın sanatçılarından biri; belki de örnek olmaya çalışıyor “sanatçılara”; bırakın, diyor, siz değil eseriniz konuşsun…
 
Köprülü Kanyon

Taş köprü üzerinden izlediğimiz manzaranın biraz da diğer yakasını görmek, biraz zorlamak kendimizi, dağlara taşlara vurmak, zor ama güzel olana erişmek istiyoruz. Geldiğimiz yoldan geri dönüp, arka yollara sapıyoruz; ilerlememizin mümkün olamayacağı noktaya geldiğimizde ise arabamızı park ederek yürüyüşe geçiyoruz. O noktaya kadar gelmemiz de tesadüfen olmuyor elbette. Keşif meraklısı doğasever sporcuların bıraktıkları işaretleri takip ederek ilerliyoruz. En sonunda iri kayaların, dik yokuşların üzerinde buluyoruz kendimizi. Karşı tarafta, kanyonun görece daha kolay olan yürüyüş parkurunda gezen insanları görünce, kanyonun büyüklüğü daha da gösterişli hâle geliyor sanki…




Köprülü Kanyon’a oldukça yakın olan Selge Antik Kenti’ne doğru devam ediyoruz. Yol boyunca yükselmemizin de etkisiyle, yanımızda gitgide derinleşen vadiler ve kaya oluşumları, görsel bir doygunluk sağlıyor; öylesine devam edip gidemiyoruz. Durup mola veriyor, bu kayaların muhteşem derinliğine takılıp gidiyoruz bir süre. Bu kayalara halk, “Adam Kayaları” ya da “Şeytan Kayaları” diyormuş. Kayaların ardından gelen servi ormanları ile devam ederken yolumuza, Selge’nin de böylesine muhteşem bir doğa içerisinden, etkileyici bir şekilde çıkıvermesini beklerken şok oluyoruz. MÖ 5. yy.’da kurulmuş olan Selge, o dönemlerde 20.000 kişilik nüfusuyla görkemli bir kent devleti iken; bugün, yoksul bir köyün etrafını sarmasıyla ve hemen hemen bütün antik yerleşimi yok etmesiyle, yardım çığlıkları atar hâle gelmiş. İşin trajikomik bir yanı da var: Antik kentten geriye kalan tek yapı olan amfi tiyatroya yaklaşabilmek üzere ilerlerken, önünüze bir görevli çıkıp Bakanlık adına para isteyebiliyor ve gerçekten de Bakanlık adına bilet veriyor. Büyük bir hayal kırıklığı yaşamak, yüreğinizin yandığını hissetmek, orada yaşayan insanlara hem kızmak, hem de sınırsızca üzülmek için para ödüyorsunuz. Ödenen bu paraların nereye kullanıldığı ise meçhul; belli ki Selge’ye kullanılmıyor. Fakirlik yüzünden, gelen giden herkesi yolda durduran ve bir şeyler satmaya çalışan köylü kadınlar, bir yandan tüm vicdanınızı harekete geçirirken, diğer yandan “Gelen turistler halkımız hakkında ne düşünecek?” diye düşündürüyor bizleri. Çok uzun kalmadan, hemen geri dönmek istiyoruz anlayacağınız. Bunca gezdiğimiz yerler içinde, bizi en büyük hayal kırıklığına uğratan yerin, turizm merkezinin başkenti Antalya’nın dibinde olması da ayrıca düşündürücü bir tablo çıkartıyor ortaya.
 
Perge

Mutsuzluğumuzu bir nebze olsun dindirebilmek amacıyla, bu defa Pege’ye doğru çeviriyoruz pusulamızı. Ancak gözden kaçırdığımız bir ayrıntı ama önemli bir ayrıntı, Perge’yi yaşayamadan, gezemeden, sindiremeden dönmemize yol açıyor: Saat… Gerçekten, bunca gezinin üzerine zamanı unuttuğumuzu, giriş saatlerini çoktan geçtiğimizi fark etmediğimizden, anca ucundan girip bakıyor; “Bir dahaki sefere inşallah…” diyerek, kös kös dönmek zorunda kalıyoruz.   
  

