5 Şubat 2020 Çarşamba

ANTALYA



Antalya Kaleiçi

Bahar ve Akdeniz… Büyük bir aşkın her yıl yeniden alevlenmesi gibidir tüm olan; doğa, coşar ama yormaz sıcağıyla; deniz, her zamanki gibi albenilidir ama serinletir bu defa gireni; ışık, dans etmeye başlar, en güzel fotoğraflar için hazırlar sevgiliyi… Bahar, bir büyü gibi seriliverir Akdeniz’in üzerine ve çağırır yolcuyu kendine…

Baharda âşık olmak, sadece bir sevgiliye, karşı cinse hissedilen duyguların coşması değildir kanaatimce. “Ben her bahar âşık olurum, rüzgâr olur, yağmur olurum…” dizelerinde bile apaçık değil midir aşkın ne hallere büründüğü? Ben her bahar yeniden ve yeniden âşık olurum; bir insana, bir çocuğa, bir çiçeğe, bir ağaca ya da çimene, toprak kokusuna, güneşe, dallardan sarkan tomurcuklara, meyvelere… Ben her bahar daha çok severim sevdiğim tüm güzellikleri. Her bahar, yeniden doğuş, yeniden güzelleşmektir gözümde.

İnsan sevdiğine kavuşmak ister; sarıp sarmalamak, onunla bütünleşmek ister. Bahar Akdeniz’i büyüsüyle, güzelliğiyle çepeçevre kuşatmışken, turizm cenneti Antalya’da buluştuk sevgiliyle. O bize yol gösterdi, biz onun aşkıyla aştık yolları. Kaprisleriyle boğuşmak da vardı aşkın doğasında, doğanın baharında; bir güneş yaktı tenlerimizi, bir yağmur ıslattı üzerimizi… Hepsini sevdik, hepsine açtık kollarımızı, “En çok baharı seviyorum” nidalarıyla…

Antalya, öyle birkaç günde gezilip de bitirilecek, beş on sayfaya sığdırılacak bir kent değil elbette. Amacımız, doğanın coştuğu bahar günlerinden bir Antalya panoraması sunabilmek aslında; bir içinden, bir doğusundan, bir batısından derken, şöyle bir kısa tura çıkarmak derdimiz sizleri…

Hani coşar dedik ya doğa, içine alır kenti dedik ya; yine de bunu en net, en ayan beyan görebileceğimiz yer neresi diye düşündüğümüzde; kentin, betonun dışına atar buluyoruz kendimizi. Tabelalar sararıyor, bir o yana bir bu yana o kadar çok sarı tabela var ki, aradığımız tabelayı zor seçiyoruz aralarında: “Kurşunlu Şelalesi: 24”…

Derin nefesler alıyoruz; sanki başkalarından kaçırır gibi içimize dolduruyoruz tüm oksijeni. Yürüyüş yolunun az ilerisinde, Kurşunlu Şelalesi, ziyaretçilerine şarkılar söylüyor sanki. Çam ormanının arasından geçerken, dinlenme yerlerini, irili ufaklı şelaleleri, yürüyüş patikalarını gözlüyoruz. Tam anlamıyla şehrin dibinde, bir dinlence merkezi haline getirilmiş Kurşunlu Şelalesi’nin çevresi. Şelaleye vardığımızda, büyük bir coşkuyla akan suların altına doğru uzanıyoruz. Arkasına geçip de şelalenin coşkusuna katılıyor, üzerimizin ıslanmasına aldırmadan ânı yaşıyoruz. Yeşile, maviye, bahara bir de bu noktadan bakıyoruz…

Kurşunlu Şelalesi’ne gidin, mutlaka gidin; önce oksijeni çekin içinize bizler gibi, sonra balık olun, nilüfer olun, gölcüklerin içine dalın; ardından bitkilere özenin, dal olun, çiçek olun; çocuk olun, ağaçlara tırmanın… Çıkarken tüm dertlerinizden, endişelerinizden, sıkıntılarınızdan arındığınızı hissedin.

