6 Ocak 2012 Cuma

Dişilden Erile, Şehirden Kente: TARİHİ YARIMADA


“Bana göre şehirler, uygarlık yanları ağır basan yerleşim yerleri; kentler ise daha çok, insan ve bina yığılmaları olarak ortaya çıkmaktadır… … Batı dillerinde civitas (kent)’tan türeme civilis(z)ation kelimesi uygarlığı ifade etmektedir. Aynı zihinsel iklim Arapçada da vardır ve bu dilin medine’si (kent), medeniyet kelimesine can vermiştir. Demek ki insanlığın bizim temasta olduğumuz iki büyük kitlesi, uygarlığı her şeyden önce kentsel bir olgu olarak görmektedir… … Uygarlığın beşiği olan kent ise bir kadın icadıdır; yani kentin varlığını mümkün kılan, yerleşik hayata, dolayısıyla kentsel hayata geçmeyi zorunlu hâle getiren tarımı kadınlar bulmuşlardır… … Bunlarla birlikte, kendini ve yaşadığı mekânı olduğundan başka bir biçime büründürme eylemi olarak niteleyebileceğimiz süsleme tavrının gelişmesi de daha çok kadınların gayretleriyle olmuştur… … O zaman, uygarlığın ana hatları ve esas itibariyle dişi bir oluşum olmasının görüntüleri de ortaya çıkmaktadır… … Bu yeniden biçimlendirme, hem ekonomik hem de sanatsal yönden olmakta ve erkeğin doğaya tabi yaşam biçiminin karşısında, uygarlığı inşa etmektedir… … O hâlde, kentlerin kökeninde dişilik vardır.”1

Vapurda, serin bir “kış yaklaşıyor” rüzgârı ve çiseleyen yağmur, her ne kadar “içeri gir” sinyallerini sonuna dek veriyor olsalar da martıların ve dalgaların oyunlarını izlerken aldığım keyfe kıyamadığımdan olsa gerek, “Hiçbir güç beni içeri sokamaz!” diyor, başka da bir laf etmiyordum. Eminönü’nün üstüme üstüme gelen kör kalabalığından bunalmadan, çantamı nereme sıkıştırsam da çalmasalar paranoyasını yaşamadan, itiş kakış arasında bir anda önüme çıkacak satıcıların ellerinden nasıl kurtulurum planları kurmaya başlamadan az önce, alacağım son keyif olduğunu düşünüyordum bir yandan. İstanbul, denizsiz kentlerin çocuklarını genellikle kendine çeker ve hayran bırakırken; özellikle son yıllarda edindiği kimliğinden son derece rahatsız olan benim gibiler için sadece gezmeye gidilecek, biraz sıkılacak biraz keyif alınacak ama illa da dönülecek bir kent olmuştu bir anda. Adımlanacak uzunca bir güzergâh vardı önümde ve tüm bu paranoyalar eşliğinde çıktığım yoldan edindiğim izlenim, İstanbul’un dişil hâlini çoktan terk edip, eril bir kente dönüştüğüydü. Tıpkı muhafazakâr zihniyetin kadının güzelliğini vurgulamasından rahatsız olması ve bunu engellemek için elinden geleni yapması gibi İstanbul da, güzellik saçan, içinde binyılları barındıran ve her önünden geçeni hayran bırakan dişil taraflarını; kuşatmış, çirkinleştirmiş, bakan değil gören gözün anlayacağı kadar bir alana sıkıştırıp bırakmıştı. İstanbul, yüzyıllardan gelen “güzel şehir” imgesini kaybetmiş, kaos kenti hâline ulaşmıştı gözümde. Yine de dişil olanı, güzel olanı, sanatsal ve emek harcanmış olanı yakalamaktı tüm amacım; yani bakan değil gören göz olmaktı…

Körler Ülkesinin Karşısı – Yedi Tepe

Yeni bir kent kurma amacıyla yola düşen genç Byzas, bir kâhine danışarak bu probleminden kurtulma hevesindedir. Kâhin, Byzas’ın gidip kendi kentini kuracağı yerin “körler ülkesinin tam karşısında” olduğunu söyler. MÖ 613 yılına denk düşen o gün Byzas, körler ülkesini bulur: Kadıköy; o zamanki adıyla Kalkedonia… İşte tam karşısında yer alan yarımadanın hayran kaldığı ve Kalkedonluların böylesine güzel bir yeri görmedikleri için kâhin tarafından “körler” olarak adlandırılmalarına neden olan Sarayburnu ve Topkapı civarına kentini kurar ve adını da “Byzantian” koyar…

Yedi tepenin yedisini de içinde bulunduran Tarihî Yarımada’da İstanbul’un kuruluş öyküsünü anlatan en bilinen rivayettir Byzas’ın kenti kuruşu. Ama hangi kaynağı araştırırsanız araştırın, İstanbul’un kuruluşuna dair net bir bilgiye ulaşamazsınız; tek bilinen gerçek, İstanbul’un Tarihî Yarımada üzerinde kurulduğudur. İşte bu nedenledir ki İstanbul’un tarihi, kürek vurulan her yerde antik çağlara uzanan bir geçmişe rastlanmaya başlanmış olsa bile, bugün pek çok kaynakta, Konstantin’in İstanbul’a gelerek 324 yılında ele geçirmesi, bu kenti Büyük Roma İmparatorluğu’nun ikinci başkenti olacak güzelliğe büründürmesi ve 330 yılında “Konstantinopolis” adıyla başkenti olarak ilan etmesiyle başlar. 1453 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun eline geçene kadar defalarca kuşatılan ama her defasında güçlü surlarıyla düşmanlarını geri püskürten Konstantinopolis, o zamana kadar ki en büyük darbeyi ise 1204 yılında, Haçlı Seferleri ile alır. 875 yıllık birikimiyle, zenginliği ve güzelliği ile tüm dünyayı büyüleyen Konstantinopolis, bir anda harabeye döner. Yağma, yangınlar ve yıkımlarla bitap hâle gelmesinin ardından önemini kaybederek, 1453 yılına kadar sessizliğe gömülür.


“13 Nisan 1204’te Ortaçağın en büyük ama Ortaçağa antikiteden kalan bu şehir ‘katil haydutların’ eline geçmiştir. Kentin ele geçmesinden sonra Latinler, üç gün süreyle, görülmemiş bir vahşet ve şiddetle talana girişmişlerdir… … Bu üç gün esnasında sanat yapılarının çoğu yok edilmiş, kütüphaneler yıkılmış, bir daha bulunması mümkün olmayan klasik el yazmalarının çoğu yırtılarak sokaklara atılmıştır.”1

 Batı, günümüzde Türkleri İstanbul’un parlaklığına son vermekle suçlamakla meşgul ola dursun, 1204’de Haçlıların yaptıkları bu yağmanın ardından sönen bir yıldız olan İstanbul, 1453 yılında Osmanlıların eline geçene kadar toparlanamamış ve ancak ondan sonra, haritadan silinme noktasına gelmişken tekrar şahlanmıştır. Yaşanan bu büyük talanın ardından, bugün gezip gördüğümüz Tarihî Yarımada’nın ne derece büyük eksiklikleri olduğunu ve bunların neler olduğunu anlamak için o dönem Latinler tarafından alınarak kendi ülkelerine götürülen ve hâlen müzelerinde sergilenen eserleri görmek gerekmektedir ki bu talanın ardından Batı Avrupa’nın zenginleştiğini unutmamak, buna göre yola çıkmak gerekmektedir. Yani, Tarihî Yarımada bugün ne kadar detaylı gezilirse gezilsin, o dönemin bütününü yansıtamayacak kadar yitik bırakılmıştır.

1453 yılında müstakbel Osmanlı başkenti olarak yeniden yapımına girişilen İstanbul, tek kelimeyle fakir ve az nüfusa sahip bitik bir kentti. Bugün, tabiri caizse, eline bohçasını alan herkesin göç ettiği mega kent İstanbul’a o günlerde Fatih Sultan Mehmet neredeyse zor kullanarak Osmanlı topraklarının diğer bölgelerinden insanların, gelip yerleşmelerini sağladı. Nüfusun böylece arttırılması sağlanırken, diğer yandan hızlı bir şekilde yeniden şekillendiriliyor ve gün geçtikçe Osmanlı mimarisi, kalan Bizans eserleri ile iç içe yapılandırılarak, kent eski görkemine kavuşturulmaya çalışılıyordu. Henüz 21 yaşında olan Fatih Sultan Mehmet, gençliğine rağmen, tarihin ona emaneti olan eserlere el sürdürmüyor; hepsinin kendi koruması altında olduğunu ilan ediyordu. Onun bu şehircilik vizyonu, İstanbul’un tekrar dirilmesini ve bugün her şeye rağmen dünya çapında ünlü bir kent olarak bilinir kalmasını sağlayacaktı.


