16 Ağustos 2012 Perşembe

DOĞANIN VE İNSANIN YARATICI GÜCÜ: KAPADOKYA



Yol boyu sis, tipi, kar derken kuşkular doğuyor aklımızda: Doğru zaman mı şimdi Kapadokya? Her mevsim güzel derler bilenler; acaba bu kadar sert bir kışın altında da güzel midir ki hâlâ?


Kapadokya, bahar aylarında gördüğümüz yüzünü gizleyecek bu kesin ama kış yüzünü görmek değil miydi zaten isteğimiz? Nedense şimdi korkuyoruz peribacalarını, vadileri, açık hava müzelerini gezememekten, görememekten, hissedememekten…


Bu korkular eşliğinde girdiğimiz Ürgüp, bize bir gerçeği tüm açıklığıyla haykırıyor: Kapadokya gerçekten, her mevsim bir başka güzel… Kar, en az tüm ülkedeki kadar çok yağmış üzerine; soğuk, en az tüm ülkedeki kadar vurmuş buralara da damgasını. Ama öyle güzel bir resim çıkmış ki ortaya; başınızı hangi yöne çevirirseniz çevirin aynı tablonun farklı versiyonları içerisinde, bir galeri misali geziyor gibi hissedersiniz kendinizi.


Kapadokya…


Doğanın şairliği vurur üzerinize; bir kâğıt, bir kalemdir tüm isteğiniz. Rüzgârın, suyun, toprağın, tüm doğanın oyununa gelir şair kesilirsiniz, ressam olursunuz, bir müzisyen gibi nameler dolanmaya başlar aklınızda. Yalnızlığınızla baş başa olmak, bunun keyfini paylaşmak istersiniz peribacalarına, vadilere bakarken. Kimi zaman sevgilisiz olmaz dersiniz, kimi zaman kimse olmadan seversiniz. Yaşadığımız şehirlerden, kasabalardan, aslında bu dünyanın gerçekliğinden çok ötede bambaşka bir hayat sunar gizliden gizliye. İçine çeker, kuşatır, kollar; sıcacık bir türkü söyler ta insanlığın doğuşundan gelen…


Bundan 25 milyon yıl önceye dayanır hikâye… Bilirsiniz güzel şeylerin yaratılması da, elde edilmesi de zordur. 25 milyon yıllık bir hikâyedir Kapadokya, en güzel hikâye olduğunu vurgularcasına…  


Önce sertleşmiş durumdaki yer kabuğunda derin kırıklar başlar. Ardından bu kırıklardan çıkan lavlarla ilk fırça darbesi atılır; Erciyes, Hasan Dağı, Melendizler art arda volkanik koniler olarak ortaya çıkarlar. Onların yetmediği yerlerde yeni koniler oluşur ve hep birlikte püskürürler tüm yöreye. Ön çalışmadır yaptıkları; ilk boya, ilk sözcükler, ilk nota… Ardından rüzgâr ve yağmur girer devreye; aşındırır dururlar her yeri. İşte böylece ortaya çıkar Kapadokya, tüm görkemiyle, doğallığıyla, farklılığıyla…


Hititler, Frigler, Medler, Persler, Romalılar, Selçuklular, Osmanlılar derken insan eli de doğa gibi kusursuz ürünler bırakır buralara. Kültür kokar buram buram doğanın ürünü üzerinde. Her attığınız adımda, kafanızı her çevirdiğiniz yerde yeni bir kültür hazinesi kucaklar sizi. Yorgun düşer, sarhoş olursunuz daha bir kadeh bile şarabından içmemişken…



GAYRET, DİRENÇ, İRADE VE EMEĞİN SEMBOLÜ


Doğanın ve insanın tüm yaratıcılıklarını birleştirerek bizlere armağan ettiği Kapadokya günümüzde; Nevşehir, Ürgüp, Göreme, Ortahisar, Uçhisar, Çavuşin, Avanos, Zelve gibi yöre içerisinde yer alan birçok ilçe, kasaba ve köyü kapsamaktadır. Bu yüzdendir ki bir iki günde gezerek bitirilemeyecek kadar geniş bir bölgedir.


Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi çok uzun yıllara yayılan geçmişi sayesinde pek çok kültür hazinesini içinde barındırmakta, bu hazineler; sabrın, isteğin, inancın sembolü olarak dimdik ayakta durmaktadırlar.


Peribacaları ve konik oluşumların lavlardan meydana gelmiş olmasından kaynaklanan yumuşak doku neticesinde, insanlar el emeği kaya evlerini yaparken zorlanmamışlar; kendilerine ihtiyaçları olan her şeyi doğanın bütünselliği içerisinde yaratmayı başarabilmişlerdir. Burada her tarafınızı saran bu kaya oluşumuna sadece kaya olarak bakamamanızın temel nedeni de bu olsa gerektir. Her kayanın üzerinde bir pencere, bir sütun, bir kakma görmek mümkündür. İnsanın yapmadığını da doğa yapmış, kayalardan heykeller oluşturarak sizin hayal gücünüze bırakmıştır yorumu. İster bir deve, ister bir fok balığı, ister bir Meryem Ana görürsünüz kayaların yapısında.  


Önce Ürgüp Kayakapı’ya düşüyor yolumuz. 1985 yılında UNESCO tarafından “Dünya Mirası” içerisine dâhil edilen “Göreme Milli Parkı ve Kapadokya Kayalıkları” kapsamı içerisinde yer alan Kayakapı, Ürgüp Belediyesinin takdire şâyan çabası sayesinde oluşturulan bir proje kapsamında yenileniyor. Bu yenilenmenin içeriğine baktığımızda, kültüre değer veren belediyeler de varmış diyerek zevkten dört köşe oluyoruz. Öyle üstün körü, değerini kaybetmesine yol açan bir restorasyon çalışması değil yapılan. Tarihi yerleşimin, sürdürülebilirlik ilkesi doğrultusunda yeniden canlandırılmasını amaç edinen bu proje kapsamında Kayakapı Mahallesinin, üzerindeki yapılar ile yakın çevrelerini oluşturan doğal alanlar dâhil olmak üzere içerdiği tüm değerlerle birlikte bir “çevre mirası” olarak korunması ve turizm ağırlıklı çağdaş kullanılması hedefleniyor. Proje şimdilerde temizlik çalışmaları ile devam ediyor. Proje tamamlandığında yine aynı mutluluğu duyma temennisiyle yola koyuluyoruz. Sağlı sollu kaya evler, camiler, çeşmeler, hamamlarla Selçuklu izleri hâkimiyet sürüyor Kayakapı üzerinde.


400’ün üzerinde anıtsal ve sivil binanın yer aldığı bu tarihi mahalle içinde gezerken Esat Ağa Konağı önünde duruveriyoruz. Bizi durduran sadece taş konağın görkeminin etkisi değil. Görkeminin dışında, çeşitli efsanelere konu olmuş olması da frenlere son hızla basmamıza neden oluyor. Köle olarak Kayakapı’ya getirilen Yuanis, mucizeleri sayesinde Aziz Yuanis olarak nitelendirilmiş ve hem Ortodoks Hıristiyanların hem de Müslümanların tanıdığı ve saygı duyduğu bir kişi haline gelmiş. Köle olarak geldiği bu Esat Ağa konağında yaşamış, çalışmış ve vefat etmiştir. 1924 yılındaki mübadelede Rumlar tarafından cesedi Yunanistan’a götürülmüşse de yaşadığı bu yer, önemini korumakta ve ilgileri üzerine toplamaya devam etmektedir.


Kayakapı’nın ardından, bölgenin en değerli üretimi olan şarabın Türkiye ölçeğinde önemli bir yeri olan Turasan mahzenini ziyaret ediyoruz. Hem biraz nefes almak hem de içmeden sarhoş olmuş bedenimize bir iki yudum şarap vererek şaşkınlığını azaltmak için. Yüzyıllardır devam eden bir faaliyet olan bağcılık günümüzde de önemini koruyor ve Turasan, Kapadokya’nın bu değerli tarımsal faaliyetini tüm ülkeye ilan etmek istercesine çıkardığı nefis şaraplarıyla yıllardır Ürgüp’teki çalışmalarını sürdürüyor. Tüm şaraplardan bir iki yudum tadıp bir de üstüne mahzende turlayarak üretimin detaylarını öğreniyoruz. Meraklıları için söyleyelim; bu turlar, gezmek isteyen herkese açık.


Bağcılığın tüm yöredeki değerinin yüzyıllardan beri devam etmekte olduğunun en açık kanıtı ise kayalar üzerine oyulmuş evlerin yanında her daim birçok güvercin yuvasının da oyulmuş olması. Güvercin gübresi, toprağın verimini arttırdığından, güvercinler yörede ayrı bir öneme sahip.



Artık sırada Göreme Açık Hava Müzesi var. Göreme de tarihi kent yapısı bozulmamış haliyle çekiciliğini korurken; Açık Hava Müzesi, girişinden itibaren emeğin, iradenin ve inancın gücüne bir kez daha şapka çıkarmanızı sağlıyor. Bölge içerisinde 400’den fazla kilise olduğunu ve Hıristiyanlığın ana yayılış bölgelerinden birisi olduğunu biliyoruz ama bu derece dip dibe kaya kiliseyi bir arada görünce insan şaşkınlığını gizleyemiyor. Misyoner yetiştirme amacıyla kurulmuş olan bu kiliselerin en önemlileri arasında; Tokalı Kilise, Çarıklı Kilise, Karanlık Kilise, Meryem Ana Kilisesi, Elmalı Kilise, Yılanlı Kilise, Barbara Kilisesi geliyor. Vadi boyunca yayılmış bu kiliselerin hepsini gezmek için en az bir gününüzü ayırmanız gerekiyor. Vadi geniş ve yokuş; her taşa, her attığınız adıma dikkat kesilip yeni bir detay yakalama fırsatına sahip olduğunuzdan, bir gününüzü gözden çıkarmanız şart. Ama en azından tüm müzeyi gezip gün batımını eşsiz bir manzaraya karşı izleme fırsatına da sahipsiniz. Çünkü en güzel gün batımı manzaralarını izleme noktaları buraya oldukça yakın.