Kurşunlu Şelalesi çıkışı, direksiyonumuz yönetiyor bizi ve Düden Şelalesi’ne doğru gidiyoruz bu defa. “Doyamadık suyun dinlendirişine, dinginleştirişine, bizleri yıkayıp arındırmasına…” diyoruz ve bu defa da yine aynı yeşillik, aynı sakinlik, aynı koku ile karşılaşıyoruz. Yolculuk üzerine öyle iyi gidiyor ki, bir anda dinlenmiş buluyoruz kendimizi; onca kilometreyi gerimizde bırakan bizler değilmişiz gibi geliyor. Şelaleye daha yaklaşamadan, üst seyir terasından bakakalıyoruz… Aşağı yürüyüş yolu üzerindeki insanlar ufacık kalıyorlar şelalenin büyüklüğünün yanında. Doğanın haykıran ağzı, hem âşık ediyor kendine, hem ürpertiyor, korkutuyor insanı.

Düden Şelalesi


‘Düden’, su yutan, su çeken delik manasına gelmekteymiş ki Düden Şelalesi de bu anlamı hakkıyla taşıyan bir şelale. Dar yürüyüş parkurunun keyfini çıkarıp da şelalenin yanına vardığımızda, rüzgârın etkisiyle uçuşan damlalarda serinletiyoruz yüzümüzü. Kendine yaklaşanı kutsarcasına ıslatıyor Düden… Bu şelalenin bir diğer keyifli yanı ise hemen şelalenin solunda, gezmeye müsait bir mağaranın yer alması. Bu mağara içinde yer alan seyir noktalarındaki banklarda oturup, hayallere dalabilirsiniz.


Düden Şelalesi’ni arkamızda bırakmış, üzerimizde bıraktığı etkileri yanımızda götürürken, Köprülü Kanyon’a doğru yol alıyoruz bu defa. Köprülü Kanyon’a varmadan, otoban üzerinden döner dönmez, eşsiz bir yol keyfi de bizlere eşlik etmeye başlıyor. Yolun kıvrılarak, çam ormanı içerisinden yükseldiği noktada araçlarımızdan inip, Köprü Çayı’nın pek de azgın denemeyecek suları arasında rafting yapmakta olan turistleri seyrediyor ve diğer yandan görüntülemeye uğraşıyoruz. Yolumuz üzerinde, birbirinin ardı sıra dizilmiş alabalık restoranları, rafting kiralama merkezleri mevcut. Bu restoranlarda, taptaze alabalıklarınızı, yöreye özgü pişirme şekilleriyle yeme fırsatınız da var. Mesela, ben sizlere asma yaprağına sarılmış alabalık yemenizi tavsiye edebilirim. Ufak bir yemek molasının ardından, durmaksızın ilerliyor ve doğa harikası diyebileceğimiz Köprülü Kanyon’un girişinde, Antik Döneme tarihlenen Oluk Köprü üzerinde izliyoruz Köprü Çayı’nı. Kafamız karışıyor, inanılmaz bir gücün böylesine gizlenişine akıl sır erdiremiyoruz. Sesleniyoruz Köprü Çayı’na: “Sen değil misin bu koca dağları delen; sen değil misin kendine bu yolları açan? Şimdi nasıl gizlersin gücünü, nasıl böylesine alçakgönüllü durursun yarattığın eserin etrafında gezinip dururken?”. O, önemsemiyor bizim sözlerimizi; aldırış etmeksizin akışına devam ediyor; böbürlenmiyor, burnu da büyümüyor. O, doğanın sanatçılarından biri; belki de örnek olmaya çalışıyor “sanatçılara”; bırakın, diyor, siz değil eseriniz konuşsun…
 
Köprülü Kanyon

Taş köprü üzerinden izlediğimiz manzaranın biraz da diğer yakasını görmek, biraz zorlamak kendimizi, dağlara taşlara vurmak, zor ama güzel olana erişmek istiyoruz. Geldiğimiz yoldan geri dönüp, arka yollara sapıyoruz; ilerlememizin mümkün olamayacağı noktaya geldiğimizde ise arabamızı park ederek yürüyüşe geçiyoruz. O noktaya kadar gelmemiz de tesadüfen olmuyor elbette. Keşif meraklısı doğasever sporcuların bıraktıkları işaretleri takip ederek ilerliyoruz. En sonunda iri kayaların, dik yokuşların üzerinde buluyoruz kendimizi. Karşı tarafta, kanyonun görece daha kolay olan yürüyüş parkurunda gezen insanları görünce, kanyonun büyüklüğü daha da gösterişli hâle geliyor sanki…