Antalya Arkeoloji Müzesi



Antalya merkezine döner dönmez, gündüz gözüyle tekrar ziyaret edeceğimiz, tarihi kent merkezi Kaleiçi’ni gezmeye başlıyoruz. Henüz sezonun tam olarak başlamamış olmasına rağmen, ışıl ışıl olan sokaklar, geçip giden turistlere pek çok farklı fırsat sunuyor. Kimi sokaklar rengârenk tezgâhlarla süslenmişken, kimi sokaklar bar ve restoranları ile öne çıkıyor. Işıl ışıl Antik Yat Limanı çevresinde gezinirken, yol üstüne çıkan merdivenlerle yukarı doğru çıkıyor, çıktıkça limanın kuş bakışı etkileyici görüntüsü ile sarhoş oluyoruz. Gözümüze çarpan en sıkıntılı detay ise Antalya’nın simgelerinden birisi durumunda olan Yivli Minare’nin ışıklandırmasının kapatılmış olması ve karanlığa gömülmesi. Bunun elektrik tasarrufu amacıyla yapıldığını öğrendiysek de konuştuğumuz herkes, bu kararın kendilerince neden hatalı olduğundan bahsediyor. Yivli Minare’nin daha önce ışıl ışılken geceye nasıl damga vuruğunu bildiğim için, onlara katılmamam mümkün olmuyor. Adını, 37 metre boyundaki kırmızı tuğla ile örülmüş minaresindeki sekiz yivden alıyor Yivli Minare. Ertesi gün, günün ilk ışıkları ile sessiz sokaklarında gezmeye devam ediyoruz Kaleiçi’nin. Gecenin yorgunluğu henüz atılmamış; uyanamamış kaldırımlar, pencereler, merdivenler; miskin miskin yatıyor köpekler güneşin altında ve deniz usul usul dalga sesiyle uyutuyor hepsini… Çocuklarsa, enerjilerini erkenden toparlamışlar, atmışlar kendilerini sokaklara, parklara, heykellerin üstüne, denizin kıyısına. Onlar yönetiyor sokakları bu saatlerde. Gezimiz boyunca bu yüzden eşlik ediyorlar bize; poz veriyor, geçtiğimiz her yeri bir de kendi bildikleriyle anlatıyorlar. Kaleiçi’nin dar sokaklarındaki tarihi ama restore edilmiş evler, sessizliklerine rağmen güzelliklerini haykırıyorlar gezimiz boyunca. Sokakları gezdikçe, uzun süren tarihi boyunca bu sokakların ne çok kültüre ev sahipliği yaptığını, bunun devamı olarak da kültürlerin bugüne kalan işaretleri, tarihi binaları ile büyük bir barış ortamı yarattığını sezebilirsiniz. Bir sokakta minareler, diğer sokakta kiliseler, bir yanda Mevlevihane diğer yanda Aziz Pavlus Kültür Merkezi… Bu barış ve kültür birlikteliği ortamı, temizliği ve güler yüzlü insanları ile bağlayıverir sizleri. Kaleiçi gezisinin sonunda, Hadrian dönemine ait, yani MS 100’lü yıllarda yapılmış olan ve hâlâ dimdik duran Hadrianus Kapısı’nın altından geçiyoruz, tarihin sayfaları rüzgâra takılmış uçuşurken… 




Kaleiçi’nin ardından, yine şehir merkezinden uzaklara düşüyor yolumuz. İlk önce Phaselis’e gitmek için arşınlıyoruz yolları. Phaselis… Şaşırtıyor, büyülüyor, içine çekiveriyor ziyaretçilerini. Attığınız her adım o döneme, dokunduğunuz her taş o dönemin insanlarının emeğine, duyduğunuz her koku o zamanların toplum yaşamına götürüyor sizi. Yaşıyor Phaselis; yıllara rağmen, doğaya rağmen, gelip geçen insanlara rağmen… Selge’den sonra derin bir oh çekiyoruz burada. Doğanın coşkusunu, deniz kıyısı bu liman kentinde doyasıya yaşamanın tadını çıkarıyoruz. Kentin üç tarafının denize açılması sayesinde, gezimiz süresince deniz kokusu ile sarmalanıyoruz. Şimdilerde yüzleri gülümseten bir satılış hikâyesi var bu yarımadanın. Rodoslu kolonistlerin MÖ 7. yy’da yarımadaya ulaşmalarının ardından, karşılaştıkları bir çobana, yarımadayı beğendiklerini söylemeleri ve buraya yerleşmek için kendisine “Arpa ekmeği mi, yoksa kuru balık mı?” istediğinin sorulması ve çobanın kuru balığı tercih etmesi ile yerleşmeleri, gerçekten bugünün şartlarında çok da anlaşılır gelmiyor insana. Plajı, piknik alanı ve tarihi dokusuyla, bambaşka bir dinlence ve gezi mekânı olan Phaselis, günübirlik gezi teknelerinin de uğrak noktalarından birisi durumunda.