“İstanbul’un 1453’te alınması bir şimşek gibi çakarak Osmanlı devletini, oraya egemen olmak üzere imal edilmiş bir kente, denizin göbeğine taşımıştır. Latinler tarafından (Venedikliler de aralarında) özünden boşaltılan kent, Türklerin önünde kendiliğinden çökmüştür. Ama çabucak ve yeni bir kente, çoğu zaman zorunlu iskânla kalabalıklaşan ve büyüyen İstanbul’a yer açmıştır. Türk başkenti kısa bir süre sonra, kendini padişahlara dayatacak olan bir deniz siyasetinin sürükleyicisi olacak ve Venedik, zararına gelişen bu durumu fark edecektir.”2  

 Her Dönem Kentin Merkezi: Sultanahmet

Binlerce yılı içinde barındıran ve farklı devletlerin her daim merkezi konumunda bulunan günümüz Sultanahmet Meydanı, tarihin tüm izlerini taşımaktadır üzerinde…

Ayasofya, Sultanahmet Cami ve Topkapı Sarayı’nı içine alan bu bölge; Byzas’ın, Konstantin’in ve Fatih Sultan Mehmet’in merkez olarak belirlediği alandı. Konstantin, sarayını yaptırarak siyasi merkez hâline getirdiği bu bölgeye patrikhane kilisesini de yaptırarak, dini merkez hâline gelmesini ve ayrıca hipodromun yapılarak sosyal merkezin oluşmasını sağlamıştır. Osmanlıların fethinden sonra da çok büyük bir değişiklik yaşanmadı şehrin planında. Bizans sarayı saldırılar karşısında göçtüğü için onun yakınlarına Topkapı Sarayı’nı yaptırarak, siyasi merkez kimliğini korumuş oldular. Osmanlıların fethine kadar tüm Hıristiyan âleminin en büyük ve en değerli kilisesi konumunda bulunan Ayasofya da camiye dönüştürülerek dini merkez olma özelliğini sürdürmesinin dışında, pek çok imparatorun olduğu kadar pek çok sultanın da Cuma Namazı için gözdesi durumuna gelmiştir. Ardından yapılan Sultanahmet Camisi de Ayasofya’nın ihtişamını aratmayacak bir güzellikle, tam karşısına konumlandırılacaktı. “Hipodrom” ise “At Meydanı” olarak değişti ve Osmanlı halkının sosyal yaşamının merkezi durumuna geldi. Şehrin Bizans ve Roma dönemindeki etkileyici güzelliği hiçbir şekilde bozulmuyor, özenle yenilenen eski şehirdeki hamam ve konakların kalıntıları kaldırılarak ya da yeniden restore edilerek Osmanlı mimarisine uygun konak ve hamamlar inşa ediliyordu.

İstanbul öylesine dişiydi ki o zamanlar, görenleri yine ve daima kendine hayran bırakıyor; gerek halkın gerekse devlet erkânının gözleri gibi baktıkları, kolladıkları, güzelleştirdikleri ve en ihtişamlı eserleri yaptırdıkları bir şehir olarak varlığını sürdürüyordu.

Şimdi tüm “kitsch” görüntüsüyle restoran ve kafeleri, satış tezgâhlarını, turistlerin peşinden koşarak ellerindeki kitapları satmaya çalışan insanları ve eciş bücüş şekilde yapılanmış olan döküntü evleri kaldırarak bakıyorum Sultanahmet Meydanı’na; işte o zaman Eski İstanbul’un şiirsel güzelliği, dişil yanı konuşmaya başlıyor çok uzaklardan gelen bir ses tonuyla. O zaman, Evliya Çelebi gibi, konuşmayan ve konuşulmayacak hiçbir şey olamayacağını anlıyorum İstanbul’da. Onun, gördüğü kuyularla, taşlarla sohbetlerinin ardında yatan bu yaratıcı, sanatkâr ve dişil güzelliğe ulaşmaya çalışıyorum zihnimi kirli görüntülerden arındırarak.

“Hangi satırlar bu kutsal mekânın ruhunu tümden aktarmaya yetebilir? Hakkında yazılmış yüzlerce eserin hangisi, dünyanın bu en görkemli ve en önemli yapısıyla ilgili heyecanı yüreklere tam olarak nakşedebilir? Ve hangi söylencesi derinden etkilemez insanı Ayasofya’nın? Her iki büyük dinin de kutsal mekânı olan Ayasofya’da, bunlara ait sayısız efsaneler bir bir yankılanır eski duvarlar üzerinde, adeta yarışarak…”3

Ayasofya’yı gezdikten ve onu yazmaya yeltendikten sonra, Haldun Hürel’in yukarıdaki yakarışına katılmamak mümkün değil. Günümüze ulaşmış olan 3. Ayasofya’nın tarihi 537 yılını göstermektedir. Bundan önceki iki yapıyı da katarsak, karşımıza 1670 yıllık bir tarih çıkmaktadır; hem de her ânı ayrı bir değerlendirmeye tabii tutulabilecek kadar önemli bir 1670 yıldır bu. Tarihî Yarımada’nın en ilgi çekici eserleri arasında yer alan Ayasofya, ilk yapıldığı zaman böylesine gösterişli bir plana sahip değilken, ikinci yapının da aynı mütevazı planı koruduğu görülmektedir. İlki halk isyanı, ikincisi ise Nika isyanı ile yıkılan Ayasofya, günümüzdeki gösterişli hâlini İmparator Justiniaus’un çok daha görkemli bir kilise yapılması emri ile almıştır.


İnsanın, içine attığı ilk adımda kendini küçücük hissetmesine neden olan bu devasa mabet, Osmanlıların fethinden sonra, Sultanahmet Camisi yapılana kadar en önemli cami olarak da varlığını sürdürmüştür. Öyle ki Fatih Sultan Mehmet’in, fethin ardından Ayasofya’yı gezerken, elindeki asayla tarihî değeri yüksek bir esere vuran yeniçerinin elindeki topuzu alıp kafasına vurduğu ve Ayasofya’nın kendi özel korumasında olduğunu haykırdığı söylenmektedir.


İmparator Justiniaus’un emriyle yapımına başlanan bu devasa eserin beş yıl gibi kısa bir sürede hem de zamanın şartlarıyla bu kadar kısa bir sürede bitirilmesine rağmen, günümüzde yapılan onarımın on beş yıldan fazladır sürüyor olmasını ise anlamak mümkün değildir. Tüm güzelliğin orta yerinde hâlen sürmekte ve bir inşaat alanını andırmakta olan onarım yeri, Ayasofya’nın büyüleyici etkisine darbe vuruyor olsa da yine hayal gücünüzle bunu da görmezden gelmek sizin elinizde. Eğer bunu bir türlü beceremiyorum diyorsanız, önünüze değil yukarıya bakmayı deneyin; eminim ki Ayasofya’nın 32 metre çapındaki dev kubbesi sizi kendinizden geçirmeye yetecektir.


Kapıları, etkileyici oyma işçiliği, antik kentlerden getirilerek yapımında kullanılmış olan birbirinden değerli mermerleri, mozaikleri, gerek İslam gerekse Hıristiyan dünyasından kalan etkileyici işlemeleri ve saymanın bile satırları doldurmaya yetecek kadar çok olan detaylarıyla Ayasofya; bakmayı bilen gözlere anlatacak birbirinden ilginç hikâyeleriyle, gelenleri büyülemeye devam edeceğini vurguluyor.


Ayasofya’nın tam karşısında yer alan ve meydana adını veren Sultanahmet Camisi de mutlaka görülmesi gereken bir başka etkileyici anıtsal ve yaşayan yapı olarak varlığını sürdürüyor.