Köprülü Kanyon’a oldukça yakın olan Selge Antik Kenti’ne doğru devam ediyoruz. Yol boyunca yükselmemizin de etkisiyle, yanımızda gitgide derinleşen vadiler ve kaya oluşumları, görsel bir doygunluk sağlıyor; öylesine devam edip gidemiyoruz. Durup mola veriyor, bu kayaların muhteşem derinliğine takılıp gidiyoruz bir süre. Bu kayalara halk, “Adam Kayaları” ya da “Şeytan Kayaları” diyormuş. Kayaların ardından gelen servi ormanları ile devam ederken yolumuza, Selge’nin de böylesine muhteşem bir doğa içerisinden, etkileyici bir şekilde çıkıvermesini beklerken şok oluyoruz. MÖ 5. yy.’da kurulmuş olan Selge, o dönemlerde 20.000 kişilik nüfusuyla görkemli bir kent devleti iken; bugün, yoksul bir köyün etrafını sarmasıyla ve hemen hemen bütün antik yerleşimi yok etmesiyle, yardım çığlıkları atar hâle gelmiş. İşin trajikomik bir yanı da var: Antik kentten geriye kalan tek yapı olan amfi tiyatroya yaklaşabilmek üzere ilerlerken, önünüze bir görevli çıkıp Bakanlık adına para isteyebiliyor ve gerçekten de Bakanlık adına bilet veriyor. Büyük bir hayal kırıklığı yaşamak, yüreğinizin yandığını hissetmek, orada yaşayan insanlara hem kızmak, hem de sınırsızca üzülmek için para ödüyorsunuz. Ödenen bu paraların nereye kullanıldığı ise meçhul; belli ki Selge’ye kullanılmıyor. Fakirlik yüzünden, gelen giden herkesi yolda durduran ve bir şeyler satmaya çalışan köylü kadınlar, bir yandan tüm vicdanınızı harekete geçirirken, diğer yandan “Gelen turistler halkımız hakkında ne düşünecek?” diye düşündürüyor bizleri. Çok uzun kalmadan, hemen geri dönmek istiyoruz anlayacağınız. Bunca gezdiğimiz yerler içinde, bizi en büyük hayal kırıklığına uğratan yerin, turizm merkezinin başkenti Antalya’nın dibinde olması da ayrıca düşündürücü bir tablo çıkartıyor ortaya.
 
Perge

Mutsuzluğumuzu bir nebze olsun dindirebilmek amacıyla, bu defa Pege’ye doğru çeviriyoruz pusulamızı. Ancak gözden kaçırdığımız bir ayrıntı ama önemli bir ayrıntı, Perge’yi yaşayamadan, gezemeden, sindiremeden dönmemize yol açıyor: Saat… Gerçekten, bunca gezinin üzerine zamanı unuttuğumuzu, giriş saatlerini çoktan geçtiğimizi fark etmediğimizden, anca ucundan girip bakıyor; “Bir dahaki sefere inşallah…” diyerek, kös kös dönmek zorunda kalıyoruz.   
  