Dalgalara, denize verip sırtımızı istemeden, yeniden yollara düşüyoruz. Bu defa Termessos Antik Kenti var programımızda. Termessos Antik Kenti’nin girişi, daha kente varmaya kilometreler varken beliriveriyor. Antik Kent olmasının dışında, milli park olması nedeniyle de oldukça geniş bir araziyi içinde barındırıyor. Girişten itibaren ilgi çeken ve zaman gerektiren detaylar, birer birer göz kırpmaya başlıyorlar bize. Piknik alanı olarak hazırlanmış yerleri es geçip, hemen giriş kapısının sağına kurulmuş müzeye doğru atıyoruz adımlarımızı. Müzede gördüklerimiz, Antik Kent’te göreceklerimizin ipuçları olarak karşımızda duruyor. Antik Kent’in siyah beyaz fotoğraflarından, yapılan ilk kazılar sonucu elde edilen sikke ve amforalara kadar pek çok değerli hazineyi saklıyor müze. Orayı gezerken içimiz kıpır kıpır oluyor; hissediyoruz bizi büyük bir zenginliğin beklediğini. Daha fazla oyalanmadan 8,5 km.’lik yokuş yukarı, bol virajlı, ağaçlar ve uçurumlarla kaplı yolumuza düşüyoruz. Ören yerine vardığımızda, park yerine arabamızı bırakıyor, bizleri karşılayan görevli ile genel bilgiler ve kenti gezme güzergâhları hakkında sohbet ediyoruz. Bu sohbetimiz esnasında, Antik Kent’in sadece ön kazısının yapıldığını, henüz daha detaylı bir kazı yapılması için girişim olmadığını öğreniyoruz. Gerçekten böyle bir kazı için oldukça büyük bütçe isteyen bir kent olduğunu anlamamız uzun sürmüyor. Hangi yöne gideceğini şaşırmış, annesini ve yolunu kaybetmiş ördekler gibi dağılıveriyoruz etrafa; her birimiz ayrı bir ucunda bulsak da kendimizi, toparlanıp hep birlikte hareket etmeye karar veriyoruz. Yoksa bir daha buluşmanın pek mümkün olamayacağını anlıyoruz, cep telefonları bile çekmediği için. Kente doğru çıkmadan önce, Kuzeydoğu Mezarlığı olarak geçen mezarlıkların bulunduğu alana doğru gidiyoruz düzayak olduğundan. Bulunduğumuz meydandan, mezarlıkların bulunduğu alana geçerken Hansel ile Gratel masalı geliveriyor aklıma. Sanki kaybolacağız hissi, yanımızda da bir şey yok ki yollara atıverelim iz olsun derdi… İnanılmaz bir doğa, muhteşem bir yeşil sarıveriyor etrafımızı ve bir anda çıkıyor mezarlar karşımıza. Mezarlar, ama öyle bildiğiniz gibi değil, dev mezarlar bunlar; hem de bir değil, iki değil, üç değil, onlarcası karşımızda duruyor. Onlar duruyor, biz de duruyoruz… Şaşırmamak, hayranlık duymamak, her birine dokunmadan geçmek mümkün değil. Böylesine bir yoğunluk yaşamadığımı hissediyorum daha önce. Gerçekten pek çok Antik Kent gezmiş olmama rağmen, doğanın sarmaş dolaş olduğu ve doğa kadar etkileyici kalıntıların, her şeye rağmen üzerinizde sarsıcı bir etki yaratabildiği başka bir yer görmediğimi fark ediyorum. Her adımımızda bir şaşkınlık nidası yükseliyor bizlerden. Belli ki pek çok deprem görmüş, doğal yıkıma uğramış bu bölge; ama büyük kayaların üzerinde, iki metre ene, iki metre yüksekliğe sahip taştan mezarları gördükçe, “Yok,” diyor insan “bunları insanoğlu yapmış olamaz!”… Hani diyorum ya, doğa sarmaş dolaş olmuş kentle diye; öylesine değil, gerçekten mezarların bazılarının içinden ağaç bile çıkıyor, içinde yatanın üretkenliğini simgelercesine. Mezar taşları üzerindeki kabartmaların her biri, uzun uzun önünde duraklamalara yol açıyor; oradan Antik Kent’e doğru yürümeye başladığımızda daha nelerle karşılaşacağımızı bilmediğimizden. Sonunda kendimize gelip, Şehir Kapısı’na doğru yürüyüşe geçiyoruz. Bizim için bu yürüyüşün oldukça eziyetli olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Termessos Milli Parkı’na varmamızdan hemen önce yağan sağanak yağmur, tüm patikayı çamura çevirmişti ve bu sayede, attığımız her adımda ayaklarımızın ağırlığı biraz daha artmaktaydı. Anlayacağınız üzere, Şehir Kapısı’na, yani kentin giriş kapısına giden yol, patika bir yol; ama aynı zamanda oldukça da yokuş.