Sultan 1. Ahmet, daha 14 yaşındaydı tahta çıktığında; yani bizim reşit görmediğimiz, oy hakkı bile veremeyeceğimiz, çocuk dediğimiz yaşta bir sultan, devasa imparatorluğun başına geçmişti. O kadar ki tarihe, tahta geçtikten sonra sünnet olan sultan olarak adını yazdırmıştır. Topkapı Sarayı’na yakın olan bu yerde o zamanlar Ayşe Sultan’ın sarayı bulunmaktaydı. 19 yaşındaki genç Sultan, bu alanı satın alarak, görkemli bir cami yapılması emrini verdi. Temel kazılarına katılan ve ilk kazmayı da vuran Sultan 1. Ahmet, 1617 yılında tamamlanan eseri gördükten kısa bir süre sonra da yaşama gözlerini kapayacaktı. Mimar Sinan’ın yanında çıraklık yapan ve onun ölümünün ardından da baş mimar olan Mimar Mehmet Ağa’nın bu etkileyici eseri, altı minaresi ve bu minarelerinin dördünün külahının altınla kaplanmış olması, görülmemiş kitabesi, ferah yapısı, özgün çinileri ve motifleriyle; görenleri kendine hayran bırakmaktadır. Caminin hareminde yer alan mavi ağırlıklı çinileri sayesinde, yabancılar tarafından “Blue Mosque-Mavi Cami” ismiyle anılmakta olan Sultanahmet Cami, bir arkeoloji bahçesi olarak kabul edilen Tarihî Yarımada’nın eşsiz eserlerinden birisidir.

Ayasofya ve Sultanahmet Cami arasında kalan “Çiftehamam” ya da diğer adıyla “Haseki Hamamı” da burada bulunan ve görülmesi gereken bir diğer mekân. Mimar Sinan tarafından Kanunî Sultan Süleyman’ın baş kadını Haseki Hürrem Sultan adına yapılmış olan bu hamamı gezerken, hem Mimar Sinan’ın özel planlı bir eserini hem de el dokuması halıları inceleme fırsatı bulacaksınız. Burada göreceğiniz halıların en önemli özelliği ise geçmişten günümüze kadar üretilmiş olan en güzel ve müzelerde sergilenmekte olan halıların birer kopyaları olmaları. 


“İkinci Mehmet İstanbul’u Bizanslıların elinden aldıktan sonra, kente huzuru sağlamak için birkaç gün burada kalıp Edirne’deki sarayına dönmüştü. Düşüncelerinde, İstanbul’da kendine yakışır bir saray yaptırmak vardı. Belki bunun için yerini bile seçmişti… … Sarayın inşasına, fethinden yaklaşık 20 yıl sonra başlandı. 1474 ve 1479 yılları arasında bitirilen yapıya daha sonra birçok ekler katılmış, her devrin gereksinimlerine göre şekil almış, giderek büyümüştür. Burada 19. yüzyılda bile köşkler yapılmıştır. Yaklaşık 700 bin metrekareye yayılan bir alanı kapsar.”4

Bahsi geçen saray elbette ki Topkapı Sarayı’dır. Bu ihtişamlı ve efsanevi sarayın Osmanlı dönemindeki ismi Topkapı Sarayı değildi. Saray-ı Cedit, Dergâh-ı Mualla, Südde-i Saadet; fermanlarda vurgulanan farklı isimlerinden bazılarıydı. 18. yy’da yapılan ve “Top Kapusu” denilen Sarayburnu tarafındaki, etrafına çeşitli topların yerleştirildiği ahşap kapıdan kaynaklı bugünkü isminin de sarayın kalıcılığını, etkileyiciliğini ve gücünü vurgulamak açısından oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim. 700 bin metrekarelik alanın, bugün görece küçük bir alanı saray alanı olarak varlığını sürdürmektedir. Görece küçük bir alan diyorum (80.000 m2) çünkü sarayın hakkını vererek gezmek için en az bir gününüzü ayırmanız gerekiyor.

“Bab-ı Hümayun” yani “Saltanat Kapısı” olarak adlandırılan ve işlemeleriyle büyüleyen Sultanahmet çeşmesinin arkasında yer alan kapıdan saray alanına doğru yol alırken, daha kapısına gelemeden, sarayın etkileyiciliği alıp sizi Osmanlı’nın o en ihtişamlı dönemlerine götürmektedir. Orta kapı olan “Bab-ü Selam” ile “Bab-ı Hümayun” arasında yer alan bu avluda, ikinci derece önemli ve halkın rahatlıkla ziyaret edebildiği yapılar yerleştirilmiştir. Günümüzde hâlen varlığını sürdüren darphane binaları ve Aya İrini Kilisesi dışında, bu alanda artık olmayan ama o dönemde kullanılmış olan; Enderun Hastanesi, has fırın, dolap ocağı, Deâvi Kasrı gibi bölümler de yer almaktaydı. Bu avluyu geçtikten sonra karşınıza çıkacak olan “Bab-ü Selam”dan geçip de ikinci avluya vardığınız andan itibaren, masallar diyarına doğru çıkacağınız yolculuk için hazır olmalısınız; çünkü sarayın en etkileyici kısımlarında dolaşırken, günümüz zamanında yaşadığınızı unutmamanıza neden olacak tek şey insan kalabalığı ve ellerindeki fotoğraf makineleri olacaktır.

“Bab-ı Selam” yani “Selam Kapısı”, adı kadar hoşgörülü bir tarihî geçmişe sahip değil ne yazık ki; çünkü burası, kimi odalarında tutukluların hapsedildiği ve cellâtların vurdukları kelleri halka teşhir ettikleri ibret taşlarının yer aldığı alandı. Yani öyle “selamın aleyküm” der içeri girerlermiş gibi bir imaj uyanmasın gözünüzde; aksine, bu kapıdan öyle herkesin girmesi mümkün olmadığı gibi hiç kimse, bu kapıdan atının üstünde bile giremezmiş.

İkinci avluya geçtikten sonra, sol tarafta haremin araba girişi olan küçük kapısı karşılar sizi. Oryantalistlerin bin bir imgeyle anlattıkları, çeşitli efsanelerle süsledikleri ve aslından çıkarıp tam anlamıyla masallaştırdıkları harem, tüm mimarisiyle sergilenmektedir burada. Haremin hiyerarşik yapısı ve idari sistemi bambaşka bir dosya konusu olacak genişliktedir ama mimari olarak içinde gezindiğim haremin gerçekten kafamda canlandırdığımın oldukça dışında olduğunu söylemeliyim. Kelime anlamıyla, “yasaklı” ya da “tabu” anlamına gelen harem, sultanın ailesiyle birlikte yaşadığı; içinde 300 oda, dokuz hamam, iki cami, bir hastane, koğuşlar ve çamaşırlığın yer aldığı devasa bir alanı kapsamakta. Bugün ziyarete açık olan kısımlarını gezerek, bu devasa yapının bütününü anlamak mümkün. Hareme ait ve denize nazır avlusunda, burada yaşanan entrikaları ve çekişmeleri düşünmek için kendinize en güzel dinlence fırsatı yaratabilirsiniz.

İkinci avluya geri dönersek, bu alanda yer alan önemli diğer yapılar ise divan meydanı, divan-ı hümayun, dış hazine, adalet kulesi, mutfaklar, arşiv, has ahır gibi kısımlardır. Devlet işlerinin görüşüldüğü, etkinliklerinin düzenlendiği, arşivinin tutulduğu bu önemli mekânların dışında, mutfaklarda yer alan devasa malzemeler sizi oldukça şaşırtacaktır. Gerek yemek pişirmek için kullanılan büyük kazanlar, gerekse bunları karıştırmak için kullanılan ve tek kelimeyle kürek benzeri kaşıklar, o günün saray yaşantısına ışık tutmakta.

Sarayın en önemli kapısı olan “Bab-üs Saade” yani “Saadet Kapısı” ise bu avlunun sonunda yer almaktadır. Burası ve sonrası, sultanın özel yerleridir ve hiç kimse bu kapıdan içeri giremezdi. 3. avluya geçişi sağlayan bu kapı, cülus ve bayram gibi önemli günlerde, padişahın yer aldığı nokta olması ve önünde birçok Osmanlı ileri geleninin katledilmiş olması nedeniyle de özel bir yere sahiptir. “Bab-ü Saade”nin açıldığı 3. avlu, Enderun’un yer aldığı alandır. Burada, Enderun Avlusu, Arz Avlusu, Seferi Koğuşu, Fatih Köşkü, Hazine Koğuşu, Hasoda Koğuşu, Silahtar Hazinesi, Ağalar Camii gibi önemli yapılar ve içerlerinde yer alan değerli eserler sizleri bekliyor olacak. En çok gezilen ve merak edilen yerleri kaplayan bu alanda yer alan tüm kısımları uzun uzun ve hak ettikleri şekilde dikkatle gezerek, hiçbir detayı atlamamak gerekiyor.