Antalya Arkeoloji Müzesi



Antalya merkezine döner dönmez, gündüz gözüyle tekrar ziyaret edeceğimiz, tarihi kent merkezi Kaleiçi’ni gezmeye başlıyoruz. Henüz sezonun tam olarak başlamamış olmasına rağmen, ışıl ışıl olan sokaklar, geçip giden turistlere pek çok farklı fırsat sunuyor. Kimi sokaklar rengârenk tezgâhlarla süslenmişken, kimi sokaklar bar ve restoranları ile öne çıkıyor. Işıl ışıl Antik Yat Limanı çevresinde gezinirken, yol üstüne çıkan merdivenlerle yukarı doğru çıkıyor, çıktıkça limanın kuş bakışı etkileyici görüntüsü ile sarhoş oluyoruz. Gözümüze çarpan en sıkıntılı detay ise Antalya’nın simgelerinden birisi durumunda olan Yivli Minare’nin ışıklandırmasının kapatılmış olması ve karanlığa gömülmesi. Bunun elektrik tasarrufu amacıyla yapıldığını öğrendiysek de konuştuğumuz herkes, bu kararın kendilerince neden hatalı olduğundan bahsediyor. Yivli Minare’nin daha önce ışıl ışılken geceye nasıl damga vuruğunu bildiğim için, onlara katılmamam mümkün olmuyor. Adını, 37 metre boyundaki kırmızı tuğla ile örülmüş minaresindeki sekiz yivden alıyor Yivli Minare. Ertesi gün, günün ilk ışıkları ile sessiz sokaklarında gezmeye devam ediyoruz Kaleiçi’nin. Gecenin yorgunluğu henüz atılmamış; uyanamamış kaldırımlar, pencereler, merdivenler; miskin miskin yatıyor köpekler güneşin altında ve deniz usul usul dalga sesiyle uyutuyor hepsini… Çocuklarsa, enerjilerini erkenden toparlamışlar, atmışlar kendilerini sokaklara, parklara, heykellerin üstüne, denizin kıyısına. Onlar yönetiyor sokakları bu saatlerde. Gezimiz boyunca bu yüzden eşlik ediyorlar bize; poz veriyor, geçtiğimiz her yeri bir de kendi bildikleriyle anlatıyorlar. Kaleiçi’nin dar sokaklarındaki tarihi ama restore edilmiş evler, sessizliklerine rağmen güzelliklerini haykırıyorlar gezimiz boyunca. Sokakları gezdikçe, uzun süren tarihi boyunca bu sokakların ne çok kültüre ev sahipliği yaptığını, bunun devamı olarak da kültürlerin bugüne kalan işaretleri, tarihi binaları ile büyük bir barış ortamı yarattığını sezebilirsiniz. Bir sokakta minareler, diğer sokakta kiliseler, bir yanda Mevlevihane diğer yanda Aziz Pavlus Kültür Merkezi… Bu barış ve kültür birlikteliği ortamı, temizliği ve güler yüzlü insanları ile bağlayıverir sizleri. Kaleiçi gezisinin sonunda, Hadrian dönemine ait, yani MS 100’lü yıllarda yapılmış olan ve hâlâ dimdik duran Hadrianus Kapısı’nın altından geçiyoruz, tarihin sayfaları rüzgâra takılmış uçuşurken… 




Kaleiçi’nin ardından, yine şehir merkezinden uzaklara düşüyor yolumuz. İlk önce Phaselis’e gitmek için arşınlıyoruz yolları. Phaselis… Şaşırtıyor, büyülüyor, içine çekiveriyor ziyaretçilerini. Attığınız her adım o döneme, dokunduğunuz her taş o dönemin insanlarının emeğine, duyduğunuz her koku o zamanların toplum yaşamına götürüyor sizi. Yaşıyor Phaselis; yıllara rağmen, doğaya rağmen, gelip geçen insanlara rağmen… Selge’den sonra derin bir oh çekiyoruz burada. Doğanın coşkusunu, deniz kıyısı bu liman kentinde doyasıya yaşamanın tadını çıkarıyoruz. Kentin üç tarafının denize açılması sayesinde, gezimiz süresince deniz kokusu ile sarmalanıyoruz. Şimdilerde yüzleri gülümseten bir satılış hikâyesi var bu yarımadanın. Rodoslu kolonistlerin MÖ 7. yy’da yarımadaya ulaşmalarının ardından, karşılaştıkları bir çobana, yarımadayı beğendiklerini söylemeleri ve buraya yerleşmek için kendisine “Arpa ekmeği mi, yoksa kuru balık mı?” istediğinin sorulması ve çobanın kuru balığı tercih etmesi ile yerleşmeleri, gerçekten bugünün şartlarında çok da anlaşılır gelmiyor insana. Plajı, piknik alanı ve tarihi dokusuyla, bambaşka bir dinlence ve gezi mekânı olan Phaselis, günübirlik gezi teknelerinin de uğrak noktalarından birisi durumunda.