Termessos Antik Kenti


Termessos, Beydağları’nın uzantısı olan Güllük Dağı’nın iki tepesi arasına kurulmuş. Böylesine yüksek bir noktada yer alıyor olmasından kaynaklanıyor olsa gerek ki, tarih sayfalarında uzunca bir dönem gizli kalmayı becerdiği gibi, Türkiye’nin en iyi korunmuş antik kenti unvanını da almayı başarmış. Dolayısıyla, kentin ne zaman kurulduğuna dair bir bilgi henüz edinilememiş; ama tarih sayfalarına girişi, MÖ 334 yılında, Büyük İskender’in bölgeyi keşfedip geçmesi ile gerçekleşiyor. Büyük İskender’in, kent halkının cesaretinden dolayı, kente ve yaşayanlarına dokunmadığı, bölgeyi halkına bırakıp Anadolu’ya doğru ilerlediği de söylenenler arasında. Gezdikçe gördüklerimiz, gördükçe ağzımızı bir karış açtıran kalıntılar; halkın ne derece çalışkan, azimli, üretken ve güçlü kuvvetli, sanatçı ruhlu olduğunun kanıtları oluyor. Bastığımız her taşa eğilip, üzerindeki çamurları elimizdeki peçete yığınları ile silip baktığımızda, bir kakmayla, bir el işçiliği ile karşılaşıyor olmamız, hayranlığımızın dozajını git gide yükseltiyor. Tarih sayfalarında yazmasa da, bugüne kadar yeterli arkeolojik çalışma yapılmamış olsa da, kentin geneline baktığımda kafamda oluşan izlenim, en büyük imparatorlukların, krallıkların bile buraya saldırmaktan çekindikleri yönünde oluyor. Koskoca Roma İmparatorluğu Senatosu’nun bile “Roma halkının arkadaşları ve dostları, kendi kanunlarının doğru uygulayıcısı halk” şeklinde nitelendirilen bir halk için başka bir düşünce oluşmuyor aklımda.



En tepeye vardığımızda, uçurumun kenarına inşa edilmiş tiyatrosu ile karşılaşıyoruz kentin. 4200 kişilik olduğu söylenen bu tiyatro, uçurum manzarasıyla, yeryüzünde bilinen en ilginç arka planı olan tiyatro olarak geçiyor. Gerçekten de tiyatronun tepesinde otururken hissettiklerimiz; bırakın sergilenen oyunu, manzarayı izlemek için bile saatlerce kalınabileceğini düşündürüyor bizlere.

Dönüş yolunu ise farklı bir güzergâhtan sürdürüyoruz. Batı kısmında yer alan sarp kayaların bulunduğu ve zorlu bir parkur olan bu yoldan gitmeye karar verdiğimize, başlarda hayıflansak da sonunda “İyi ki buradan gelmişiz” diyoruz. Bu yol üzerinde bulunan kaya mezarlarının ihtişamı ve doğanın güzelliği, gezimizin yorgunluğunu alıp götürüyor. Tam üç buçuk saat süren, yani böylesine geniş bir alana yayılmış olan Termessos Antik Kenti’nde; Hadrian Tapınağı’ndan Kral Yolu’na, Gymnasium’dan Termessos Evlerine, Agora Pazar Yeri’nden Odeon’a, Artemis Tapınağı’ndan Zeus Solymeus Tapınağı’na kadar onlarca değerli tarihi kalıntıyı doyasıya yaşayıp ayrılıyoruz huzur içinde.

Tüm bu yol hikâyelerini kısacık bir zaman dilimine sığdırmış olmamıza rağmen, Antalya’dan buruk ayrılıyoruz, “Daha ne de çok yer var görmediğimiz” diyerek. Antalya bitmez; gezilecek, gidecek bu kadar yer varken de zaman, her daim bir problem olarak karşımıza çıkmaya devam edecek. Baharın taçlandırdığı, gelin gibi süslediği, tüm yaratıcılığını sergilediği kıyı şeridinin bu güzel kentine siz siz olun sadece denize girmek için gitmeyin; doğanın keyfini sürerken, tarihin peşine düşün. O zaman yolculuğunuzun, gittiğiniz yol kadar olmadığını fark edeceksiniz…