16 Kasım 2011 Çarşamba

İHTİŞAMIN VE GÜCÜN DOĞUDAKİ TEMSİLCİSİ: İSHAK PAŞA SARAYI


Tarih kokulu bir coğrafyanın içinde, şehre hükmettiği yılların tüm haşmetini hissettirircesine karşılıyor misafirlerini… Doğu’ya özgü keşmekeşin varlığını sürdürdüğü Doğubeyazıt çarşısının dar, kalabalık ve mistisizm kokan sokaklarından birinde gözümü dikmiş izlemekteyim, şehrin her hareketini takip edercesine tepenin üzerinden yükselmekte olan İshak Paşa Sarayı’nı. İçinde bulunduğum sokağa, kente, var olan kültürel yapıya ait olmayan, sanki yanlışlıkla oraya kondurulmuş gibi duran bu sarayın 1700’lü yılları, içinde bulunduğum sokakların ise 2000’li yılları temsil ettiğine inanmakta zorlanıyorum bir süre. Bu yüzden belki de 2000’li yılları hızla arkamda bırakırken, 1700’lere doğru koştuğumu hissediyorum…

Lale Devri’nin doğudaki tek temsilcisi olarak bilinse de İshak Paşa Sarayı’nın tamamlanması, Lale Devri’nin sona erdiği 1730 yılından tam 54 yıl sonrasını, yani 1784 yılını bulacaktır. 1685 yılında yapımına başlanan bir sarayın 99 yılda tamamlanmış olması ise sarayın ihtişamı hakkında ilk izlenimi sunan bilgiler arasındadır. Elbette bunca zaman sonra tamamlanması sadece ihtişamla açıklanamaz ama sarayın hükümdarı el değiştirdikçe şatafat düşkünlüğünün de biçim değiştirmesi, saraya yapılacak eklemeleri gündeme getirmiş ve son hâlini alması da bunca yılı bulmuştur.

 1685 yılında, İshak Paşa’nın babası Çolak Abdi Paşa’nın yönetimde olduğu yıllarda yapımına başlanan saray, 1784 yılında 2. İshak Paşa’nın eklemeleriyle tamamlanır. Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama dönemini işaret eden bir tarih olsa da imparatorluğun geniş topraklarında yöneticilik yapmakta olan kimi başarılı isimler, merkezi idare tarafından duyulmakta ve bu başarılarına karşılık, çeşitli yöntemlerle ödüllendirilmekteydiler. İşte bunlardan birisi de İshak Paşa idi ve politik başarılarının ardından adını Kars Beylerbeyliği’ne atanarak duyurdu ve ardından da Tiflis Valiliği görevine getirildi. Merkezi idaredeki sallantıların İshak Paşa tarafından da hissedildiği ve kullanıldığı, söylenenler arasındadır ki bir söylentiye göre İshak Paşa, sarayı yaptırmak için merkeze göndermesi gereken vergilerin bir kısmını kullanmış ve bu nedenle de valilik görevinden azledilerek Hasankale’ye sürülmüş. Tabii bunlar söylentiden ibaret olabilir; çünkü yapılan kimi araştırma sonuçlarına göre de o dönemde İshak Paşa’nın görevi başında olduğuna dair yazılı belgeler bulunmuş. Bir başka söylenceye göre ise İshak Paşa’nın misafiri olan bir İran elçisi, Topkapı Sarayı’na gittiğinde, İshak Paşa’nın sarayının daha görkemli olduğunu söylemiş ve azledilmesinin sebebi bu olmuş.


Şehir merkezinden beş altı kilometre uzakta bulunan ve zamanında Beyazıt Sanacağı’nın yönetim merkezi olan İshak Paşa Sarayı, 7600m2’lik bir alan üzerinde yer almakta ve klasik Osmanlı mimarisi dışında, yerel motifleri, Selçuklu ve Fars izlerini taşıması bakımından da aynı dönemde yapılmış olan yapılardan ayrışmaktadır. Sarayın tepe üzerinden kuşbakışı duruşu ile şehre hâkim konumda bulunması, İshak Paşa’nın kendi gücünü merkezi otoriteye kabul ettirme çabası olarak yorumlansa da devletin gücünü yönetilenlere hissettirme isteği olarak da algılanabilir.

Mimari detaylarında dönemin ötesine geçen bir anlayışın hâkim olduğu İshak Paşa Sarayı’nın kapı eşiği önünde durmuş hayal kurmaktayım. Şatafatın ve ihtişam merakının son noktası nedir, diye düşünmekteyim, saray kapısının şimdi yerinde olmayan altın kaplamalı kanatlarını hayal ederken. Ruslar tarafından yerinden sökülerek götürülmüş olan bu kapının, yerinde, tam önümde durmakta olduğunu düşünüyor ve İshak Paşa’yı ziyarete gelip de bu kapının ihtişamı altında nasıl da ezilip büzüldüğümü, ufalıp yok olduğumu hissedince sıyrılıyorum düşlerden; daha fazla ezilmeden, eşikten bir anda uçarcasına geçiyor ve avluda buluyorum kendimi.

İshak Paşa Sarayı, barok ve rokoko tarzı taş işçiliğinin ve kabartma ustalığının en özel örneklerini barındıran, içinde atılan her adımda bir başka örnekle karşılaşmanızı sağlayan göz kamaştırıcı bir saraydır. Topkapı Sarayı örnek alınarak ve hatta söylenen odur ki ondan daha güzelini yapma amacıyla inşa edilen sarayın yapımında Ahıskalı ustaların çalıştığı sanılmaktadır.

Daha önce de bahsettiğim gibi saray, döneminin üstünde bir mimari anlayışla yapılmıştır ki bunun en açık örnekleri merkezi ısıtma, kanalizasyon ve su sistemlerinin var olmasıdır. Yapıldığı ve kullanıldığı dönem itibarıyla, bu sistemlerin varlığı öyle normal karşılanabilecek bir durum değildir. Özellikle ısıtma sistemi hayret uyandırıcıdır ki bu sistem, belirli bir yerde ısıtılan suyun sıcaklığının kanallar vasıtasıyla dolaştırılmasına dayandırılmış. Kanalizasyon ve su sistemi de kurulu olduğu için saray içinde belki de dünyada görüp görebileceğiniz en güzel manzaralı tuvaletleri de gezme imkânına sahipsiniz tabii ki.


7600 m2’lik alan üzerine kurulu olan sarayda tüm yapılar, iç içe geçmiş iki avlunun etrafında yer almaktadır. İlk avlunun solunda nöbetçi odası, sağında ise üzerinde “Su ve Süt Çeşmesi” yazan bir levha bulunan çeşme yer almaktadır. Hiçbir açıklaması olmadığı ve yaptığım araştırmalarda da konuya ilişkin bir açıklamaya rastlayamadığım bu çeşmeden süt akıyor muydu, akmıyor muydu bilemiyorum ama Doğu’da yaygın bir inanışa göre kimi çeşmelere “Süt Çeşmesi” denirmiş; o çeşmeden su içen hamile ya da loğusa kadınların sütünün arttığına inanılırmış. Belki bu çeşme de aynı inanış doğrultusunda kullanılıyordu bilmiyorum ama Anadolu toprakları, süt havuzları olan sarayları da barındırmakta olduğuna göre çeşmesinden süt akan sarayların varlığı da oldukça mümkün sanırım.

İlk avlu, çeşme ve nöbetçi odası dışında, bekleme odası ve zindan olarak kullanılan bölümleri de barındırıyor. Dik merdivenlerin karanlığa açıldığı bir yola çıkmak pek de sevimli gelmiyor insana tabii ama oraya kadar gelip de görmeden dönmek, en meraksız insanın bile yapabileceği bir şey olamayacağına göre el mahkûm iniyorum merdivenleri bir bir… Sarayın, hayal kurmaktan kaçtığım ve en kısa sürede ayrıldığım tek yeri olan zindan, zifiri karanlığı az biraz kırabilecek aralıklı olarak yapılmış pencerelere sahip ve tabii ki bu pencereler sadece dış taraftan açılabiliyor. Altı odalı sisteme sahip olan bu zindanda, suçlu, suçunun büyüklüğüne göre en dipte yani en karanlık kısmında bulunan odaya da, en başta yani ışığı en çok alan odaya da konabilirmiş…

Aydınlığa tekrar ulaşınca, hiç oyalanmadan ikinci avluya doğru yöneliyorum; bir an önce beni bekleyen sürprizlere varabilmek için. İlk olarak, ikinci avluya açılan 10 metrelik kapının kenarlarında yer alan ince işleme örneği selvi motifleri ile yüzleşiyorum. Gerçekten görüp de geçilecek türden bir çalışma değil karşımdaki. Bir süre sessizce izlediğim selvilerin izine takılıp, ikinci avluya geçiyorum. Bu avlunun içinde ikinci bir avlu daha yer alıyor ki buraya “Selamlık Avlusu” deniliyor. İkinci avluya geçtiğiniz andan itibaren, sarayın büyüleyici iç yapıları da bir bir yüzünü göstermeye başlıyor aslında. Sarayın camisi, Çolak Abdi Paşa ve İshak Paşa için yapılmış olan türbe ve tüm ihtişamıyla ana bina; ikinci avlunun ardında beni bekleyenler arasında yer alıyorlar. Devasa bir haremi, aşevini, eğlence salonlarını, misafir ve çalışanların odalarını, kütüphane ile mahkeme bölümünü barındıran ana binada gezilen her bölüm, misafirlerin cebine birbirinden farklı düşler katıyor ve bu sayede, her gelen misafirle yeniden canlanıyor o ihtişamlı günler.    


Yüzlerce yılın ardından, gördüğü doğal ve insan eliyle gerçekleşen yıkımlarda sarayın hemen hemen hiç zarar görmemiş tek bölümü olan caminin içi ise ışığın geliş saatine göre her saat farklı bir güzelliğe bürünüyor sanki. Sade mimarisi ve etkileyici işlemeleriyle bir anda arındırıyor içine girenleri. 

Bir gün olur da tarihe dokunmak ve hatta bir adım daha ileri gidip tarihin içinde yolculuk yapmak isterseniz, yönünüzü çevirin doğuya. İshak Paşa Sarayı, anlatılanların ve fotoğrafların sunduklarının çok daha fazlasını ziyaretine gelenlere vermekte ve her gelen, kimseyle paylaşamayacağı, yani kelimelerle anlatamayacağını bildiği anılarla ayrılmaktadır bu tarih kokulu topraklardan.