4. ve son avlu ise has odadan geçilen bir terasla karşımıza çıkıyor. Revan, Bağdat, İftariye, Sofa, Mecidiye köşkleri; Hekimbaşı Kulesi, Sofa Camisi, Mecidiye Kulesi gibi yine çok etkileyici eserlerin yer aldığı bu avlu, özellikle eşsiz İstanbul manzarasıyla diğerlerinden farklılaşıyor.

Anlatmakla bitmeyen Topkapı Sarayı’nda bunca yıl içinde yaşananları varın siz düşünün…

Hipodrom ya da At Meydanı

Gerek Bizans döneminde gerekse Osmanlı döneminde, geniş halk kitlelerinin toplandığı ve çeşitli etkinliklerin düzenlendiği bu meydan, Sultanahmet Camisi yanında yer alan ve üzerinde Bizans dönemine oranla çok az sayıda kalmış olsa da pek çok sanatsal ve tarihî yapıyı barındıran bir alandır. Bunların arasında yer alan ve At Meydanı’nın merkezinde bulunan obelisk (Mısır Dikilitaşı) ise en etkileyicilerinden birisidir. Bu dikilitaş, MÖ 13. yy’da yaşamış olan Mısır Firavun’u Tutmosis’e aittir ve 1. Teodosius tarafından 390 yılında Mısır’dan getirtilmiştir. Dönemin başkent anlayışına uygun bir şekilde, meydanın, sanat eserleriyle, heykel ve sütunlarla süslenmesine özen gösteren Bizanslılar, bu amaçla getirttikleri obeliski şimdiki bulunduğu yere dikebilmek için epey zaman ve emek harcamışlar. Yalnızca dikilmesi 31 gün alan bu taşın, uzunca bir süre Marmara kıyılarında beklediği ve bu alana taşınması için özel bir demiryolu hattı kurulduğu da söylenmektedir. Taşın ağırlığı ve taşınma güçlüğü bu şekilde problem yaratmışsa da, kanımca, Latin işgalinde götürülemeyerek bugünlere kadar ulaşmış olmasını da sağlamıştır aynı zamanda.

Günümüz İstanbul’u 5 metre yükseldiği için, bu alanda yer alan anıtsal taşlar çukurda gibi görünmektedirler ve bunlardan bir diğeri de “Tunçtan Burmalı Sütun” ya da “Yılanlı Sütun” olarak anılmaktadır. Birbirine sarılı üç yılanın gövdelerinden oluşan anıtsal sütunun üç yılan kafası da bugünkü yerinde mevcut değildir. Birinin arkeoloji müzesinde diğerinin yurt dışında olduğu biliniyor; ama üçüncüsüne ne olduğu konusunda bir bilgi yok. Bu sütunun oldukça kötü bir hikâyesi de var. Osmanlı tarihinde, bilinen ilk recm cezasının (kadının taşlanarak öldürülmesi), bu sütunun dibinde gerçekleştirildiği bilinmektedir.

Bu alanda yer alan üçüncü sütun ise “Örme Dikilitaş” adıyla anılmaktadır. 7. Konstantin tarafından dikilen bu taşın, o dönemlerde, üzerinde tunç plaka kaplama olduğu söylenmektedir; ama bu tunç plaka da Latinler tarafından sökülmüş ve para yapımında kullanılmış.

Bu alanda yer alan ve ilk kurulduğu 1914 yılında Süleymaniye Camisi’ne ait külliyenin bir parçası olan imaret binasında bulunan; 1983 yılındaysa, İbrahim Paşa Sarayı’na taşınan “Türk ve İslam Eserleri Müzesi”, iç avlusu ve tarihî binanın dokusu için bile mutlaka görülmesi gereken bir müze. Burası, Türk ve İslam dünyasının en değerli eserlerini bir arada görebilmek için ender bulunacak bir fırsat. El yazmaları koleksiyonu, hat koleksiyonu, halı koleksiyonu gibi büyüleyici eserlere sahip olan müzede ayrıca, Anadolu madenciliğine ilişkin bir koleksiyon, ahşap eserler koleksiyonu, değerli taş koleksiyonu gibi hayranlıkla izleyeceğiniz diğer koleksiyonları da yer almakta. Müzenin çıkış kapısından çıkar çıkmaz merdivenlere yönelmek yerine, karşınıza çıkacak olan manzaranın tadını çıkarmanızı tavsiye ederim; At Meydanı ve Sultanahmet Cami’ni kuşbakışı izlemek için, bulunmaz bir fırsat elde edeceksiniz.    

Milion’dan Yerebatan’a Kadar…    

Kısacık bir mesafe yukarıda bahsettiğim; ama tarihsel olarak oldukça uzun ve bilinmeyen bir zaman… Doğu Roma başkenti Konstantinopolis’in tüm yollarının başlangıç noktasını dünyanın başlangıç noktası gibi vurgulayan Romalılar, buraya bir anıt taş dikerek resmileştirmişler. Yani onlara göre Konstantinopolis, dünyanın merkeziydi ve Milion Taşı da onun merkezini temsil ediyordu. Bugün gelip geçenin çok fazla ilgisini dahi çekmeyen bu taş, yine bir çukur içinden yükselmekte ama dikildiği dönemin etkileyiciliğini maalesef taşımamaktadır. Yerebatan Sarnıcı’nın hemen sağında bulunan bu taşın, o dönemlerde altınla kaplı olduğu da söylenmektedir; bilin bakalım bu altın ne zaman ve ne şekilde yok olmuştur…

Günümüzde, “Yerebatan Sarnıcı” olarak bilinen ve belki de Tarihî Yarımada’nın en mistik alanı olan “Bazilika Sarnıcı”, Ayasofya kompleksine ait bir yapı olup, kilisenin su gereksinimini karşılamak amacıyla, İmparator Justiniaus tarafından, 6. yy’da yapılmıştı. Suyun içinden yükselen sayısız sütunuyla, eşsiz bir görsel ziyafet sunan Yerebatan, günümüzde, düzgün bir müzecilik anlayışıyla ziyarete sunulan ender yerlerden. Gerek çalınan müzik, gerek ışık oyunları ve gerekse yerin altındaki suyun içinde yüzen balıklarıyla son derece etkileyici ve büyüleyici bir mekân Yerebatan. Sarnıcın suyu ise Belgrat Ormanı’ndan, kemerler ve suyolları aracılığı ile getirilmekteymiş. Sarnıçta ziyaretçileri bekleyen en büyük sürprizlerden birisi ise kuzeybatı bölgesinde yer alan iki sütunun kaideleridir. Bu kaideler, Roma dönemi heykel sanatı şaheserlerinden kabul edilmekte olan iki medusa başıdır.

“Herkes kendi dişi şehirlerini ve erkek kentlerini, kendi ölçüleri içinde üretebilir. Yaşadığımız alanlara sahip çıkabilmenin ve onlara sadece maruz kalan edilgen yaratıklar olmaktan uzaklaşabilmenin yollarından birisi de bu olsa gerek.”2-1

İstanbul’un dişil yanına doğru çıktığımız yolculuğumuzda bizi en çok kendine çekenin Tarihî Yarımada olması, şaşılacak bir durum olmasa gerek. M. Ali Kılıçbay’ın çizdiği yolda, kentin dişi olan yanına dair izler taşıyan arayışımız, elbette şehrin doğuşundan izler taşıyan bu yarımadada kendine yer bulacaktı. Bugün üzerinden binlerce yıl, onlarca medeniyet, milyonlarca insan geçmiş olan bu yarımadanın günümüzdeki eril yüzü altında yatan ve görmeyi bilen gözlerin seçebileceği güzellikleri sergileyen dişil geçmişine doğru yol almaya, kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Sultanahmet’ten Çok Uzaklaşmadan…

Sultanahmet Cami, Ayasofya, Topkapı Sarayı ve daha nicesini dedik; artık Sultanahmet bölgesinden ayrılma, yarımadanın diğer kesimlerine doğru yol alma vaktidir. Ama uzaklaşmadan önce, yine Sultanahmet Meydanı yakınlarında yer alan Arasta’ya ve onun altında bulunan Mozaik Müzesi’ne değinmeden geçmek olmaz.

Sultanahmet Meydanı yakınlarında yer alan Arasta, hem mimari yapısı hem de düzeni açısından, bu bölgenin en keyifli çarşısı olarak varlığını sürdürüyor. Birbirinden ilginç ve farklı hediyelik el sanatları ürünlerinin yer aldığı dükkânlar turistleri kendisine çekerken, Eski Bizans Sarayı kalıntıları üzerine yapılmış olan bu çarşı, dar ve etkileyici sokak dokusuyla da görülmeye değer. Bu çarşıyı böylesine önemli kılan özelliği ise Bizans İmparatorluk Sarayı kompleksine ait bir yer olması ve 1930’lu yıllarda yapılan kazılar neticesinde, altında yer alan mozaik yer döşemelerinin bulunmasıdır.

İmparatorların ve konuklarının üzerinde adım seslerini bıraktıkları, binlerce yıl öncesinden günümüze taşınan bu mozaikler, anlattıkları gündelik yaşamın içine çekiyorlar ziyaretçilerini. O dönemin insanlarından biri olup ava çıkarken ya da çocukların oyunlarına eşlik ederken bulabilirsiniz kendinizi.  

Erken Roma döneminden esinlenerek, Bizanslıların sanatkârlıklarını sergiledikleri bu mozaikler, sanatın ulaştığı son noktayı göstermeleri bakımından da ayrıca önem taşıyorlar. Küçücük parçalardan renkli taşların, büyük bir emek ve beceriyle yan yana dizilmesiyle meydana getirilen mozaik yer döşemeleri dışında, müzenin tüm duvarlarında yer alan, başka bölgelerden getirilmiş panolarla birlikte eşsiz bir sanat ziyafeti bekliyor ziyaretçileri.

Soğukçeşme’den Gülhane’ye

Topkapı Sarayı’nın surlarına dayalı olarak inşa edilmiş cumbalı evlerin sıralandığı Soğukçeşme Sokağı, bundan 20-30 yıl önce değil övünülecek, içinden geçilecek gibi olmayan bir sokakmış. Evlerin, harap durumlarından çıkarılarak, turizmin can alıcı merkezlerinden birisi hâline gelmesini ise rahmetli Çelik Gülersoy’un İstanbul’a duyduğu aşka borçluyuz. Bugün, restore edilmiş ve pastel tonlara boyanarak kimi restoran kimi pansiyon hâline getirilmiş bu otantik evlerin bulunduğu Soğukçeşme Sokağı da bu sayede, yeniden yaşama fırsatı bulmuş kendisine.

Sultanahmet’i gezmeye gelip de bu sokaktan geçmeyen sayısı yok denecek kadar az. Bu yolu takip ederek, parke taşlı yolun üzerinden hayallere dalıp ilerlerken, sokağın bitiminde yer alan ve eskiden “Soğukçeşme Kapısı” olarak adlandırılan, günümüzde ise “Gülhane Kapısı” olarak bilinen Gülhane Parkı’nın ana girişinden içeri saptığınızda, sizi Tarihî Yarımada’nın bambaşka bir güzelliği karşılayacaktır. Topkapı Sarayı’nın dış bahçelerinden birisi olan bu park, zaman içinde sarayın bir parçası olmaktan çıkıp, halkın mesire yeri hâline geldi. Günümüzde, yeniden düzenlenerek, yine halkın kullanımına açılan park, içinde yer alan tarihî mekânları ve yemyeşil bahçesiyle, şehrin en ünlü parklarından birisi olarak varlığını sürdürüyor.

Park, Topkapı Sarayı’nın bir parçasıyken, sultanların, eğlenceleri ve esnaf alaylarını izlemek için kullandıkları Alay Köşkü de burada yer almaktadır. Günümüze gelen yapı 1810 yılından kalma olsa da daha önceki dönemlerde de aynı amaçla kullanılan ve aynı yerde bulunan farklı yapıların yer aldığı söylenmektedir. Köşk, parkın Soğukçeşme sokağından girişinde yer alıyor ve oldukça göz alıcı bir güzelliğe sahip. Hâlen restorasyon çalışmaları sürdüğü için içinde gezmek mümkün olmasa da dış yapının gösterişli hâli, köşkün geneli için verilebilecek puanın belirleyicisi oluyor. 

Geçmişe Saygının Sükûneti

Sessizce, sanki geçmişten gelen ruhları ürkütmemek için özenle atılmaktaydı adımlar… Dibinde duran birinin nefes alışını dahi hissedemeyecek kadar sükûnet içindeydi her yer. Hem de avlusundan içeri atılan ilk adımdan itibaren başlıyordu bu saygıyla karışık sükûnet. On binlerce yıla duyulan saygı, hayranlık dolu bakışların sessiz çığlığına bile engel olurcasına, hâkimiyetini kurmuştu koridorlarda.

İstanbul Arkeoloji Müzesi, Gülhane Parkı’ndan çıkıp sağa saptığınızda sizi karşılayan Topkapı Sarayı’nın eskiden giriş kapılarından birisi olan, bugünse saraya değil Darphane-i Amire Binalarına ve Arkeoloji Müzesi’ne ulaştıran hafif yokuş bir yolun orta yerinde karşılıyor misafirlerini.

Şark Eserleri Müzesi, Çinili Köşk ve Arkoloji Müzesi’ni bir arada barındıran avludan içeri girer girmez karşınıza çıkacak olan yapıların mimari güzelliği ve heybetleri, sesinizi kısıveriyor; avludan çıkana kadar bir daha çıkarmamak üzere.

Şark Eserleri Müzesi, avluda karşınıza çıkacak olan ilk yapı. 1883 yılında, Osman Hamdi Bey tarafından, Güzel Sanatlar Akademisi (dönemin ismiyle Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisi) olarak inşa edilen bu bina, tıpkı Arkeoloji Müzesi’nin ana binası gibi dönemin en ünlü mimarlarından Alexandre Vallaury’e yaptırılmıştır. Neo-Rönesans ve Neo-Grek tarzlarının kullanıldığı bu binaların mimari dokusu, bugün bile görenlerin gözlerini kamaştıracak bir ustalığın ve emeğin ürünüdür. Böylesine işlevsel olarak kullanılmakta olan bu tip yapıları gördükçe de insan, ister istemez betonarme arasına sıkışmış yaşamına hayıflanmadan edemiyor.

Oryantalizm akımının etkisi giderek artarken, Osmanlı İmparatorluğu toprakları içinde yer alan Anadolu, arkeologlar ve eski eser meraklıları için hazinelerin en büyüğüydü. Sultan Abdülmecit dönemine kadar da bu insanlar, meraklarını gidermek için geldikleri Anadolu topraklarında büyük talanlar ve hatta eser kaçakçılığı yaparlarken hiç sorun yaşamadılar. Çünkü o dönemlerde bu topraklarda yaşayanlar için bu eserler birer taş parçasından farklı bir anlam ifade etmiyor ve sorun çıkarmıyorlardı. Sultan Abdülmecit döneminden sonra, arkeoloji kültürü adına aydınların ortaya çıkmasıyla birlikte, 1846 yılında ilk müze kuruldu ve bu eski eser soygunlarına da yavaş yavaş son verilmeye başlandı. Bugünkü Fethi Paşa Korusu’nun sahibi ve Abdülmecit’in kız kardeşi Atiye Sultan’ın eşi Ahmet Fethi Paşa, bu müzeyi açtı ama bugünkü anlamında bir müze olmaktan çok depo niteliğindeydi. Aya İrini Kilisesi içine tıkıştırılan eserlerle müze olan kilisenin ismi de “Mecma-ı Esliha-ı Atika” olarak değiştirildi.

1875 yılında müze müdürlüğüne getirilen Anton Dethier, Anadolu topraklarındaki eski eserlerin, sorgusuz sualsiz yurt dışına götürülmesi dönemini kapatan isim oldu. Şark Eserleri Binası’nın tamamlanmasının ardından yapılan ve 1891 yılında açılan ikinci müze binası ise çağdaş tasarımı ve geniş iç yapısıyla dönemin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek nitelikleri taşıyordu. Günümüze kadar yapılan eklerin ardından, Arkeoloji Müzesi, 1993 yılında, on yedi ülkenin kırktan fazla müzesi arasında Avrupa Müzecilik Ödülü’nü almaya hak kazandı. Bu noktada, Güzel Sanatlar Akademisi kurucusu ve ilk müdürü, ressam ve arkeolog, tam bir kültür adamı olan Osman Hamdi Bey’e ne kadar şükretsek azdır.

Kapısından girer girmez iki dev Hitit aslan heykeli ile misafirlerini karşılayan Eski Şark Eserleri Müzesi, dört ana bölümden oluşuyor: Anadolu Eserleri, Mezopotamya Eserleri, Mısır Eserleri ve İslamiyet Öncesi Arap Yarımadası Eserleri. Dört bölüm de ayrı ayrı çok önemli eserleri bünyesinde barındırırken, bunlar arasında en büyük ilgiyi “Kadeş Anlaşması Metni” çekmektedir. Bundan 3250 yıl önceye ait olan bu kil tablet, Mısırlılarla Anadolu Hititleri arasında yaşanan ama bir türlü kazananın ortaya çıkamadığı ünlü Kadeş Savaşı’nın ardından imzalanan uzun süreli barış anlaşması olması nedeniyle, yoğun ilgiyi hak etmektedir.

Eski Şark Eserleri Müzesi karşısında yer alan ana binada bulunan Arkeoloji Müzesi ise yüksek tavanlı, ferah iki kattan meydana geliyor. Ek binası ise, depoları ve zemini de sayarsak tam altı kattan oluşuyor. Çağlar Boyu İstanbul, Çağlar Boyu Anadolu ve Toria, Anadolu Çevresi Kültürleri olmak üzere üç ana bölümden meydana gelen müzenin içinde yer alan eserleri görmeden, İstanbul ve Anadolu topraklarında yaşamış kültürleri anlamak, onları sahiplenmek ve bunların bizlere bıraktıklarıyla hissedilebilecek gururu yaşamak mümkün değil. Müzenin en etkileyici ve hatta büyüleyici diyebileceğim kısmı ise dev lahitlerin yer aldığı bölüm. Bu lahitlerin üzerinde yer alan ve her biri birer ustalık işi olan kabartmaları izlemek, zamanın bir anlamda durması bir anlamda da geçmişe doğru akması demek. İnsanoğlunun kendini ifade şekline hayran kalmamak, o dönemin yaşam koşullarını günümüze aktaran bu insanlara sonsuz bir saygı duymamak mümkün değil. Bunlardan birisi olan “İskender Lahdi” ise, yapıldığı dönemlerde renkli olan ama şimdi renklerini az çok kestirebileceğiniz, üstü üçgen formda dev bir mermer kapakla örtülü olan, müzede bulunan lahitler arasında en çok ilgi çekeni. Üzerinde yer alan 17 savaşçının işlenişi son derece sanatsal ve büyüleyici. Savaş ânının betimlendiği bu lahdi izlerken, korkuyla karışık bir saygı belirir içinizde. Lahitlerin dışında, müzede yer alan takı, tablet, silah, heykel gibi son derece değerli ve etkileyici eserlerin hepsini gezdiğinizde, tarihöncesinden bugüne Anadolu topraklarına âşık olmamanız mümkün değil.     

Müze avlusunda yer alan bir başka yapı ise Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra, İstanbul’un yeniden inşası sırasında saray yapımı sürerken buraya yaptırdığı köşktür. Mütevazı bir saray olarak yapılmış olan bu köşke “Çinili Köşk” denmesinin sebebi ise iç mekânın ve giriş kapısının içinin yoğun bir çini süsleme ile yapılmış olmasıdır. 13. yy Selçuklu üslubunu yansıtan bu çinileri Fatih Sultan Mehmet’in tercih etme sebebinin, atalarının anısını yaşatma arayışı olduğu söylenmektedir. “Sırça Saray” olarak da bilinen Çinili Köşk, 1992 yılından bu yana, Türk çini ve seramiklerinin çeşitli dönemlerine ait eserlerinin sergilendiği müze olarak kullanılmaktadır. 1737 yılında yaşadığı bir yangınla zarar gören köşk, yeniden restore edilmiş ve günümüzdeki hâlini almıştır. 1880 yılında “İmparatorluk Müzesi” ve 1953 yılında “Fatih Müzesi” olarak kullanılan köşk, 1981 yılında “Çinili Köşk” olarak hizmete açılmıştır. İçinde yer alan tavus kuşu betimlemeli ve karanfil ile lale işlemeli çeşme ise 1590 yılı yapımıdır ve dönemin zevkini yansıtması açısından, oldukça ilgi çekici bir noktasıdır köşkün. 

Bu geniş alana yayılmış müzenin tüm binalarını gezebilmek ve hakkını verebilmek için en az bir gününüzü ayırmanız gerektiğini belirtmeden geçemeyeceğim. Dünyanın başka hiçbir müzesinde eşine rastlayamayacağınız özgün eserler, bu binalarda ziyaretçilerini bekliyor.

Divanyolu’ndan Kapalıçarşı’ya

“… Osmanlı İstanbul’u da aynı çizgi üzerinden yürümüştür. Bizans’ın devlet yolunu Divan Yolu hâline getiren, tepelerin her birine görkemli birer cami oturtan, Boğaziçi’ni incelmiş bir yaşama keyfinin ve bilgisinin beşiği hâline getiren Osmanlı yönetimi, tıpkı önceki Bizans gibi ama onunkinden çok daha büyük bir boyutta olmak üzere, İstanbul’a rakip olabilecek herhangi bir kent bırakmamıştır.”2-2

Bizans çağında da kentin en önemli caddesi olan ve “mese” adıyla anılan “Divanyolu Caddesi”, Osmanlı döneminde, saraydaki divana giden cadde olması ve divan mensubu, şeyhülislam, sadrazam, vezir gibi üst düzey görevlilerin evlerinin yer aldığı ve işe giderken kullandıkları cadde olması sebebiyle bu ismi almıştır. Dönemin ana yolu olan bu cadde üzerine ve çevresine pek çok konak inşa edildiği gibi, önemli tarihî eserler de yine bu cadde ve çevresine yapılmıştır.

Yol boyu uzanan tarihî binaların her birini anlatmak mümkün değil elbet; ama adım başı durup, yolun sağını solunu kontrol ederek yürümeniz, burada yer alan ve diğer yapılar arasında sıkışıp gözden kaçar duruma gelmiş olan önemli bir eseri kaçırmamanızı sağlayacaktır. Beyazıt’a kadar yol boyunca yer alan eserler arasında bulunan ilk önemli yapı ise 2. Mahmut Türbesi’dir. Oğlu Abdülmecit tarafından, Sultan 2. Mahmut için yaptırılan bu görkemli türbe; Abdülaziz, 2. Abdülhamit gibi başka sultanların ve sultanın çocuklarının yanı sıra Ziya Gökalp, Prens Sait Halim Paşa, Hasan Fehmi gibi önemli kişilerin de mezarlarının yer aldığı bir türbe olması açısından da oldukça ilgi çekici. İşin acı tarafı, son dönem Osmanlı mimarisinin seçkin örneklerinden olan, türbe kompleksi olarak nitelendirebileceğimiz ve bir müze olarak ziyarete açılmış olan bu yerde maalesef burayla ilgili bilgi verebilecek yetkili bir kişi bulamıyorsunuz –ya da umarız biz bulamamışızdır. Hemen türbenin yer aldığı yapı içinde bulunan idari kısımdaki ilgililer ise sorulan sorulara “Bilmem ki” ya da “Ben buraya yeni geldim” gibi yanıtlar dışında bir cevap veremiyorlar.

2. Mahmut Türbesi’nin hemen karşısında yer alan Köprülü Kütüphanesi ve camisi de mutlaka gezilmesi gereken yerler arasında. Günümüzde hâlen kütüphane işlevini sürdüren bu yapı, 1676 yılında inşa edilmiş. El yazması kitapların bulunduğu bu kütüphane, hem bu anlamda hem de mimari dokusu anlamında oldukça önemli bir eser. Osmanlı İmparatorluğu’nun çalkantılı döneminde, yani Deli İbrahim’in ardından altı yaşındaki oğlu Sultan 4. Mehmet’in tahta geçtiği yıllarda, ihtiyaç duyulan yetenekli sadrazam arayışı Köprülüler hanedanı ile doldurulmuş ve işte bu eser de Köprülü Mehmet Paşa’nın oğlu Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa tarafından Köprülü Külliyesi’nin bir parçası olarak yapılmıştı. Bakımlı bir bahçe içinden geçilen kütüphane, dışarıdaki hengâmeden sıyrılarak, geçmişi solumaya devam etmenizi sağlayacak nitelikte. Aynı külliyenin bir başka eseri olan Köprülü Mehmet Paşa Camisi’nde de ayrıca Köprülü’nün mezarı yer almaktadır.

Mimar Sinan’ın eserlerinden olan ve 1584 yılında, Nurbanu Sultan adına yapılan Çemberlitaş Hamamı, Köprülü Külliyesi karşısında yer alıyor. Es geçilmemesi gereken eserler arasında yer alan bu hamamın ardından, Çemberlitaş Sütunu, bitmek bilmeyen restorasyon çalışmaları içinden görmeyi becerebilirseniz, sizleri bekliyor olacak. İstanbul’un en eski anıtlarından olan bu sütun, Konstantin adına dikilmiş zafer sütunudur. İstanbul’un açılış töreni için dikilmiş olan bu sütunun tepesinde, o dönemler Roma’daki Apollon Tapınağı’ndan sökülerek getirilen Apollon Heykeli yer almaktaydı. Hıristiyanlığın resmi din hâline gelmesinin ardından sökülen Apollon Heykeli yerine, imparatorların heykelleri konulmaya başlandı. 1672 yılında çıkan büyük yangın neticesinde çatlayan blokları düşme tehlikesi yaratınca, 2. Mustafa tarafından koruma çemberi içine aldırılan taşın adı da bu nedenle “Çemberlitaş” olarak kaldı. 2004 yılında başlayan kapsamlı onarımı ise maalesef hâlen devam ediyor.

Sağlı sollu, yol boyunca yer alan birbirinden önemli tarihî eserleri gezerken yorulan bedenlerinize en iyi gelecek molayı, yine tarihî bir mekân içinde verebilirsiniz: Çorlulu Ali Paşa Medresesi.  Aynı isimli külliyenin bir parçası olan medresenin açık avlusu, kahvehaneler ve turistik eşyalar satan küçük dükkânların yer aldığı ufak bir çarşı kıvamına bürünmüş. Otantik hava içerisinde, odun kömüründe pişirilen kahvelerin tadına ise doyum olmuyor. 1700’lü yıllarda yapılan bu külliye, Lale Devri sadrazamlarından Çorlulu Ali Paşa’nın acı hikâyesini de içinde barındırıyor aynı zamanda. Çorlulu Ali Paşa, 1706’da başladığı görevinden, 1710 yılında azledilmiş ve Midilli’de idam edilmişti; idamının ardından, başı buraya getirilip gömülmüş ama gövdesi Midilli’de kalmış…

İkinci Viyana kuşatmasındaki başarısızlığı sebebiyle idam edilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın külliyesi de Divanyolu’nda yer alan eserlerden bir diğeri. 2. Viyana seferi, aynı zamanda Avrupa’nın kahveyle tanıştıkları sefer olması açısından da ilgi çekicidir. Sefere çıkarken, Kara Mustafa Paşa’nın yanına aldığı çuvallar dolusu kahve, bozgunun ardından Viyana kapılarında kalmış ve bunları bulan Koltschitzky isimli bir Avusturyalı, “Mavi Şişe” isimli bir kahvehane açarak, Avrupalıları kahveyle tanıştırmıştır..

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Külliyesi’nin ardından Beyazıt Meydanı’na açılan Divanyolu, bu noktada eski günlerine büyük özlem duymaktadır. Bizans döneminde “Boğa Meydanı” olan ve ardından Fatih Sultan Mehmet’in ilk sarayını yaptırdığı yer olarak da (Bugünkü İstanbul Üniversitesi) büyük önem taşıyan bu meydan, maalesef geçmişteki estetik görünümünü tamamen yitirmiş durumdadır. İstanbul Üniversitesi, Beyazıt Camisi, medresesi ve hamamı; dönemin izlerini taşıyan ender yapılar olarak varlıklarını sürdürüyorlar.

Beyazıt Meydanı’ndan, Divanyolu’nu ardımızda bırakarak, Çadırcılar Caddesi üzerinden aşağı doğru inerek Kapalıçarşı’ya doğru yol alıyoruz…

“ Zor olduğunu biliyorum. O kırmızı fesi kafanızdan çıkarmak zor. Biliyorum. Ama çıkarabilirsiniz. O zaman, işte o zaman, Bedesten’in kapısının üstündeki kartal rölyefli kitabenin, burasının Fatih zamanında yapıldığına mı, yoksa daha önceki Bizans dönemine ait bir bina olduğuna mı işaret ettiğini tartışabilirsiniz.

İşte o zaman, kırk yıllık İstanbulluların da oturanların da arada sırada neden kalkıp Kapalıçarşı’ya gelme ihtiyacı duyduğunu sezinleyebilirsiniz. İşte o zaman Kapalıçarşı’nın hayatınıza gerçekten girmesi için birden çok gerekçesi olabileceğini görebilirsiniz.

Yazar şöyle demiş: ‘Özetle, her devirde İstanbul neyse, Kapalıçarşı da oydu.’. Katılıyorum…”2-3

Batılı gezginlerin “Büyük Pazar” olarak bildikleri ve İstanbul’a gelen her turistin mutlaka uğramak istediği Kapalıçarşı’nın yapımına, Fatih Sultan Mehmet tarafından başlandığı söyleniyor. Fatih Sultan Mehmet, Cevahir Bedesteni ve ardından Sandal Bedesteni yapılarını yaptırmış; peşi sıra gelen diğer yapılar da bunlara eklemlenmiştir. Bizans döneminden kalma bir çarşı üzerine yapılmış olabileceği de söylenen bu devasa ve karmaşık yapının geçmişine dair böylesi bir kesin bilgiye henüz ulaşılamadı. Aslında büyük bir külliye olarak da görülebilecek olan Kapalıçarşı’da; 61 sokak, 2195 atölye, 18 çeşme, iki bedesten, 12 depo, 40 han, 2200 han odası, 12 mescit, bir okul, bir hamam ve 19 tane de tulumba kuyusu bulunuyor. Dolayısıyla, kaybolmak için biçilmiş kaftan diyebiliriz Kapalıçarşı için.

Geçmişinde olduğu gibi bugün de farklı ürün türleri için farklı sokaklar kullanılmaya devam ediyor; altıncılar bir sokakta, el sanatı ürünleri satıcıları başka bir sokakta, antikacılar ise bir başkasında… Osmanlı döneminde, lonca teşkilatının hüküm sürdüğü bu sokaklarda, hâlâ geçmişin kokusu kol geziyor. Onlarca kapısı olan Kapalıçarşı’dan Nur-u Osmaniye Kapısı’nı kullanarak çıktığımızda, Nur-u Osmaniye Camisi’nin arka avlusu karşılıyor bizleri.

Bu avlu, aynı adlı külliyenin bir parçası olarak varlığını sürdürüyor. Bu külliyeyi diğerlerinden ayıran en önemli özellik, 18.yy’ın ikinci yarısında başlayan batılılaşma hareketinin, kültür ve sanata yansımasını taşıyan bir örnek olmasıdır. Klasik Türk motiflerinden uzak olan bu eser, dönemin Avrupa-Barok üslubu mimari özelliklerini taşımaktaydı. 3. Osman tarafından yaptırılan bu cami ve külliyeye “Osman’ın Işığı” anlamında, Nur-u Osmaniye adı verildi. Gerek iç gerekse dış yapısıyla gerçekten bambaşka bir tat veren bu cami, mutlaka görülmesi gereken yerler arasında.

Mimar Sinan’ın Kalfalık Eserinden Eminönü’ye

 “Sinan, caminin temelini attıktan sonra, bu temelin oturması için bir yıldan fazla bekleyince, inşaatın ekonomik nedenlerden dolayı durduğunu sanan İran Şahı Tasmahb, bunu fırsat bilerek, Kanuni’yi sıkıştırmak istedi ve ona yardım etmek düşüncesiyle, sandık dolusu mücevher gönderdi. Rivayete göre, buna çok sinirlenen sultan, Mimarbaşı Sinan’a gereğinin yapılmasını buyurdu ve o da bütün hazineyi ufalattırıp, inşaatın harcına kattı.

İster fantazya, ister gerçek, ne olursa olsun, Süleymaniye’nin yapım aşaması bütünüyle görkemli bir efsanedir. 16. yüzyılın insan gücüne dayalı teknik koşulları çerçevesinde, insanüstü bir gayretle, yedi yılda tamamlanan bu özgün eser, hem mimarlık sanatı, hem de mühendislik açısından, tüm çağlara ders verecek niteliktedir. Anıtsal külliyenin önünde durduğumuz zaman bu duyguları hissetmememiz olası değil zaten…”2-4

İstanbul’un Haliç yamaçları üzerinde yer alan ve büyüleyici bir güzelliğe sahip olan Süleymaniye Külliyesi, yukarıda da belirtildiği üzere, sadece yedi yıl içerisinde tamamlanmıştır. Bunları duyup, bilip, öğrenip; günümüzde bitmek bilmeyen inşaatlara ve restorasyon çalışmalarına, ister istemez üzülerek ve sinirlenerek bakıyor insan. Nasıl bir organizasyon, bilgi ve beceri ürünüdür ki böylesine dev bir inşaat, yedi yıl gibi kısa bir zamanda tamamlanmıştır? Bu toprağın insanlarına bahşedilmiş bu yetenek, nasıl, ne zaman ve tabii neden yok olmuştur? Bu soruların cevabını beklemek, dipsiz bir kuyudan ses beklemekten başka bir şey değildir; ama insan, sormadan edemiyor işte. Aynı dönem içerisinde, farklı pek çok yerde bulunan eserlerini de aynı zamanda üretmeye devam eden Mimar Sinan; bu inşaatta tam 3500’den fazla işçi çalıştırmış, imparatorluk topraklarının farklı bölgelerinden farklı malzemeler getirtmiş ve çok ince bir işçilikle bu külliyeyi kısacık bir dönemde tamamlamıştır. Burada anlatmaya yer bulamayacağımız kadar çok teknik ve önemli ayrıntıyı içinde barındıran bu eseri gezerken, bu detayları da takip edebileceğiniz bir rehber kitabı yanınızda bulundurmanızı tavsiye ederim. Bu sayede, dönem için imkânsız denilen uygulamaların varlığının farkına varabilir ve Mimar Sinan’ın dehasına daha çok hayranlık duyabilirsiniz; ses yankılamasını engellemek için kubbe tuğlaları arasına kavanoz yerleştirilmesinden iç mekândaki kandillerin sisleri duvarları kirletmesin diye yapılan hava akımı ile isin “is odası”na hapsedilmesine kadar çok ilginç uygulamalar, bu külliyeyi ziyaret edenleri bekliyor olacak.

Caminin şerefelerinin 10 adet olması ve dört minaresinin bulunması da 10. sultan ve 4. padişah olan Kanuni Sultan Süleyman’ı simgelemektedir. Sultan Süleyman’ın türbesi de yine bu külliye içinde yer almakta ve türbenin içi, çini işlemeleriyle göz kamaştırmaktadır.

Yapılarında yalınlıktan uzaklaşmayan ve bu eserden sonra da böylesine anıtsal bir yapı yapmamış olan Mimar Sinan’ın, onun sevdiği gibi yalın bir tarzla yapılmış olan küçük türbesi de bu külliye içinde yer almaktadır. Üzerinde, kendi elleriyle yaptığı söylenen mermerden bir sarık bulunan mezarının yer aldığı türbede, yakın arkadaşı Mustafa Sai Çelebi’nin şu satırları yer almaktadır:

“Yattığı yeri hüda kılsın, anın bağ cihan,

geçdi bu demde cihandan, pîri mimaran Sinan!”

Dar ve yokuş aşağı sokaklardan yol alarak, 1600 yıllarda yapılan ve öneminden günümüzde de fazla bir şey kaybetmemiş olan Mısır Çarşısı’na varıyoruz. Kahire’den alınan vergilerle yapıldığı için Mısır Çarşısı olarak adlandırılan bu yapı, aslen Yeni Cami’nin de içinde bulunduğu külliyenin bir parçasıydı ve “Valide Çarşısı” ya da “Yeni Çarşı” olarak adlandırılmaktaydı. Çarşının kapısından içeri girer girmez, yoğun ve hoş bir baharat kokusu sarar etrafınızı; gözleriniz ise eşsiz bir renk cümbüşüne hazırlar kendini. Yoğun kalabalığı umursamadan, rahatsız olmadan gezilebilecek büyülü bir mekândır burası.

Mısır Çarşısı’nın hemen yanında yer alan Yeni Cami ise 1597 yılında, 3. Murat’ın karısı Safiye Sultan tarafından yapımına başlanmış ama bahtsız bir tarihî süreçten geçmiştir. Sadrazamın azledilmesi, Safiye Sultan’ın saraydan gönderilmesi, mimarın vebadan ölmesi gibi pek çok bahtsız nedenle tamamlanamayan cami, ancak 1663 yılında tamamlanabilmiştir. Caminin yapımı için zorla boşaltılan bu alanda o dönem yaşayan Yahudilerin âhı belli ki tutmuş ve Osmanlı için bir rekor olan 66 yılda eser tamamlanmıştır. Klasik Osmanlı mimarisinin son dönem eserlerinden birisi olan bu caminin geniş avlusu da kalabalık ve gürültüden bıkanlar için bir huzur mekânı olmasının dışında, etkileyici mimari yapısıyla da ziyaretçileri kendisine çekmektedir. 

İşte kaçıp saklandığım, dişil tarafına sığındığım Tarihî Yarımada’nın günümüzdeki gerçekliği ile başbaşayım: Eminönü… Geçmişin kokusundan sıyrılıp, günümüzün acı gerçeğiyle yüzleşmenin vaktidir diyerek ve sözü, bu yolculuk boyunca detaylı kitapları ile beni yalnız bırakmayan Haldun Hürel’e bırakarak dalıyorum kalabalığa:

“Bu kara suratlı çirkin binalar, tarihî mekânın yüreğinden çıkartılmazsa eğer, bu dünyaca tanınmış bölgede İstanbul’un eskiliğini ve anıtsal güzelliğini vurgulayacak görünümlerini nasıl seyredebileceğiz bizler? Tabii, bu koca binaların (!) yapımına zamanında engel olunmalıydı. Bütün bu çirkin yapılar aslında, ‘tarihî kentin muhteşem güzelliğini kollama ve bunu gelecek kuşaklara koruyarak aktarma’ düşüncesini ‘sürekli ıska geçen’ zihniyetlerin ürünleri… Şimdi işin yoksa uğraş dur bu çirkinlikleri tek tek ayıklayabilmenin bitip tükenmez sorunlarıyla… Bu düşüncelerle yoğunlaşarak, ‘Dün bugünden daha güzeldin İstanbul’ demekten kendimizi alamıyoruz.”2-5.

Dip Notlar:
1- Mehmet Ali Kılıçbay, “Şehirler ve Kentler”, İmge Kitabevi, 2000, Syf: 15-82
2- Fernand Braudel, “Maddi Uygarlık”, Gece Yayınları, 1993, Syf: 112-113
3- Haldun Hürel, “Burası İstanbul”, Dharma Yayınları, 2007, Syf: 33
4- Haldun Hürel, “İstanbul’u Geziyorum Gözlerim Açık!”, Dharma Yayınları, 2005, Syf: 163
Dipnotlar:

2-1       Mehmet Ali Kılıçbay, “Şehirler ve Kentler”, İmge Kitabevi, 2000, Syf: 21

2-2       Mehmet Ali Kılıçbay, “Şehirler ve Kentler”, İmge Kitabevi, 2000, Syf: 31

2-3-       Celil Oker, “Yazarların İstanbul’u”, Merkez Kitaplar, 2007, Syf: 123-124

2-4-       Haldun Hürel, “İstanbul’u Geziyorum Gözlerim Açık!”, Dharma Yayınları, 2005, Syf: 311

2-5-       Haldun Hürel, “Burası İstanbul”, Dharma Yayınları, 2007, Syf: 236




Kaynakça:
· Mehmet Ali Kılıçbay, “Şehirler ve Kentler”, İmge Kitabevi, 2000
· Mustafa Armağan,“Osmanlı’yı İmparatorluk yapan Şehir”, Timaş Yayınları, 2007
· Haldun Hürel,“Burası İstanbul”, Dharma Yayınları, 2007,
· Haldun Hürel,“İstanbul’u Geziyorum Gözlerim Açık!”, Dharma Yayınları, 2005
· Robert Mantran,“Osmanlı İmparatorluğu Tarihi 1”, Alkım Yayınları, 2007
· A. Haluk Dursun,“İstanbul’da Yaşama Sanatı”, Ötüken Yayınları, 2002