Dalgalara, denize verip sırtımızı istemeden, yeniden yollara düşüyoruz. Bu defa Termessos Antik Kenti var programımızda. Termessos Antik Kenti’nin girişi, daha kente varmaya kilometreler varken beliriveriyor. Antik Kent olmasının dışında, milli park olması nedeniyle de oldukça geniş bir araziyi içinde barındırıyor. Girişten itibaren ilgi çeken ve zaman gerektiren detaylar, birer birer göz kırpmaya başlıyorlar bize. Piknik alanı olarak hazırlanmış yerleri es geçip, hemen giriş kapısının sağına kurulmuş müzeye doğru atıyoruz adımlarımızı. Müzede gördüklerimiz, Antik Kent’te göreceklerimizin ipuçları olarak karşımızda duruyor. Antik Kent’in siyah beyaz fotoğraflarından, yapılan ilk kazılar sonucu elde edilen sikke ve amforalara kadar pek çok değerli hazineyi saklıyor müze. Orayı gezerken içimiz kıpır kıpır oluyor; hissediyoruz bizi büyük bir zenginliğin beklediğini. Daha fazla oyalanmadan 8,5 km.’lik yokuş yukarı, bol virajlı, ağaçlar ve uçurumlarla kaplı yolumuza düşüyoruz. Ören yerine vardığımızda, park yerine arabamızı bırakıyor, bizleri karşılayan görevli ile genel bilgiler ve kenti gezme güzergâhları hakkında sohbet ediyoruz. Bu sohbetimiz esnasında, Antik Kent’in sadece ön kazısının yapıldığını, henüz daha detaylı bir kazı yapılması için girişim olmadığını öğreniyoruz. Gerçekten böyle bir kazı için oldukça büyük bütçe isteyen bir kent olduğunu anlamamız uzun sürmüyor. Hangi yöne gideceğini şaşırmış, annesini ve yolunu kaybetmiş ördekler gibi dağılıveriyoruz etrafa; her birimiz ayrı bir ucunda bulsak da kendimizi, toparlanıp hep birlikte hareket etmeye karar veriyoruz. Yoksa bir daha buluşmanın pek mümkün olamayacağını anlıyoruz, cep telefonları bile çekmediği için. Kente doğru çıkmadan önce, Kuzeydoğu Mezarlığı olarak geçen mezarlıkların bulunduğu alana doğru gidiyoruz düzayak olduğundan. Bulunduğumuz meydandan, mezarlıkların bulunduğu alana geçerken Hansel ile Gratel masalı geliveriyor aklıma. Sanki kaybolacağız hissi, yanımızda da bir şey yok ki yollara atıverelim iz olsun derdi… İnanılmaz bir doğa, muhteşem bir yeşil sarıveriyor etrafımızı ve bir anda çıkıyor mezarlar karşımıza. Mezarlar, ama öyle bildiğiniz gibi değil, dev mezarlar bunlar; hem de bir değil, iki değil, üç değil, onlarcası karşımızda duruyor. Onlar duruyor, biz de duruyoruz… Şaşırmamak, hayranlık duymamak, her birine dokunmadan geçmek mümkün değil. Böylesine bir yoğunluk yaşamadığımı hissediyorum daha önce. Gerçekten pek çok Antik Kent gezmiş olmama rağmen, doğanın sarmaş dolaş olduğu ve doğa kadar etkileyici kalıntıların, her şeye rağmen üzerinizde sarsıcı bir etki yaratabildiği başka bir yer görmediğimi fark ediyorum. Her adımımızda bir şaşkınlık nidası yükseliyor bizlerden. Belli ki pek çok deprem görmüş, doğal yıkıma uğramış bu bölge; ama büyük kayaların üzerinde, iki metre ene, iki metre yüksekliğe sahip taştan mezarları gördükçe, “Yok,” diyor insan “bunları insanoğlu yapmış olamaz!”… Hani diyorum ya, doğa sarmaş dolaş olmuş kentle diye; öylesine değil, gerçekten mezarların bazılarının içinden ağaç bile çıkıyor, içinde yatanın üretkenliğini simgelercesine. Mezar taşları üzerindeki kabartmaların her biri, uzun uzun önünde duraklamalara yol açıyor; oradan Antik Kent’e doğru yürümeye başladığımızda daha nelerle karşılaşacağımızı bilmediğimizden. Sonunda kendimize gelip, Şehir Kapısı’na doğru yürüyüşe geçiyoruz. Bizim için bu yürüyüşün oldukça eziyetli olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Termessos Milli Parkı’na varmamızdan hemen önce yağan sağanak yağmur, tüm patikayı çamura çevirmişti ve bu sayede, attığımız her adımda ayaklarımızın ağırlığı biraz daha artmaktaydı. Anlayacağınız üzere, Şehir Kapısı’na, yani kentin giriş kapısına giden yol, patika bir yol; ama aynı zamanda oldukça da yokuş.