Kiliseler arasındaki yolculuğumuz Karanlık Kilise’de devam ediyor. Karanlık Kilise özel giriş parası ile ziyaret edilebilen; çünkü bozulmamış birçok freske sahip ender kiliselerden birisi. Adı üzerinde, iç mekânın karanlık olmasının etkisi de bu bozulmamışlığı sağlayan etmenlerden birisi. Duvarlar üzerine kırmızı yoğun bir renkle işlenmiş olan resimleri izlerken İncil’in sayfaları arasında dolaştığınızı hissedeceksiniz. Fresklerle, İncil’deki olaylar bir bir tasvir edilmiş burada. Tıpkı Karanlık Kilise gibi Tokalı Kilise’de diğerlerine oranla daha çok ilgi çeken çünkü görkemi ve içerdiği fresklerle diğerlerinden ayrışan bir yapıya sahip. Burası iki farklı döneme ait freskleri barındıran ve diğerlerine nazaran çok daha büyük bir kilise. Tonozlu yapısı ve yüksek tavanlarına rağmen nasıl bir azimse, yine koruma altına alınmadan önce bazı kendini bilmezlerin saldırılarına hedef olmuş freskler. Tabii mekânın büyüklüğü yer alan tasvirlerdeki zenginliği de beraberinde getirmiş. Ortam birbiri ardında gelen fresklerle orijinal bir resim galerisi kıvamına gelmiş. Bunca kilisenin hepsini anlatmak mümkün olmasa da Göreme’deki en ilgi çekici kiliselerden birisi de Yılanlı Kilise. Adını, St. George ve St. Theodor’un yılanla mücadelesini anlatan bir freskten alan kilisede ayrıca Tanrı’ya yakararak yarı erkek yarı kadın olan Onouprios’un bir tasviri de bulunuyor. Son olarak 11.yy.’a ait Barbara Kilisesi de diğerlerinden farklılığı ile anlatılmaya değer. Burada yer alan tüm resim ve figürler kaya üzerine aşı boyası ile yapılmış. Geometrik motifler, mitolojik hayvanlar ve çeşitli sembollerle bezeli bu kilise de hayranlık uyandıran bir yapıya sahip.




Yüzyıllar öncesine yaptığımız yolculuğa daha büyük bir gizem katmak için bu defa Kaymaklı Yeraltı Şehrine doğru yol alıyoruz. Bölge içerisinde 36 yeraltı şehrinin varlığından söz edilmekte ve bunların, henüz ortaya çıkarılamamış olsa da hepsinin birbiriyle bağlantısı olduğu belirtilmekte. Biz yeraltı şehirleri arasında en çok katı açılmış olan Derinkuyu Yeraltı Şehri’ni gezmek yerine, kendimize daha fazla eziyet etmemek için dört katlı Kaymaklı Yeraltı Şehri’ni gezmeyi tercih ediyoruz. Eziyet diyorum çünkü bu yeraltı şehirlerinin geçiş koridorları 1.50’lik insanlara göre yapılmış gibi kısacık olduğundan, eğile büküle yürümek bazen tam bir eziyete dönüşebiliyor; hele de koridor uzunsa… 


Daha önce de bahsettiğimiz gibi Hıristiyanlığın ana yayılış noktalarından birisi olan Kapadokya Bölgesi’nde, açık hava müzelerinde pek çok kiliseyi gezebilirsiniz. Ancak dönem dönem, gerek putperestlerin gerekse Selçukluların saldırısına uğrayan yöre insanlarının, dinlerini yaymaya devam etmek ve kendilerini korumak için yeraltı şehirlerini yapmaları, hem de bunu akıl almaz bir şekilde yapmaları, inancın insana neler yaptırabileceğinin bir kanıtı. Yapılan incelemeler ve değerlendirmeler neticesinde bu yeraltı şehirlerinin inşa edilebilmesi için ilk olarak hava bacalarının yapıldığı düşünülüyor. Kaç binlerce insanın bu şehirlerin yapımında çalıştığı ve yapımın ne kadar sürdüğü ise henüz belli değil. Toprağın kazılmaya ve kazıldıktan sonra sertleşmeye müsait yapısı ise bu insanların çalışmalarındaki en büyük yardımcısı olmuş. Ahırından mutfağına, yatak odalarından depolara, şaraphanelere kadar her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri odaları, mekânları yaratmışlar. Bu arada, burayı gezenler arasında, koridorların alçak olmasını, o dönemde yaşayan insanların kısa olmasına yoranlar çoğunluktadır. Aslında o dönem insanlarının günümüz insanlarından daha yüksek bir boy ortalamasına sahip olduğu gerçeği bilim çevreleri tarafından açıklandığına göre, buradaki koridorların alçak yapısının, bir saldırı için gelenlerin savunma yapamayacak bir pozisyonda kalmaları için tasarlandığı düşünülmektedir.


Bu şehirleri gezmeden, bir inancın, bir düşüncenin ne kadar zor şartlar altında bile savunulabileceğini, ona sahip çıkılabileceğini anlamanız mümkün değil. Sadece bir dinin savunması olarak bakmamak lazım; bir inancın, bir düşüncenin gerçekten bağlılıkla, hırsla, tüm dirençle savunulmasının insana nasıl bir ilahi kuvvet verdiğinin kanıtı bu şehirler.


Kapadokya bölgesine gelip de Paşabağları’na uğramadan gitmek olmaz diyerek Göreme-Avanos istikametine doğru yol alıyoruz. Paşabağları, yöre içerisinde en yüksek ve çok başlı peribacalarının yer aldığı bölge. Buradaki peribacaları arasında gezerken o incecik hattın o koca kayayı nasıl taşıdığını düşünüp düşünüp bir cevap bulamazsınız kendinize. İnanılmaz bir sanat eseridir doğa tarafından yaratılmış. Bu peribacalarından üç başlı olan içerisinde iki oda yer almaktadır ki bu da gezenlere açıktır. Burası, 5.yy’da yaşamış olan Aziz Simeon adında bir keşiş tarafından inziva hücresi olarak kullanılmış.



Hazır yakınlardayken Avanos’a uzanıyoruz Paşabağları’ndan çıkar çıkmaz. Avanos, bölgenin karakteristik özelliği olan peribacaları ve kaya evlerinin ötesinde bir başka anlam ifade ediyor. Burası dört bin yıldır devam eden bir geleneğin, çömlekçilik yapımının devam ettiği, Kızılırmak kıyısında yer alan ayrıcalıklı bir yer. Burada yer alan tüm çömlek atölyelerinde gezmeye gelen misafirlerin kendi çömleklerini yaparak eğlenebilecekleri tezgâhlar mevcut. Tabii ki bunları yaparken size yol gösteren ustalar da yanınızda oluyor. Biz gezdiğimiz atölyeler içerisinde size en çok Hacı Dede Çanakçılığı öneriyoruz. Bunun başlıca nedeni Usta Şaban Topuz. İnanılmaz sempatik tavırları ve şov adamı gibi hikâyeleri ile sizi sürekli güldürmesi, yaptığınız çömleklerin dışında keyif alabileceğiniz önemli bir detay. Çömlekçiliğin tarihini öğrenip, zar zor da olsa çömleklerimizi yapıp, közde pişmiş lezzetli patateslerimizi demli çaylarımız eşliğinde yedikten ve bol bol güldükten sonra ayrılıyoruz Avanos’tan.


Bu arada tarih ve doğa ile sarıp sarmalanmış olduğumuzdan bahsetmeyi unutmamamız gereken yöreye özgü özelliklerden birisi de gece hayatı sevenler için hazırlanmış özel mekânlar. Bunlar da elbette yörenin özel dokusu olan kayalar içerisine oyulmuş olan mekânlar. Yemek yemek ve şarap içmek dışında tüm bu restoranlarda gece boyunca süren ilginç Türk gecelerini izlemek de sadece Kapadokya’da alabileceğiniz bir tat. Mistik ortam, lezzetli yiyecekler, yöre üzümlerinden yapılan şaraplara dansözler, folklor ekipleri ve daha pek çok aktivite eşlik ediyor. Bu tür restoranların ana merkezi ise Ürgüp. Turistik anlamda aradığınız her türlü fırsatı sunan Ürgüp’te Alex Karakulakyan’ın özenle hazırladığı Prokopi Restoran ve Kulüp’e de uğramadan ayrılmamanızı tavsiye edebilirim. Özellikle şömine başında, kaliteli müzik dinlemek istiyorsanız burası bulunmaz Hint kumaşı olacaktır.


Gece hayatından sıyrılıp tekrar doğaya dönüş yaparak Uçhisar’a gidiyoruz bu defa. Uçhisar, kayadan oyma kalesi ve kaya ev pansiyonları ile Kapadokya’nın özgün mekânlarından birisi. Kale önünde önce irkilerek duruyoruz. Ne kadar yüksek olduğunu görünce, bunca gezmeye burayı da çıkabilecek miyiz diye düşünsek de yavaş yavaş girişine doğru ilerliyoruz. Kaleye onlarca merdiveni aşıp da vardığımızda ise büyüleyici bir manzara ayaklarımızın altına seriliveriyor. Tüm Göreme Vadisi’ni bir arada görmek, en az içinde dolaşmak kadar etkileyici. Buradaki kaya ev pansiyonlarının aynı manzaraya sahip olması ve iç mekânların tasarımlarındaki etkileyicilik de turistleri Uçhisar’a çeken özellikler arasında.


Artık dönüş vakti; bir rüyadan daha uyanma vakti… Kar yüzünden gezilememiş vadiler, zaman azlığı nedeniyle görülememiş daha pek çok yer varken dönüş vakti… Yine geleceğim Kapadokya, her geldiğimde beni bir başka şekilde büyülediğin, bir başka güzelliğinle sarıp sarmaladığın, sarhoş ettiğin, kendine âşık ettiğin için yine geleceğim…



14 Ağustos 2012 Salı

DENİZ GURBETÇİLERİNİN MEMLEKETİ: BODRUM





Bodrum, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın yazılarında anlattığı masmavi sularıyla, kumuyla, adalarıyla, ağaçları, kuşlarıyla ve daha pek çok doğal güzelliğiyle dillere destan oldu. Ardından, Bodrum’u onun yazılarından okuyanların ve okumayıp sadece kulaktan kulağa duyanların akınına sahne oldu. Hâlbuki Halikarnas Balıkçısı bilir miydi, Bodrum’u Bodrum yapan özelliklerin böylesine ikinci plana atılacağını…


Şimdilerde Bodrum, yazları gece hayatının merkezi olduğu için; şimdilerde Bodrum, boy gösterip “ben de varım” demek isteyenlerin, magazin programlarının baş stüdyosu olduğu için daha çok anılır oldu. Ne masmavi suyundan, ne denizinin sakladığı onlarca mücevherden ne de doğasının eşsiz güzelliğinden bahseden pek kalmadı. Yine de satır aralarını süsleyen üç beş “eşsiz deniz”, “eşsiz doğa” tanımlamalarının hakkını yememek lazım.


Halikarnas Balıkçısı’nın sözlerinden sadece şu kadarı bile az biraz silkinmemizi; onun ömrünü adadığı Bodrum’u tekrar ve sadece Bodrum olduğu için sevmemizi sağlayabilir zannediyorum: “Eskiden evler, savaş ve savunma için yüksek yamaçlara kondurulurdu. Bunlara ev değil ‘kule’ denilirdi. Ama deniz özlemiyle, maviye imrenişten ötürü yerlerinde duramayarak, çam kokan nalınlarıyla, tıngır mıngır yokuş aşağı seğirtmişler; iki koyun gıcır gıcır çakılları boyunca dizilmişler. Arkada kalanlar, ayakuçlarına kalkarak, kız kardeşlerinin omuzları üzerinden denize bakakalmışlar. Kimi cesur evler de denize dalıp kayık olmuşlar ve dalgalar üzerinde oynaya güle, karadaki pısırık kız kardeşleriyle alay etmişler. İşte bundan dolayı kayıklarla evlerin, bir de mandalin bahçelerinin sıkı fıkı akrabalığı vardır…”. 


Bodrum; Herodot’tan Cevat Şakir’e, Azra Erhat’tan Mancornalara, Turgut Reis’ten Neyzen Tevfik’e kadar onlarca düşün, yazın insanının ve denizcinin omuzlarında taşıdığı, sevdiği, kolladığı, kıyamadığı ender yerleşim yerlerinden birisidir. Onların dilinden, kaleminden dökülenleri duydukça ve okudukça tek bir şey demek geçiyor içimden: “Uyanın Bodrum sevenler. Kalkın ve Bodrum’un gündüzüyle, deniziyle, yeşiliyle, balığıyla, süngeriyle; yok olmadan tüm gerçeğiyle tanışın bir an evvel!”…



Gün doğumunda Bodrum evleri üzerine düşen ışık, evlerin beyazını daha bir beyaz yaptığı kadar, o evlerin etrafını çepeçevre sarmalayan begonvillerin de rengini ortaya çıkarıyor, parlatıyor; insanın gözüne değil, ruhunun derinliklerine sokuyor. Sokaklar, tek tük açılmaya başlamış dükkânların temizlik telaşesiyle ve gecenin kalabalığından yeterince koşmaya fırsat bulamamış köpeklerin sınırsızca koştuğu bomboş görünümüyle, ama bir o kadar da dopdolu karşılıyor bizleri. Sanki deniz, geceye inat daha bir güzel kokuyor şimdi; ışıl ışıl, kıpır kıpır çağırıyor kumsaldakileri.



Bodrum, Herodot’un anlattıkları doğrultusunda, MÖ 1000 yılında Dorlar tarafından kurulmuş. Yani şimdiki Bodrum kalesinin bulunduğu yarımada, Halikarnassos’un kurulduğu ve yayıldığı merkez konumundaymış. İçinde dünyanın en büyük Sualtı Arkeoloji Müzesi’ni de barındıran kale, 1406 yılında, Aziz Petros adına Saint Jean Şövalyeleri tarafından yapılmaya başlanmış. İnşası 1522 yılına kadar süren kale, Akdeniz’in en sağlam kalesi olarak da bilinmektedir. Kalenin ilk kapısından girdikten sonra sizi bekleyen peşi sıra kapıları bilmeksizin, kafanızı bir o yana bir bu yana çevirip her taşı kontrol etme ihtiyacı duyabiliyorsunuz. Çünkü kale taşları üzerine işlenmiş ve dikkatli bakmadığınız takdirde atlayabileceğiniz birçok detay, sizi sessizce ve usulca karşılıyor. Kaleye girmekle birlikte, az önce sözünü ettiğimiz Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’ne de girmiş bulunuyorsunuz. Bir açık hava müzesi olmasının yanı sıra sergi salonlarıyla da dikkati çekiyor. Bu günlerde pek çok sansasyona konu olmuş olsa da, kalenin ve müzenin, ziyaretçileri son derece tatmin edecek bir geçmişe ve görselliğe sahip olduğu muhakkak. Sergilenen pek çok eser, sualtı kazılarından çıkarılan buluntular ve sünger avcılarının müzeye bağışladıklarından oluşuyor. Amforaların yoğun olarak sergilendiği alanda, her amforanın hangi kategoriye girdiği, tarihsel açıklamaları ve kullanım alanlarının yazdığı levhalarla gezi, çok daha işlevsel bir hâle bürünüyor. Sakız, Knidos, Rodos, İstanköy, Roma, Kartaca amforaları bunlardan bazıları.



Amforalar sergisinin ardından, Karya Prensesi Ada’nın iskeletinin ve kişisel eşyalarının sergilendiği kapalı bölüme giriyoruz. Biraz ürpertici ama fazlasıyla ilgi çekici bu sergi salonunda yer alan cam mezar içerisindeki iskeletin, yapılan kriminal değerlendirme neticesinde, Karya Prensesi Ada’ya ait olduğu anlaşılmış. Sergi salonunda bulunan ve MÖ 4. yy’a ait altın takılar, prensesin zenginliğinin göstergesi olduğu kadar, o dönemin zanaatkârlığının da temsilcisi olarak sergileniyor. Prensesin, altından çiçek motifli tacı, zarafetin ve ince işçiliğin en güzel örneklerinden birisi olarak ilgi çekiyor.

Merdivenleri gösteren okları takip ettikçe, kale surlarından seslenen manzaranın büyüleyiciliği daha da artıyor. Adım başı hızınızı kesen, önünde çakılıp kalmanıza neden olan detaylarla karşılaşıyorsunuz. Tüm bunlarla sarmalanmış hâlde yürürken, Tunç Çağı Batıkları Sergi Salonu karşınıza çıkıyor. Bu salon iki ayrı bölümden oluşuyor. Bunlardan ilkinde sergilenen buluntular dışında bir de video gösterisi söz konusu. Burada, su altı arkeologlarının çalışmalarıyla ilgili belgeselleri seyretme imkânına da sahipsiniz. İkinci salonda ise oldukça etkileyici ve mavi atmosferi ile su altındaymış izlenimi yaratan Şeytanderesi Batığı sergisini izleyebiliyor ziyaretçiler.

Oldukça geniş bir alanı kaplayan kalenin içinde ayrıca Genç Çağ Batığı olarak adlandırılan bir salonu gezme ve hatta bire bir örneği olarak hazırlanmış maket geminin üzerinde dolaşma şansına da sahipsiniz. Kalenin içinde yer alan kuleler ise yapılışlarına göre; Fransız, Alman, İspanyol, İtalyan, İngiliz kuleleri olarak isimlendirilmiş.

Sualtı Arkeoloji Müzesi’ne emek veren ama öncelikle Bodrum’u Bodrum yapan değerlerin baş tacı olup ve maalesef bugün işlevini yitirmiş olan sünger avcılarına takılıyor aklımız. Onlar ki Bodrum’un geçmişinden bugüne denizin derinliklerine, denizin güzelliklerine âşık olup, denizin nimetlerini Türkiye’nin ekonomik gelişmesine katkı sunacak şekilde insanlara sunmuş emekçiler; onlar ki evlerinden, sevdiklerinden, karadan aylarca uzak kalan deniz emekçileri… İşte onlardan birine, Deniz Gurbetçileri belgeselinde de yer alan Mancorna Mehmet Baş’a kulak veriyoruz:



“ 1950 yılında, Bodrum’un Çiftlik Köyü’nde doğdum. Dedelerim 1850’lerde Karamana’dan gelmişler. Sülalemizde hiç denizci yok bizim ama ben çocukken deniz kenarlarına gider ve gizeminden dolayı çok merak ederdim. 13 yaşındayken, Karaburun mevkiinde bir balıkçının maske ile dalış yaptığını gördüm. Ondan müsaade isteyip belime kadar girip denize, şöyle bir baktım. Bakış o bakışmış; meraklandım adam akıllı denize. Ondan sonra da bu ilgim hiç bitmedi. 14 yaşlarındayken sünger avcılığı yapan Ahmet Nalbantoğlu’nun (Kokaçi Ahmet) dükkânında gördüğüm ve kafamı taktığım bir maske vardı. Bundan anneme bahsederdim hep ama biz fakir bir aileydik, öyle paramız da yoktu. Ama annem hevesimi anlamış olacak ki bir oğlak satıp bana o maskeyi aldı ve ben de böylece denizleri daha iyi tanımaya başladım. Bizim köyde, çok az büyüğümüz süngere giderdi. Gidenlerin de iyi para kazandığını duyardık. Bodrum’da o zamanlar fakir gençler ya pamuk tarlasına, ya tütün tarlasına ya da sünger avcılığına giderlerdi çalışmaya.

1965 yılının sezon başında, yani mart ayında, bir arkadaşımla beraber Mustafa Cengiz’in teknesinde süngerciliğe başladık. Önce deneme dalışları yaptırdı bize; beğenmiş olacak ki ‘gelin’ dedi. Tabii evden izin alamadığım için kaçtım; tütün işi filan hoşuma gitmiyordu benim. Denizin gizemini de biraz keşfettim ya kaçtım evden. Yasal olarak dalgıç ehliyeti alamadığımdan, karakoldan ‘sünger işçisi’ diye bir belge aldım ve o belge ile gittim çalışmaya başladım.

Bundan birkaç sene sonra, Sualtı Kurtarma Komutanlığı ile Ulaştırma Bakanlığı bakıyorlar ki süngerciler çok ölüyorlar, çok zayiat veriyorlar o yıllarda; bir protokol imzalayarak, Sualtı Kurtarma Komutanlığı, süngercilerin eğitimini üstlendi. Ben de yaşım dolunca balık adam ehliyeti adayı oldum ve sınavlara girip ehliyetimi aldım.

Mayısın ortalarında çıkar, Ekim 15 gibi dönerdik. 5- 6 ay, sekiz dokuz metrelik teknelerin içinde yaşayan insanlardık biz. Karaya çıktığımız zaman ki şimdi onun psikolojik bir bozukluk olduğunu anlıyorum; insanlardan ürkerdik, alışamazdık bir süre. Sünger avcılığı, gerçekten çok zor bir iş. 1700 yıl evvel bile Bodrum’da sünger avcıları vardı. Bugün deniz ve teknecilik bu kadar gelişmişse, bu hep süngercilerin sayesinde olmuştur.

İki sınıf sünger avcıları vardır: Birincisi, “Sığ Su Makineleri” denen teknelerle dalarlar. Onlar ekmeğini denizden çıkarmayı seven, başka iş yapamayan, yaşı ilerlemiş denizcilerdir. Çünkü bir defa dalmaya, denizden para kazanmaya alıştın mı başka iş yapamazsın, zor gelir. Bugün özgürlüğün ne olduğunu hiç kimse denizciler kadar bilemez.

Sünger işinde çalışan insanların üzerinde hep baskı vardır; hep öleceklerinden ya da sakat kalacaklarından korkulduğu için, bu işi bıraksınlar istenir çevreleri tarafından. Bahsedilen tehlikenin gerçek olduğu da ortadadır ve her denizci evden helalleşerek çıkar. Bu, yaşları ilerlemiş kişiler de artık derinde çalışmazlar; onun yerine kıyıya yakın çalışmayı tercih ederler. Maksimum daldıkları da 35-40 metredir. Tek tekneden oluşurlar; çünkü personel azdır, tüm kumanya ve eşyaları da bu teknedir. İkinci tür avcılar ise Mancornalardır. Bunlar da tamamen genç insanlardan oluşan, zıpkın gibi delikanlılardan meydana gelen avcılardır. Bunların minimum daldıkları su 40 metredir; maksimum 80-90 giderler… Mancornalar üç tekne ile çıkarlar denize. Bunlardan birisi, dalgıçların daldığı teknedir ki buna ‘Aktarma Teknesi’ denir; hava makineleri ve dalış eşyaları bulunur. İkincisi, kumanya ve süngerlerin falan bulunduğu ‘Depozito Teknesi’dir. Üçüncüsü ise yaşlı süngercilerinden birisi olan ‘Taşari Teknesi’dir ki bu tekne, üzerinde bulunan, ‘gangavi’ dediğimiz demiri çekerek taş arar. Denizin dibini tırnakları ile tarayan bir alettir. Onun gösterdiği noktaya dalar dalgıçlar. Bu ekip, 15-20 kişiden oluşur.

Mancornalar çok zayiat vermişlerdir. Bodrum denizciliği, bu insanlara çok şey borçludur; ama biz hafızası çok zayıf bir milletiz ve unutuyoruz. Ben her zaman söylerim: Bugün onların anısına, Bodrum’un en değerli yerine, muhteşem bir müze kurulmalı, bir anıt dikilmelidir. Geçmişimize borcumuzu ödemiş oluruz böylece ve inşallah ileride olur.

Sünger, içeride tüketimi olmayan, 100’de 100 ihracata giden bir mal. İhracatın gelişmemiş, fabrikaların yok, cumhuriyet kurulmuş, adamlar kelle koltukta dalmışlar denizin altına; denizin altındaki değerleri çıkarmışlar, ülke ekonomisine karınca kararınca harç koymuşlar. Bu yüce insanları her zaman saygıyla selamlarım. Ben bugün sünger avcısı olarak kalmışsam bugüne kadar ve tam 42 yıldır bir fiil çalışıyorsam, dalıyorsam, bu ülkeye katma değer üretiyorum. Denize ne kadar çok şey borçlu olduğumu şimdi çok daha iyi anlıyorum. 15 yaşından beri çalışıyorum. Yediğimden fazla üretip, katkıda bulunmuşum; bunun huzurunu da dilerim herkes tatsın. En önemli şey, akşam yattığında ne üretip tükettiğini kontrol etmektir. Yedi tüketip, beş üretmişsen başkalarının hakkına tecavüz ediyorsun demektir. Bugün ülkenin sorunu üretim değil mi? Çünkü fazla tüketiyoruz, üretmiyoruz. Üretmeden tüketen insan bu ülkenin sorunudur.

Deniz, güzel bir okuldur anlayana. İnsan sevgisini, sevmeyi öğretir. Sevginin olduğu yerde her şey güzel olur. Ekonomiyi de deniz öğretir. Bir lokma ekmeğin değerini, deniz üzerinde aç kaldığınızda öyle anlarsınız ki ekonomiyi öğretmek budur işte. Biz bunları yaşadık. Biz yüzümüzü bile tatlı suyla yıkamazdık suyumuz bitmesin diye. Doğanın sonsuz enerjisini kendi lehine kullanma zanaatını verir deniz. Beynini ve enerjisini buna harcar denizci. Doğanın gücüyle mücadele etmeye, barışık olmaya harcıyor denizci tüm enerjisini ve bu da adamı, adam gibi adam yapıyor. Üç tarafı denizle çevrili, mücevher gibi bir ülkede yaşıyoruz. Ama bu özelliğimizi lafta bırakmayıp da bu üç tarafı deniz olan ülkenin ekonomisine denizi bir katma değer olarak çevirebilmeyi becerebilseydik eğer, şu an bir numaralı ülke hâline gelebilirdik. Eğer denizci nitelikli bir toplum olsaydı benim güzel ülkem, 50 yıl ileride olurdu kanaatimce. Japonya gibi ülkeler bunu yaptı. Büyük önderimiz Atatürk, muhasır medeniyetler seviyesini gösterdi. Bu hedefe doğru giden yol, denizlerden geçen kestirme bir yoldur. Buna inanıyor ve söylüyorum. Yer etsin istiyorum genç insanların kafasında. Antalya kadar sahili olan Portekiz, denizciliğiyle, dünyanın tarihini değiştirmiştir. Bugün Bodrum’da, sünger avcılığı, süngercilik yasak… Süngerleri korumaktı amaç ama koruyalım derken bir çarkı durdurdular. Bu bir kültürdü Bodrum’da; önemli bir değerdi. 1986 yılında, süngerlerde bir bakteri üredi ve Akdeniz ile Ege’de süngerler öldü; ama çözümü başka şekilde yapılabilirdi ve en azından 5-10 tekne yaşatılabilirdi. Bu bizim kaybımızdır. Bodrum’dan başlayan Akdeniz kıyılarına Karamanya denir ve Karamanya süngeri tüm dünyada bir numaradır.  Dünya küçük bir köy; şimdi gidin siz Kalymnos’a, şurada burnumuzun ucunda, 15 mil önümüzde bu çark durmadı; devam ediyorlar ve dünyanın bütün sünger pazarları onların elinde. Bizse yasaklayıp kısadan kestik işi. Sünger avcılığı da öldü böylece. Onlar denizi kullanıyorlar işte; biz ise karşıdan seyredilecek su birikintisi olarak görüyoruz maalesef.

Denizleri kullandığımız gün çok şey değişecek. Deniz, kafasına vura vura adam eder insanı. Dalmak, var olan tüm duygularını terbiye edebilme sanatıdır. Ayağını suya soktuğun, başının suya girdiği an, kendinden başka kimseden korkma. Kendini disipline ettiğin sürece, denizden ekmek de yersin deniz de seni sever. Nimetlerin en güzelini verir dilinden anlayana; havaların en güzelini verir, mis gibi ciğerlerine çekersin; bir de efsanedeki denizkızları erkek olsaydı, karaya ayak basmazdım…

‘Denizkızı girmiş düşünceme
Ben iflah olmam
Dalyanları birbirine katmak orkinosların harcı
Dolanınca ağa çok geçmeden küserim
Bir çocuk bile çeker sandala beni
Bu kadar ağır olmasam
Beni böyle koşturan yaşama sevinci
Kanal boyunca bir o yana bir bu yana’*


Süngere çıktığımızda, hava oldukça sıcak olurdu. Tüm mancornaların dalış saati bellidir. Dalışımızı yapar, sünger varsa temizler, işleri bitirip çıplak yatardık güneşe karşı. Kavrulurduk cayır cayır ve o an ‘Ah bir dalsam da 30-40 metre aşağıdaki o serin suya insem’ diye geçirirdik içimizden. Sonra sıra gelir dalardık ve o soğuk suda beş dakika sonra titremeye başlardık; ‘Ah bir çıksak da o güneşin altında yatsak’ diye düşünürdük bu defa. Bunları o kadar özledim ki…



‘Mancornalar Destanı

Karamanya’nın ve Ege’nin mavi derinliklerinde

Sarı yosunların altında sarı altına dönüşen

Siyah incileriz biz

Sünger gözeneklerinde hayat bulan hücreleriz biz

Kızgın güneşin altında

Bir yudum su gibi sevgi dolu yürekleriz biz

Koylarında kumsallarında kaya üstlerinde nice mezarlar bıraktık biz

….. …..


Biz mancornalarız

Mavi derinliklere yüreklerini gömmüş büyük ustalardan süzülerek gelir bilgimiz

Yüreklerimizin derinliklerinde taht kurmuş sizleri yaşatmaktayız biz

Esti yine meltem rüzgârları

Doldu yelkenlerimiz

Adımız mancornadır

Mavi deryaların altında ve üstünde kelebekler gibi uçarız biz’**”


Denizle, sevgiyle, emekle, coşkuyla dolu bir hayatın öyküsüydü dinlediğimiz. Hem onun hem de tüm sünger avcılarının Bodrum’a ve Türkiye’ye harcadıkları emeğin karşısında saygıyla eğiliyoruz.


KARADAN YARIMADA TURU


Bodrum Yarımadası turumuza Bodrum merkezden Torba’ya doğru hareket ederek başlıyoruz. Çam ormanının sahile kadar sokulduğunu bildiğimiz, duyduğumuz bu koy, merkezden sadece 6 km. uzakta. Kısa zamanda Torba’ya ulaşmamıza rağmen, koyun etrafını çepeçevre kuşatmış olan otel ve evlerden denizi görmek için epey çaba harcamak gerekiyor. Tüm bu sahil şeridi boyunca süre gelen yapılaşmaya rağmen, kumsaldan geriye dönüp baktığınızda, ormanların “her şeye rağmen” diyerek varlığını sürdürdüğünü fark edeceksiniz. Yarımada’nın kuzeyinde yer alması sayesinde de nemli rüzgârlar yeşilin varlığını sürdürmesinde yardımcı etken olmuş. Dalgasız deniz sevenler için de vazgeçilmez koylardan birisi durumunda.



Torba’nın ardından Bodrum’un en yeşil koyuna, Göltürkbükü’ne varıyoruz. Burası merkeze doğru ilerlerken, sağlı sollu mandalina bahçeleri ile karşılıyor gelenleri. Düzenli ve aralıklı yapılaşması, insanın soluk alıp vermesine, huzur bulmasına imkân tanıyor. Tertemiz sokaklarından kumsala doğru yürüdüğümüzde, kumsalın bir tarafında demirlemiş tekneler, diğer tarafında ise bomboş şezlonglar, şemsiyeler çıkıyor karşımıza. Sabahın erken saatleri olması nedeniyle bu boş görüntüyü yakaladığımızı düşünmemizin yanı sıra, bu saatlerde denize girmenin keyfini en iyi bilen yabancı turistlerin de olmaması dikkatimizden kaçmıyor. Bu yıl ülkemizin turizm sektöründe yaşamakta olduğu sıkıntının bir göstergesi gibi sahiller…

Göltürkbükü’nün hemen ardından, son yılların gözde mekânlarından olan Türkbükü’ne doğru yol alıyoruz. Şezlong fiyatlarından, eğlence merkezlerindeki dudak uçuklatan fiyatlara kadar pek çok haberle gündeme gelen Türkbükü’nün sabah saatlerinde Göltürkbükü’nden ne kadar da farksız olduğunu düşünüyoruz. Sadece mekân sahipleri ve çalışanları, ortamların yeni güne hazırlığını yapmak üzere ayaktalar. O pek pahalı minderler ve şemsiyeler ise yine bomboş. Merkezdeki düzenli ve temiz sokaklar, merkezden yukarılara doğru çıktıkça bozulmaya başlıyor. Artan talebin karşılanması amacıyla yapılan inşaatlar yaz aylarında da devam ediyor belli ki. Virane yolların geçtiği eşsiz villar ise sessizce sahiplerinin uyanmasını bekliyor. Etrafa parça parça yayılmış, daha doğrusu kalmış olan sarnıç ve kaya mezarları ise yeterince gezen var mıdır bilinmez…

Türkbükü’nün ardından, Yarımada turumuza Gündoğan’la devam ediyoruz. Bodrum merkezden 25 km. uzakta yer alan Gündoğan, daha çok yazlıkçıların tercih ettiği, Bodrum’un geneline göre oldukça sakin ve huzurlu yerlerden birisi. Tarihi köyü ile bütünleşmiş olan turistik merkezi eşsiz bir güzellik barındırıyor. Tertemiz denizi, pırıl pırıl kumsalı ve balıkçılarıyla apayrı bir koy Gündoğan. Yazlıkçıların rağbet ettiği bir yer olması sebebiyle, henüz turistik anlamda fazla bir kıpırdanma başlamamış. Balıkçılar ise işlerine her zaman olduğu gibi erkenden başlamışlar. Sahil boyunda yer alan Su Ürünleri Kooperatifi önünde, bir yandan ağ tamir eden diğer yandan sohbet eden balıkçıların sohbetlerine konuk oluyoruz. Onlar gülen gözleri ve yüzleri ile sıkıntılarından bahsettikçe; “Deniz, insanı nasıl da olgun, nasıl da sakin yapıyor…” diye düşünmeden edemiyorum. Onların anlattıkları problemleri biz denizden mahrum olan insanlar seslendirirken nasıl da haşinleşiyoruz, sinirli oluyoruz; onlarsa her şeye rağmen gülümsemekten vazgeçmiyorlar. “Yarı tok, yarı aç yaşıyoruz.” diyorlar; “Gırgırların kontrolsüz balık avlaması yüzünden ekmek kapımız gün geçtikçe kapanıyor.” diyorlar… “Ağlanacak hâllerine mi gülüyorlar?” dersiniz; “Denizin olgunlaştırdığı insanlar” mı dersiniz; yoksa seslerine kulak verir elinizden gelen bir şey varsa onlara yardım mı edersiniz bilinmez; ama onlar denizin sevdiği, denizi seven, ondan ders alan, ondan öğrendikleriyle yaşayan insanlar. Denizler de tüm kirletmelerimize, tüm adam sendeciliğimize rağmen hâlâ sevgiyle açmıyor mu koynunu bizlere…

Balıkçılara “selametle” deyip, Yalıkavak’a doğru yol alıyoruz bu defa. Bodrum’un unutulmaz simgeleri olan; ancak her ne kadar unutulmaz olsa da umursanmaz olduğunu da yanına gidip üzerlerinde yazan yazılar, kazımalar ve viranelikleri ile şahit olduğumuz yel değirmenlerinin Yalıkavak’ta bakımlı ve korunmuş olanlarına rastlayınca içimiz rahatlıyor. Yalıkavak Belediyesi, liman kıyısına yaptığı son derece güzel ve temiz parkın içinde yer alan yel değirmenini aslına uygun olarak restore ettirmiş. 1859 yılında yapılan bu yel değirmeni, 12’lik sayı sistemi ve 6o’lik açılar kullanılarak düzenlenmiş. Palmiye ağaçları, kafeler ve oturmak için sandalyelerden, banklara ve minderlere kadar her şey yemyeşil bir düzenleme içerisinde gerçekleştirilmiş. Parkın yürüyüş yolu bitiminde başlayan ve liman etrafına dizilmiş olan restoranlar da misafirlerine leziz yemekler dışında, eşsiz bir manzara sunuyor. Yalıkavak Belediyesi’nin ve sivil toplum kuruluşlarının merkez etrafında asılmış olan afişleri, sanata verilen değerin göstergesi olarak ilgi çekiyor.

Yalıkavak’ın ardından gelen Gümüşlük’te günü batırmayı istediğimizden, Turgutreis’e geçiyoruz. Turgutreis, yarımadanın Bodrum merkezden sonra en büyük yerleşim yeri olduğunu her hâliyle ortaya koyuyor. Geniş yolları, büyük marketleri, otelleri ve en önemlisi de marinasıyla Turgutreis, ikinci Bodrum olma yolunda. Marina, kapladığı alan içerisinde; denize nazır kafeler, restoranlar, mağazalar ve sineması ile Turgutreis’e gelenlerin uğrak yeri hâline gelmiş. Marina turunun ardından merkeze doğru ilerlediğimizde, çarşıda yer alan dükkânların birine girip birinden çıkıyoruz. Gerçekten oldukça özgün işler, takılar, halılar, hediyelik eşyalar birbiri ardına sıralanmış. Yorucu alışveriş turunun ardından, gerek sokak aralarında yer alan, gerekse kumsalın arkasına sıralanmış bulunan restoranların birine misafir olup, yöreye özgü yemeklerden tatma fırsatına da sahipsiniz. Kumsalda oturup da denize doğru baktığınızda, karşınızda irili ufaklı birçok ada göreceksiniz. Bunlardan en ilgi çekeni de hemen burnumuzun dibi olarak nitelendirilen Kos (İstanköy).  

Turgutreis’in hemen yakınında yer alan ve özellikle rüzgâr sörfü meraklıları tarafından ziyaret edilen Akyarlar’a geçiyoruz. Akyarlar Koyu, Akyarlar Burnu ile Koca Burun arasında yer alıyor. Dilim dilim beyaz kayalıklardan oluşan Akyarlar Burnu, eşsiz bir görsel şölen sunarken; balıkçı barınağı, restoranları ve kumsalı ile Akyarlar, kendine özgü bir yerleşim yeri olarak varlığını sürdürüyor.

Turgutreis’e oldukça yakın bir başka yerleşim yeri ise Yahşi. Burası, Ortakent ve Müsgebi gibi isimlerle de anılıyor. Denizinin, diğer koylara göre daha soğuk olduğunu duyar duymaz, serin ve mavi bayraklı sularına atıyoruz kendimizi. Bunca turun ardından hakkımızdır diyerek kulaçlıyoruz suları. Köy hayatının hâlâ devam etmekte olduğu Ortakent Yahşi’de evler oldukça düzenli ve bahçelerinin renk oyunları ise göz alıcı. Sahilde yer alan koruma altındaki iki katlı Rum evleri ise tüm hayatımızı geçirmek isteyeceğimiz türden bir manzaraya dönük yapılmış.

İşte artık Gümüşlük’e gitme vakti… Güneş batmadan az evvel vardığımız Gümüşlük, balıkçı köyü dokusunu kaybetmemiş, şirin ve küçük hâliyle çekici olmayı başaran ender yerlerden. Kıyı boyunca dizilmiş olan restoranlarda hem gün batımını izleme hem de en taze balıkları yeme fırsatı sunuluyor. Gümüşlük, Myndos Antik Kenti’nin üzerine kurulmuştur. Myndos, kısmen suların altında kalmış ama Tavşan Adası’na geçmek üzere deniz içinde yaptığınız yolculuk boyunca, bu kentin kalıntılarını izleme olanağına da sahipsiniz. Gümüşlük, günün her vakti güzel olmasının dışında, tarihi anlamda da pek çok kalıntıya ev sahipliği yapıyor olması sebebiyle de ilgi çekmektedir. Tüm çekiciliğine rağmen balık restoranlarını ardımızda bırakıp, Tavşan Adası’na doğru, diz seviyesini geçmeyen sulardan çıplak ayak yürüyüşe geçiyoruz. Suyun serinliği iyi de küçük taşların ayaklarımızı kesmesine daha fazla dayanamayarak ayakkabılarımızı giyip öyle devam ediyoruz yürüyüşe. Adanın tepesine çıktığımızda, pek çok sevgilinin, arkadaş gurubunun sohbet edip, romantik anlar yaşadığını görüyoruz. Gümüşlük’e bu tepeden bakmak çok daha farklı, çok daha etkileyici. Günün batımı ile birlikte üzerine düşen kızıl güzellik içindeki Gümüşlük, canlılığından bir şey yitirmeksizin güne devam ediyor.

Gün batımının ardından Gümbet’e giriyoruz. Gümbet, otellerin yoğunluğu sebebiyle sokak aralarından merkeze kadar adım başı bir eğlence mekânının yer aldığı bölge hâline gelmiş. Özellikle yabancı turistlerin tercih ettiği ve eğlence anlayışı da onlara göre düzenlenmiş olan bu mekânlarda, akşamın erken saatleri olmasına rağmen yükselmekte olan müzik sesi ve alkollü turistlerin çılgın tavırları neticesinde nerede olduğumuzu şaşırıyor, yolumuzu kaybediyoruz. Yolların iç içe geçmiş olması sebebiyle, sürekli dolanıp duruyor, aynı noktada buluyoruz kendimizi. Uzun kumsalına vardığımızda, artık geceye hazırlanan tüm ziyaretçilerin buraları sessizliğine terk ettiğini görüyoruz. Su sporları için de ideal olan Gümbet, kalabalık yapısı ile huzurdan çok eğlence arayanlar için vazgeçilmez yerler arasında.

Gümbet’in ardından, kaldığımız otelin de bulunduğu Bardakçı koyuna geçiyoruz. Myndos Kapısı’nın dimdik ama yitik hâlinden esinlenerek dik durmaya, yorgunluğumuzu belli etmemeye çalışıyoruz. Akşam yemeğinin ardından, yoğun geçen günün yorgunluğunu atmak üzere dinlenirken Ay doğuyor; hem de Dolunay. Tertemiz suyu ve sakin sahiliyle çekici bir yer olan Bardakçı Koyu’nda, denizden doğan Ay’ı izlemek son derece dinlendirici ve keyifli oluyor.

Yarımada turuna bir de mavi tur eklemek istiyor gönlümüz; ama “Hepsini de bir defada tüketmeyelim.” diyerek bir başka sefere erteliyoruz Mavi Turu.



Bodrum, sessizce ama hızla değişmekteyken, gündüz gözüyle bakalım istedik ona… Halikarnas Balıkçısı’nın ekip de büyütmeye çalıştığı ağaçları seçemedik belki, birçok sokak arasında varlığını sürdürmek için savaş veren tarihi kalıntılardan da bahsedemedik ama ülkemizin eşsiz kıyılarının tüm olan bitene rağmen hâlâ nasıl da direndiğini, nasıl da güzel olduğunu anlatmaya çalıştık dilimiz döndüğünce. Bir an evvel kıyılarımızın, denizlerimizin, topraklarımızın değerinin sözde değil gerçekten bilindiğini hissedebildiğimiz; turizmin, var olan değerleri yok etmek değil, korumak ve sunmak olduğunu anlayabilen, bunun için çabalayan insanlar hâline geldiğimizi görmek olduğunu anlatmak istedik. O zaman belki bizler de Halikarnas Balıkçısı’nın gözleriyle bakabilir ve onun şiirsel dili ile yazabiliriz Bodrum’un güzelliklerini…


---------------------------------------------------------------------------

*Halim Şefik Güzelson’un “Balık Ağzı” isimli şiirinden alıntıdır.

 ** Mancorna Mehmet Baş’ın “Mancornalar Destanı” isimli şiirinden alıntıdır.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

AYDER’DE SONBAHAR






Öyle bir güzergâh peşindeyiz ki Karadeniz’in kollarında; sonbaharın bildiğimiz özelliklerinden öte, bir başka sonbahar bizim aradığımız. Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon, Rize… Hiçbiri değil bizim aradığımız sonbahar… Hırçın dalgalar, iğdiş edilmiş yollar, haykıran Karadeniz… Doğaya saygısızca, uyumsuzca dikilmiş binaların gölgesinde, paylaşarak Karadeniz’in kızgınlığını Çamlıhemşin’e doğru yol alıyoruz…



“Karadeniz, hırçın kız al beni kollarına
Sevindir pullarınla, gümüş kuyruklarınla
Salın haydi, gül oyna kemençeler çalarken
Takalar filikalar koynunda yalpalarken…”



Her şeye rağmen yeşilin üstünlüğünü koruduğu, Karadeniz’in hırçınlığını sürdürdüğü, kemençe seslerinin rüzgârın sesine karıştığı, tekelerin bir o yana bir bu yana salındığı yerler buralar… Her şeye rağmen, gizemini, farklılığını içten içe saklayan bir bölge… Sanki inadına inadına güzelleşiyor doğa; insanoğlunun yarattığı çirkinliklerin karşısında… Şimdilik direniyor ama ne zaman çeker gider, yapayalnız bırakır bizleri saygısızlığımız karşısında bilinmez; içi acıyanlar, onu anlayanlar bilirler ki çok yakın, sandığımızdan daha da yakın…



Biri sevdiğimize, sevgilimize, canımıza kastediyormuş gibi içimiz yanıyor yollarda… Yüzlerimiz asık, üzerimize karabasanlar çökmüş de bağırmak isterken kalakalmış gibiyiz… Öylesine haykırasımız var ki ağzımızı bıçak açmazken… Sonunda Çamlıhemşin’den de çıkıp baş başa kalıyoruz sevgilimizle, sevdiğimizle, doğayla…



Yollar kıyıdan uzaklaştıkça yeşilin bin bir tonu, sarı ve kızılla vals yapıyor; yanımızdan akıp giden Fırtına deresi, yaşadığımız tüm hayal kırıklığını sularına katıp götürüyor. Milli Park statüsünde olan Ayder’e vardığımızda yerleşim yerleri çeşitleniyor; otelleri, pansiyonları ile bir yayla olmaktan çıktığı, turizme kapılarını sonuna kadar açtığı sinyalini veriyor. Halkın, Karadeniz sahili boyunca ve hatta Çamlıhemşin’de gördüğümüz çirkin binaları, yapıları, aslen gecekondu bile olamayacak kadar zevksizlik abidesi beton yığınlarını bu bölgeye taşımamış olması ve doğaya uyumlu ahşap yapıların yoğunluk kazandığını görmek bizleri mutlu ediyor.



Ayder’de sonbaharın bizi karşılayan renk cümbüşü yanında, yağmuru ve serin esen rüzgârı, beklediğimizden de güzel bir sonbahar yakaladığımızın göstergesiydi. Otele yerleşmemizin hemen ardından, makinelerimizi kapıp, yağmurluklarımızı giyip kendimizi dışarı atıyoruz. Dışarıda bizi bekleyen bilinmez güzellikleri bir an önce yakalamak ve kadrajlarımıza hapsedip yanımızda taşımak istiyoruz.



Çok değil en fazla otelimizden yüz metre uzaklaştığımızda karşımıza çıkan manzaranın eşsiz güzelliği, o güzelliğin içinden akıp giden gerdanlık gibi şelaleler, şelaleleri ve ormanı gizemli bir güzelliğe, bir sokup bir çıkaran sis denizi; saatlerce o manzaranın karşısında, o güzelliğin hakkını verecek fotoğrafları çekmek üzere kalmamıza neden oluyor. Kendimizi bir süre sonra içinde bulduğumuz ormanların sık ve yaşlı ağaçları, bize ıslak bedenlerinden rengârenk bir bahçe sunuyorlar. Sık ve yaşlı bu ağaçların artık toprak üzerine kadar çıkmış köklerinin üstünden hoplaya zıplaya ilerliyor; önümüze çıkan kırmızı şapkalı mantarlara selam veriyoruz. Biz dalıp gitmiş, doğayla bütünleşmişken, beni unuttunuz dercesine kar yağıyor üzerimize.



Yılın ilk karı… Sonbahar karı… İşte aradığımız, peşine takılıp binlerce kilometre yol kat ettiğimiz birbaşka sonbahar… Yağmur sularının pırıl pırıl yaptığı renk cümbüşü içinde eriyip giden kar taneleri…



Artık havanın kararmaya başlaması ve o ana kadar fark edemediğimiz halde üşümüş olan ıslak ayaklarımız bizi, otele geri dönmeye zorluyor. Az biraz dinlence, sonrası yemek faslı ve ardından sadece su sesi duyduğumuz odalarımızda hayatımızın en güzel uykularını uyuma zamanı…



Ertesi günün ilk ışıkları ve kuş sesleri eşliğinde uyandığımızda, “kahvaltı zamanı” diyerek zil çalan karınlarımızı, doğal ürünlerin eşsiz lezzetine emanet ediyoruz. Tereyağı, bal, yumurta ve diğerleri… Artık tekrar sevgiliyle buluşma zamanı… Bizi bekleyen yayla dolmuşuna binip, beklettiğimiz için onlarca özrü ardı ardına sıralarken, gülümseyen yüzleriyle: “Ne olacak canım; biz alışığız beklemeye. Sizler hoş geldiniz.” diyorlar. Şaşkınlığım yüzlerine dikkatlice bakmama engel olmuyor. Sanırım aslında kızdıklarını ama misafirperverliklerinden böyle söylediklerini yakalayabileceğim bir ufak mimik arıyorum yüzlerinde. Ama yok… Gerçekten kızmamışlar… “Büyükşehir insanıyız…” diyorum içimden; biz olsak bu kadar değil bir dakika birini beklesek sinir krizleri geçiriyor olurduk. Sonradan anlıyorum ki zaman anlayışlarımız öylesine farklı… Onların bizim gibi peşinden kovalayıp durdukları bir zaman anlayışları yok; onlar ve zaman iyi anlaşan iki dost gibi…



Dolmuşun nasıl yol aldığını bir türlü anlayamadığım yokuş, dar ve bol taşlı, çukurlu yollardan ilerlerken yavaş yavaş yayla evleri de göz kırpıyor, virane ama bir o kadar çekici görüntüleriyle… Yayla hayatının giderek terk edildiği, insanların ve hayvanlarının birer birer yayladan göç ettikleri dönem… Yol boyu göç eden yayla halkıyla sohbet edilmek üzere duruluyor, kimi dolmuşa asılıp biraz sohbetine hareket halinde devam ediyor, kimi önceden sipariş ettiği ekmeğini şoförden teslim alıp selametle diyerek yoluna devam ediyor. Herkes eş, herkes dost, herkes aynı doğanın parçası… Avusor’a yaklaşırken yokuş yukarı gidiş hızımız yolların karla kaplanması ile daha da yavaşlıyor. Biz yine de gidebiliyor olmamıza şükrederken radyodaki ses içimizi coşturuyor:



“Hemşin'in yaylaları
Yaz gelince şen olur
Sevup alamayanun
Hali perişan olur


Hemşin yaylalarınun
Çamları sıra sıra
Ayişem seğerleri
Gel surelum ağıra”



Sonunda Avusor’a geldiğimizde, aralarından biriymişçesine kabul ettikleri bizleri evlerine çağırıyor, “Seferisiniz siz, orucunuz yoktur; çay yapalım.” diyorlar. Biz de çay demlenirken gezmeyi istediğimizi, sonrasında içimizi ısıtmak üzere uğrayacağımızı söylüyoruz. 



Bu arada her yer kar altında. Kaçkarlar hain bir gülümsemeyle selam veriyor sanki. “Siz değil miydiniz bir başka sonbahar arayan” diyor kahkahalarının arasında… Bu kadarını biz de tahmin etmiyorduk açıkçası: Yeşil, sarı, kırmızı içine beyazı da ekliyoruz ve karşımıza bambaşka bir sonbahar çıkıyor. Hiçbir yerde söylenmeyen, yazılmayan ve görülmeyen bir sonbahar tanık olduğumuz. Oranın insanları içinse olağan, her zamanki gibi, kafalarındaki sonbahara tamamen uyan bir mevsim yaşadıkları…



Karın sakladığı yağmurlu topraklar dizlerimize kadar çamurlara batmamıza, gizli taşlar tökezlememize yol açsa da bizler yaylanın karla karışık sonbaharını yaşamaya devam ediyoruz. Su sesi hiç kesilmiyor; şelaleler gürül gürül akmaya, ırmaklar coşmaya devam ediyor. Ve yeşil, sarı, kızıl ağaçlar karların altından çıkarıp çıkarıp başlarını haykırıyorlar mevsimimizi şaşırmayalım diye: “Hâla sonbahar…”.



Yaylanın üst kısımlarında, yani ulaşılması oldukça zor yerlerde bile yayla evleri var. Nasıl oralara çıktıkları bir yana, eşyalarını nasıl getirip götürdüklerini daha çok merak ediyoruz. Bu merakımız etrafta gördüğümüz ilkel teleferiklerin kullanım amacını öğrenince geçiyor.  Evler, ahırlar, depolar arasında uzanan yollar ve doğa alıp sizi yaşamakta olduğunuz gerçeklikten, bambaşka bir dünyanın insanı olduğunuzu haykırıyor.



Avusor’daki gezintimizin bir sonraki durağı, çay içmek üzere söz verdiğimiz yayla evi… Yaylada henüz göç etmemiş olan herkes bizimle birlikte geliyor. Hep beraber kuzine etrafına oturuyor, sohbet ediyor, dünyanın en güzel çayını, en şifalı sularla yapılmış şekilde içerek içimizi ısıtıyoruz. Sırılsıklam olmuş ayakkabılarımız kuzine altı edilmiş, kurumak üzere sağa sola asılmış çoraplarımızın yerine ev halkının verdiği çoraplar giyilmiş… Dışarıdaki serin havaya rağmen sıcacık bir ortamda Ayder’in Şairi Paşa Ali Karagöz Dede’nin şiirlerini dinliyoruz. Anlıyoruz ki binlerce metre yukarılarda bir başka dünyanın insanı gibi kendi halinde yaşayan bu insanlar, hiç de uzak değiller gündeme ve yaşananlara… 



“İlkbaharda erir dağların kari

Yeşillenir daği, kıri, ormani

Gökleri bölük bölük yaylaya doğru


Yaz gelince tabii başka dağların

Hele tatli tatli eser rüzgârın

Tadından doyulmaz hele Kaçkar’ın

Duman pare pare dağlara doğru…”



Sohbetten ayrılmak zor olsa da öğleyi geçen saat, daha yürüyerek ineceğimiz uzun yola bir an önce başlamamız gerektiğini hatırlatıyor. Kalanlarla vedalaşıp yokuş aşağı vuruyoruz kendimizi yola. Dolmuşun zıplaya hoplaya zorlukla çıktığı yoldan yürüyerek inmeyi; doğayı, değişimi, renk zenginliğini ve tertemiz havayı daha çok yaşamak için tercih ediyoruz. Yollar öylesine uzunken, bitmek bilmezken, kar yağışı yerini yağmura bırakmışken bir saniye olsun sıkılmadan, her anın tadını çıkararak yürüyoruz. Yolun bir noktasından, yolumuzu kısaltacağı için patikayı takip etmemiz önerildiğinden, görür görmez patikayı içine atıyoruz kendimizi. Ama bilmediğimiz şey o patikanın sol yanı uçurum olan bir keçi yolu olduğu… Yağan yağmurdan kayganlaşmış olan toprak, yürüyüşümüzü oldukça zorlaştırırken, geçip de ardımızda bırakmak istemediğimiz güzelliklere durup durup bakma ritüelimizle birleşince hava kararmaya başlıyor. Artık “Hadi,” diyoruz “buralarda kaybolmadan hızlanalım artık…”.  Tam 4,5 saat süren yürüyüşümüz bittiğinde biz de bitiyoruz. Sırılsıklam kıyafetlerimiz üzerimize yapışırken, esen serin rüzgâr otele doğru adımlarımızı hızlandırıyor.



Öylesine kısa geliyor ki kaldığımız süre; ayrılırken hepimizin içinde daha fazla kalma arzusu beliriyor. Daha gezilecek onca yer varken, daha yeni yeni havası ile ciğerlerimizi temizlemişken, daha ünlü kaplıcasına bile girememişken nereye diyor bilinçaltımızdaki sesler. Ama programa uymak, bir sonraki yolculuğa hazır olmak şart…



Doğa her yere Doğu Karadeniz’e davrandığı kadar cömert davranmıyor… Bozkırların ne demek olduğunu bilenler için Karadeniz’in ayrıcalığını fark etmek hiç de zor değil. Doğa cömert olduğu kadar da yaşam zorlaşıyor elbet. Buralar güzel ama zor topraklarda yaşayan, zorlukların insanlarının memleketi. Gün olur da onların zor yaşamlarına bir süreliğine dâhil olmak, doğanın sınır tanımadığı zenginliğini görmek ve yaşamak, iç içe girmiş mevsimlerin tadını çıkarmak isterseniz tüm doğallığınızı alın ve Ayder’e gidin…


SINIRDAKİ TARİH: ANİ HARABELERİ




Hiçbir sınır böylesine nakış gibi dokunmamıştır. Hiçbir sınır, tarihin kokusunu böylesine sarıp sarmalayıp, dünden bugüne yaşam dersi vermek istercesine göz kamaştırmaya çalışmamıştır. Aynı zamanda, hiçbir sınır bu kadar çok polemiğin konusu olup insanların kafasını karıştırmamıştır. Kars’ın 45 km. uzağında yer alan ve Ermenistan’a sınır olan Ani Harabeleri, işte tam da böyle bir sınır çizgisidir. Arpaçay Nehri’nin coşkun akışına aldırmaksızın ondan daha büyük ihtişam sunan Ani Harabeleri, pek çok tarihi bilgiyi içinde barındırmaktadır. Sanki tarih sayfalarının içinde dolaşırsınız her attığınız adımda. Zaten tarih kitaplarını karıştırdığınızda, buraya dair bilgilerde birbirinden farklı açıklamalara rastlayabilir, kafanızı karıştırabilirsiniz; iyisi mi siz siz olun, gezin, görün kendiniz karar verin. Bir yanınızda Kral III. Aşot’un yaptırdığı eserler, diğer yanınızda Selçukluların Anadolu’da ilk aldıkları toprak olması nedeniyle ilk yaptıkları caminin kalıntıları, öte yanınızda Gürcü kaleleri ve daha niceleri…



Ermeni, Selçuklu, Gürcü, Bizans eserleri iç içe geçmiş, bir bütün olmuş, öylece, yıllara meydan okurcasına ayakta durmayı bilmiştir tüm görkemleriyle. Tüy gibi bulutlara hükmeden masmavi gökyüzünün sunduğu ışıkla, önünüze çıkan her taşın altını üstünü kurcalayasınız, kimlerden kalmış, daha önce kimler dokunmuş bunlara diye inceleyesiniz gelir. Ülkemizin her yanına yayılmış olan tarih hazinelerinden birisidir üzerinde gezdiğimiz. Herkesin mutlaka görmesi, mutlaka gezmesi gereken bir yerdir Ani Harabeleri. Harabelerin hemen yanında yer alan Ocak Köyü çobanları dertlidir yalnız; çünkü inekleri ve koyunları sınır tanımaksızın karşı tarafa geçmekte; onlara da sabredip geri döner mi acaba diye beklemek düşmektedir. Karşılaştığımız Çoban Ahmet de bir yandan gülmekte, diğer yandan tüm araziyi gözden geçirip Sarı Kız’ı aramaktadır. Bir yandan bize laf yetiştirme derdiyle: “Bu hep böyle yapıyor zaten. Ne yapayım kaç defa geri geldi, yine gelir. Danası var emzireceği; gelir mutlaka…” diye sözlerine başlayıp, bildiği yarım yamalak bilgilerle, bize neyin ne olduğunu kaç yılında yapıldığını anlatmaya çalışıyor. Diğer yandan da komşu ülkenin taş ocağından dert yanıyor; sürekli deprem yaşıyor olduklarını, eserlerin pek çoğunun bu nedenle tahrip olduğunu söylüyor. Sonra da biraz bakınayım ben şu sarı kıza deyip gidiyor. Bizse fotoğrafını çektiğimiz tarihi içimize çekiyoruz aynı zamanda.




Bu volkanik tüf tabakası üzerine kurulmuş olan Orta Çağ şehrinin tarihine, elimizdeki tartışmalı bilgilerle bir göz atalım: Buralarda her ne kadar Bronz ve Demir çağlarına kadar giden buluntulara rastlanmışsa da günümüze kalan eserlerin yapılması bundan yaklaşık bin yıl öncesine tarihlenmekte. Ermeni iki güçlü krallıktan birisi olan Bagratlılar bu toprakları aldıklarında, tarih 971 yılını göstermektedir. Bagrat Kralı III. Aşot, burayı krallığının başkenti yapmış ve şehri surlarla çevirmiş. Bu dönemde şehir hızla gelişmiş, hatta surlara sığamayarak dışına doğru yayılmaya başlamış. Yine aynı dönemde, tüccar kervanları için de önemli geçiş noktalarından birisi duruma gelen Ani’de, günümüzde ikiye ayrılmış olan ama ayakları hâlâ görülebilen İpekyolu Köprüsü’nün de yapılma sebebi bu olsa gerektir. Hızlı gelişmenin ardından Ermeni Patrikliği’nin de 992 yılında merkezini Ani’ye taşıdığı söylenmektedir. Bu nedenle de Ermeni Hıristiyanlar için Kâbe gibi olan bu harabelerdeki eserlerin hemen karşısına Taş Ocağı yapmış olmalarını anlamak mümkün değildir. 11. yüzyılda artan şehir nüfusuyla beraber ünü de artmış ve Ani, “Bin bir kiliseli şehir” olarak bilinmeye başlanmış. Dönem, Bizans İmparatorluğu’nun genişleme dönemidir ve Bagrat Krallığı’nın o dönemki hükümdarı Hovhannes, Bizans’ın gücünden korkarak, Bizans Hükümdarı Basil’i topraklarının varisi olarak açıklamış. Hovhannes’in ölümü ardından Bizanslılar tarafından ele geçirilen Ani, 11. yy.’ın ikinci yarısında Türk akınlarına sahne olmuş. 1064 yılında Selçuklu Türkleri tarafından ele geçirilen Ani’de daha önce de bahsettiğim gibi ilk Anadolu Camisi yapıldığı gibi Kervansaray gibi diğer Türk İslam eserleri yapılmıştır. Tüm bu gelişmelerin ardından, akınlarına devam eden Selçukluların, Ani’yi 12. yy.’a kadar yönetecek olan Şeddarlı Sülalesine sattığı söylenmektedir. 1200 yılında, Gürcü Kraliçesi Tamara tarafından kuşatılan ve ele geçirilen Ani’nin tarihinde yepyeni bir sayfa daha açılmaktadır. 1237 yılında Moğol istilasına uğrayana kadar da eski refahına tekrar kavuşacak ve yeni eserler yapılıp şehir olduğundan da ihtişamlı hâle getirilecektir. 1330 yılında ise Türkler yine sahneye çıkar ve bu defa Kara Koyunlular Ani’yi ele geçirirler. Şehrin Moğol istilasının ardından yiten önemi; önce ticaret yolunun burası yerine daha güneye aktarılması, daha sonra da halkın terk etmesi ve nihayetinde gerek Kara Koyunlar’ın başkenti Erivan’a taşıması gerekse Ermeni Patrikliği’nin merkezini taşımasıyla daha da belirginleşmiştir. Ani, 1579 yılındaysa Osmanlı İmparatorluğu’nun eline geçiyor; ama bir daha eski günlerine kavuşamadığı gibi, 19. yy’dan itibaren tek bir yaşam izi bile kalmıyor.


Yaşanan polemikler, inkârlar, kabuller çerçevesinde, ister istemez hâlâ elde edilen bilgilerin gerçekliğinden şüphe ediyor olsak da, aşağı yukarı yukarıda yazdığımız tarihi bilgiler üzerinde uzlaşma sağlanmış gibi gözüküyor.  İnsanın böyle durumlarda arkeolog olası geliyor. İçindeki şüphelerden arınmak, objektif bilgiye ulaştığına emin olmak bazen gerçekten çok zor oluyor. Ani Harabeleri pek çok milletin tarihini yansıtan ve topraklarımızda yer alan değerli bir hazine. Onu kollamak, korumak, araştırıp en doğru bilgileri sunmak bizim elimizde. Tarihin doğru şekilde yansıtılması, bugüne ışık tutması için vazgeçilmezdir. Bunun için arkeologlarımızın elbirliği ve tüm objektiflikleriyle Ani Harabeleri’ne daha çok ilgi göstermelerini ve tüm insanlığı aydınlatmalarını ummaktan,  sizi fotoğraflarla Ani Harabeleri’nin eşsiz güzelliğinde gezdirmekten ve “Mutlaka gidin!” demekten başka yapabileceğimiz bir şey kalmıyor…