Termessos Antik Kenti


Termessos, Beydağları’nın uzantısı olan Güllük Dağı’nın iki tepesi arasına kurulmuş. Böylesine yüksek bir noktada yer alıyor olmasından kaynaklanıyor olsa gerek ki, tarih sayfalarında uzunca bir dönem gizli kalmayı becerdiği gibi, Türkiye’nin en iyi korunmuş antik kenti unvanını da almayı başarmış. Dolayısıyla, kentin ne zaman kurulduğuna dair bir bilgi henüz edinilememiş; ama tarih sayfalarına girişi, MÖ 334 yılında, Büyük İskender’in bölgeyi keşfedip geçmesi ile gerçekleşiyor. Büyük İskender’in, kent halkının cesaretinden dolayı, kente ve yaşayanlarına dokunmadığı, bölgeyi halkına bırakıp Anadolu’ya doğru ilerlediği de söylenenler arasında. Gezdikçe gördüklerimiz, gördükçe ağzımızı bir karış açtıran kalıntılar; halkın ne derece çalışkan, azimli, üretken ve güçlü kuvvetli, sanatçı ruhlu olduğunun kanıtları oluyor. Bastığımız her taşa eğilip, üzerindeki çamurları elimizdeki peçete yığınları ile silip baktığımızda, bir kakmayla, bir el işçiliği ile karşılaşıyor olmamız, hayranlığımızın dozajını git gide yükseltiyor. Tarih sayfalarında yazmasa da, bugüne kadar yeterli arkeolojik çalışma yapılmamış olsa da, kentin geneline baktığımda kafamda oluşan izlenim, en büyük imparatorlukların, krallıkların bile buraya saldırmaktan çekindikleri yönünde oluyor. Koskoca Roma İmparatorluğu Senatosu’nun bile “Roma halkının arkadaşları ve dostları, kendi kanunlarının doğru uygulayıcısı halk” şeklinde nitelendirilen bir halk için başka bir düşünce oluşmuyor aklımda.



En tepeye vardığımızda, uçurumun kenarına inşa edilmiş tiyatrosu ile karşılaşıyoruz kentin. 4200 kişilik olduğu söylenen bu tiyatro, uçurum manzarasıyla, yeryüzünde bilinen en ilginç arka planı olan tiyatro olarak geçiyor. Gerçekten de tiyatronun tepesinde otururken hissettiklerimiz; bırakın sergilenen oyunu, manzarayı izlemek için bile saatlerce kalınabileceğini düşündürüyor bizlere.

Dönüş yolunu ise farklı bir güzergâhtan sürdürüyoruz. Batı kısmında yer alan sarp kayaların bulunduğu ve zorlu bir parkur olan bu yoldan gitmeye karar verdiğimize, başlarda hayıflansak da sonunda “İyi ki buradan gelmişiz” diyoruz. Bu yol üzerinde bulunan kaya mezarlarının ihtişamı ve doğanın güzelliği, gezimizin yorgunluğunu alıp götürüyor. Tam üç buçuk saat süren, yani böylesine geniş bir alana yayılmış olan Termessos Antik Kenti’nde; Hadrian Tapınağı’ndan Kral Yolu’na, Gymnasium’dan Termessos Evlerine, Agora Pazar Yeri’nden Odeon’a, Artemis Tapınağı’ndan Zeus Solymeus Tapınağı’na kadar onlarca değerli tarihi kalıntıyı doyasıya yaşayıp ayrılıyoruz huzur içinde.

Tüm bu yol hikâyelerini kısacık bir zaman dilimine sığdırmış olmamıza rağmen, Antalya’dan buruk ayrılıyoruz, “Daha ne de çok yer var görmediğimiz” diyerek. Antalya bitmez; gezilecek, gidecek bu kadar yer varken de zaman, her daim bir problem olarak karşımıza çıkmaya devam edecek. Baharın taçlandırdığı, gelin gibi süslediği, tüm yaratıcılığını sergilediği kıyı şeridinin bu güzel kentine siz siz olun sadece denize girmek için gitmeyin; doğanın keyfini sürerken, tarihin peşine düşün. O zaman yolculuğunuzun, gittiğiniz yol kadar olmadığını fark edeceksiniz… 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder