Mevsimlerin insan psikolojisi üzerindeki
etkisi, yadsınmaz bir gerçek. Yaz gelmesine rağmen tüm Türkiye’de hakim olan
serin hava Mersin’de de etkisini sürdürünce, erkenci tatil planları, yerini
rehavete bırakıyor ve ne olduysa işte bu yüzden oluyor. Motosikletle ülke
içinde turlamaya alışık olsak da yurt dışına çıkmak, hep sonraya ertelenen bir
hayal olarak köşesinde uykuya dalmışken, planladığımız yurt dışı turlarında yer
bulamayınca, bir anda uzun soluklu uykusundan uyanıveriyor. “Neden motorla
gitmiyoruz?” sorusu, elbette ilk olarak yıllardır motor tutkusunu yaşam biçimi
hâline getirmiş olan eşim Bekir’den geliyor. Bekir, aklına gelen ve yıllardır
uyuyan bu fikri öyle sahipleniyor ki motorcu dostlarıyla da paylaşmaya
başlıyor. Pek çoğu fikre sıcak baksa da bu yolculuk planına sıkı sıkıya sarılan
tek isim Süleyman Ganidağlı oluyor.
Şaka değil, gidiş dönüş motor üzerinde
10 günde 5500 km sözü edilen… Böyle bir yola çıkmanın sağlam motor kullanma
bilgisi, biraz motor tekniğinden anlamak, sistemli ve düzenli bir yol programı
yaparak ona uyacak disiplini sürdürmek gibi faktörleri barındırdığının
farkındayız da en önemlisinin cesaret, istek ve biraz da çılgınlık olduğu da
bir gerçek.
Programımızı 29 Temmuz Cuma günü 17:00
çıkışlı olmak üzere yapmaya başlıyoruz. Programa göre ilk gece Ankara’ya kadar
gidecek, konaklamanın ardından sabah 04:00’te kalkarak İstanbul üzerinden
İpsala geçişiyle Yunanistan ve oradan da Selanik’e kadar yol alacağız. Bu,
ikinci gün için 1000 km’nin üstünde yol demek. Üçüncü gün Selanik üzerinden
Makedonya’ya doğru yol alarak Ohrid’ye varıp, orada da bir gece konaklayacağız.
Dördüncü gün Ohrid’den çıkıp Sırbistan’a girmeden (1910’lu yıllarda Türkiye’ye
göçmüş Boşnak bir ailenin kızı olarak ister istemez Sırbistan’a uğrama fikrine
sıcak bakmıyorum.) Arnavutluk ve Karadağ üzerinden yolculuğumuzun ana noktası,
büyük büyük anne ve babalarımın geldiği Saraybosna’ya vararak bir gece
konaklamayı öngörüyoruz. Saraybosna’dan çıktıktan sonra Mostar’a uğrayarak
Dubrovnik’e yol alacak ve iki gece de Adriyatik kıyılarında konaklayacağız. Dubrovnik’in
ardından, Adriyatik kıyısından Hırvatistan’ı kat edip, Karadağ’da Budva’yı da
gezerek devam edip, Yunanistan’a doğru yol alacağız. Bundan sonrasında ise
Kavala’ya kadar ulaşmak ve bir gece konaklayıp tekrar İpsala üzerinden Ankara
konaklamalı olarak eve dönüşle programı tamamlıyoruz. Bu program üzerinden
konaklanacak yerlerdeki otelleri araştırıp, onca yol gidip bir de otel arama
derdinde olmayalım diyerek www.booking.com üzerinden tüm
rezervasyonları yapıyorum. Program tamamlanınca, resmi işlemleri tamamlama
sürecine giriyoruz. Bizim de Süleymanların da yeşil pasaportlu olması, kimi
vize isteyen geçişler için uğraşma sürecinden kurtulmamızı sağlıyor. Ama
motorla yurtdışına çıkacağımız için yine bazı evraklar hazırlamak zorundayız:
Yurt dışı sağlık sigortası, Beynelmilel Şoför Ehliyetnamesi, Uluslararası
Motorlu Taşıt Sigortası (Touring) ve uluslararası ruhsat…
Tüm resmi hazırlıklar tamamlandıktan
sonra iş, bir erkek için büyük ama bir kadın için oldukça küçük, hatta küçücük
olan motor çantalarını hazırlamaya kalıyor. Fotoğraf makinelerinin, video
kameraların pilleri dolduruluyor, motorun bakımı yapılıyor, kasklar
temizleniyor, motor kıyafetleri çıkarılıyor ve hazırız…
29 Temmuz Cuma / Mersin – Ankara / 497
km
30 Temmuz Cumartesi / Ankara – Selanik /
1048 km
Eşyaların
motorlara yerleştirilmesi, kıyafetlerin giyilmesi ve buluşma gibi hazırlıkların
tamamlanmasının ardından 17:30 civarında yola çıkmak üzere hazır hâle
geliyoruz. Süleyman ve Ayşe, KTM 990 Adventure (Siyah İnci) ve biz de BMW R1100
GS (Kızıl Maske) ile yola koyuluyoruz. Mersin’den Ankara’ya ve oradan da
İstanbul’a giden yol, gerçekten de çok keyifli bir yol olarak adlandırılamaz.
En azından bizim gibi ana güzergâh üzerinden devam ediyorsanız ya otobanların
ruhsuzluğu ya da yol yapımı çilesi ile bezdirir sizi. Bundan sonrasında,
Anadolu içerisinde devam eden Mersin’den İpsala’ya kadar olan kısmı, MotorOn
okuyucuları için çok yabancı bir yol güzergâhı olmadığını düşündüğüm ve yer
işgal etmemesi için hızla geçiyorum.
Ufak tefek
talihsizlikler ve artan mola sayıları nedeniyle saat 21:00 gibi varmayı
planladığımız Ankara’ya ancak 23:00’da varabiliyoruz. Ertesi gün yola çıkmamız
06:00’yı buluyor ve daha şimdiden programda iki saatlik bir kayma yaşıyoruz.
Kahvaltıyı yapacağımız Bolu yakınlarına kadar çok fazla durmadan gitme
planımızı Çamlıdere civarında vuran soğuk bozuyor. Öyle üşüyorum ki ne kadar
dirensem de fayda etmiyor. Soğuk, sanki tüm kemiklerime etki etmeye başlıyor. Yaz
ortasında böylesine üşümek de ancak motor tepesinde mümkün olur herhalde, diye
düşünüyorum. Bir süre şimdi güneş vurur ısınırım diye kendimi kontrol etmeye
çalışsam da bir süre sonra, dayanamayacağımı fark edip Bekir’e durması
gerektiğini, üşüdüğümü anlatıyorum. Hemen ilk benzinliğe giriyoruz ve
içliklerimi giydikten sonra yola devam ediyoruz.
Düzce
yakınlarında mola verdiğimizde, Ayşe uyuduğunu, Süleyman uykusu geldiğini
itiraf ediyor ve yolun daha çok başında olduğumuz için kahvaltılıklar gelene
kadar herkes banklara yayılıyor. Ayşe’nin motor üzerinde uyuma deneyimi burada
başlayıp yol boyu gelişerek devam ediyor. Biz her ne kadar uyuma, çok tehlikeli,
desek de bu konuda kendini çok geliştirip, istediği an uyarak tüm yolu tamamlayıp,
kendine özgü bir rekorun sahibi oluyor. Kahvaltı
hepimizi kendine getiriyor ve 1 saate yakın verdiğimiz molanın ardından tekrar
yola koyuluyoruz.
Gebze’den
itibaren klasik trafik yoğunluğu kendini gösterse de arabada olduğu gibi
gerilmiyorum trafikten. Garip bir şekilde, motor üzerindeyken çok daha güvende
hissediyorum kendimi. Bekir’in kullanış tekniğine güvenim olduğu kadar, motorla
trafikte çok daha kıvrak ve atak olma şansımız olması da beni rahatlatıyor
galiba. Şansımız yaver gidiyor ve çok kısa bir süre trafiğe takılsak da gerek
köprüden gerekse yoğun trafik olan Silivri’ye kadar olan kısımdan
beklediğimizden kısa sürede geçiyoruz.
Artık keyfim
yerine geliyor; çünkü sadece Edirne’ye giderken geçtiğim ve pek de iyi
bilmediğim bu yoldan itibaren hep görmediğim yerleri görmeye başlayacağım.
Rüzgarın sesi ve başımızı sağa sola iten gücü sürekli eşlik etse de bize,
motorla seyahatin en güzel yanlarından birisi de geçtiğin yollardaki
manzaraların içinden sadece geçmiyor ona dahil oluyor olduğunu hissetmendir.
İşte bu yüzden bundan sonraki manzaralara, yollara dahil olacak olmanın
heyecanı sarıyor beni. Tekirdağ’a yaklaşırken iki dizimden de ağrı sinyalleri
almaya başlıyorum. Aynı pozisyonda uzun süre gitmekten dolayı olduğunu düşünüp
ara ara ayaklarımı öne doğru iterek dizlerimi dinlendirmeye çalışıyorum.
Dar, tek şeritli ama yoğun sayılmayacak bir yoldan İpsala’ya vardığımızda, sınırda çok sıra var mıdır, bir problem çıkar mı diye endişe ediyoruz ama neredeyse 30-45dk içinde işlemlerimizi halledip, Yunanistan sınır kapısına doğru devam ediyoruz. Sınır kapısında kamyonların dizildiği ve beklemede durduğu bir sıra var; diğer araçlar ise diğer gişelerde sıraya geçmiş bekliyorlar. Burada işimizin uzun süreceği düşüncesine kapılmış, Yunan plakalı bir aracın arkasında beklerken aracın şoförü inip bize doğru geliyor ve Türkçe konuşarak “Siz burada niye bekliyorsunuz; öne geçsenize.” diyor. “Yok canım olur mu öyle şey”, diyoruz ama adam gülerek “Yok yahu ne olacak motorlusunuz siz; geçin hiç kimse bir şey demez” deyince biz de çok zorlamayıp şansımızı denemeye karar veriyoruz ki gerçekten de kimse tek kelime laf etmiyor. Geldiğimizi gören sınır polisleri de hemen gişelere yönlendiriyor bizi. Sınır kapılarından geçiş için de motorla seyahat etmenin bir ayrıcalık olduğunu önce burada öğreniyor, sonra tüm geçişlerde bu ayrıcalığı sonuna kadar yaşıyoruz.
Yunanistan
sınırından adım attığımızda saat 18:30 civarlarında ve daha gitmemiz gereken
350 km var. Yaklaşık 800 km gelmiş olmak ve önceki günün de yorgunluğu yavaş
yavaş etkisini göstermeye başlıyor. Hesaplarımız tutarsa 20:30 – 21:00 gibi
Selanik’te olacağız ama Bekir bundan sonra 100-150 km’de bir mola vereceğimizi,
çok yorulduğumuzu söyleyerek içimi rahatlatıyor. Çünkü dizlerimin ağrısı 100
km’den sonra dayanılmaz bir hâl almaya başlıyor artık. Tabii bu molaların
varışımızı geciktireceği de ortada. Yola çıkmadan alınmış karanlıkta çok motor
kullanmama kararımızı ilk gecelik bozduğumuzu düşünürken ikinci gün de güneş
yavaş yavaş uykuya dalmaya başlıyor. Yunanistan otobanında ilerlemeye
başlayınca hep birlikte aynı şeyi fark ediyoruz: Bu otoban bir başka… Ne bir
yama, ne bir çukur. Gerçekten adamlar otoban yapmışlar…
Hava kararmadan
izlediğimiz manzara bizimkinden çok da farklı değil. Sağ tarafımızda uçsuz
bucaksız tarlalar ki en çok ayçiçekleri göze çarpıyor; sol tarafımızda
uzaklarda deniz ve ona yakın yerlerde köyler görünüyor. Bu kesimdeki köylerde
genellikle camiler var. Sonra güneş batıyor, hava kararıyor; artık rüzgârın
sesine kulak verip, biran evvel varmayı beklemekten başka yapacak bir şey yok.
Böyle zamanlar artçılar için daha zorlu zamanlar. Yapacak bir şey olmaması,
izlenecek manzaranın ve fotoğraf çekme imkânının elinden alınmış olması yolu
uzatan faktörler oluyor artçılar için. Şarkı söylemeye başlıyorum, uykuma
direnebilmek ve dizlerimin ağrısına kulak vermemek için.
Kavala’nın
ışıkları bizleri karanlığın içinden çekip alınca motorları bir defa daha
durduruyoruz yol kenarında ve Bekir nefis bir öneriyle geliyor bu defa,
“Arkadaşlar bu gece gelin Kavala’da kalalım. Daha iki saat yolumuz var;
varmamız 10-11 olacak, adam gibi ne yeriz ne içeriz yoksa.” diyor ama Süleyman
nereden geldiğini anlamadığımız bir enerjiyle bu öneriyi kesinlikle kabul
etmiyor. Önceden otel rezervasyonu yapmış olmamız ve ertesi gün de Ohrid’ye
kadar gideceğimiz yolun uzaması, Süleyman’ın haklı savunuları arasında. Otel
rezervasyonlarımız, gitmememiz halinde kredi kartından tahsil edildiği için
daha yolun başında bu organizasyonun başımıza iş açtığını hissettiriyor bana.
Ekiple yolculuk etmek uyumlu olmayı, önerilerine saplantılı bir şekilde
sarılmamayı da gerekli kıldığından el mahkûm Süleyman’ın reddini kabul ediyor
ve yola devam ediyoruz. Daha yola çıkmadan aldığımız ilk günden sonra gece
yolculuk yapmama kararını da bu sayede delmiş oluyoruz; bu ilk ama son değil…
Gece yolculuğu
ve günün yorgunluğu, otobanda olsak bile hızdan kaybetmemize yol açıyor.
Selanik’e vardığımızda saatler 10:00’u gösteriyor. Otelin merkezde olmasının en
büyük sıkıntısı ise park yerinin olmaması ama motorlar için her zaman yer
bulunur mantığıyla otelin önüne geliyoruz. Kapının önündeki boşluk tam da
motorlar için yapılmış gibi bir park yeri oluveriyor. Motordan indiğimde
istediğim tek şey duş yapıp yatmak ama bunun olmayacağına adım gibi eminim.
Dizlerimin ağrısı, neredeyse iki gündür uyumadan yol yapıyor olmam gibi geçerli
nedenlerimi de bir yana bırakıp yemeğe gitmek üzere kısa zamanda hazırlanıp
çıkma önerisine uyum sağlıyorum.
Hızla yukarı
taşıdığımız çantalarımızdan kıyafetlerimizi buluyor ve giyinmek üzere motor
kıyafetlerini çıkardığımızda, özellikle sağ dizimin kızardığını ve şiştiğini
görüyorum. Kıyafetimi dikkatlice kontrol edince ise diz korumalarını doğru
yerleştirmediğimi, kıyafetleri yıkadıktan sonra dizlikleri takarken
kaydırdığımı ve bu yüzden dizliklerin baskı yaptığını fark ediyorum.
Sabah gerçekten
uykumuzu almış, dinlenmiş olarak kalkıp kahvaltının ardından hızla hazırlanıp
çıkarak motorlarla biraz şehri turlamaya başlıyoruz. Güneşli, harika bir Ege
havası var dışarıda ve kaskaların önü açık olarak sağı solu seyrederek deniz
kıyısına iniyoruz. Meşhur Beyaz Kule yakınlarında bir kaldırıma çıkıp kısa bir
mola veriyoruz. Selanik gerçekten de İzmir’i anımsatıyor hepimize ama ağzımızda
tek bir söz var “İzmir daha güzel”… Saatler 14:00 civarını gösterirken
Selanik’i ardımızda bırakıyoruz.
31 Temmuz Pazar /Selanik-Ohrid / 292 km
Otobanların sıradanlığından kurtulmuş olan gözlerimiz bayram ediyor yollarda. Her yanımızda yeşilin tonları dans ederken, ılıman bir rüzgârın eşliğinde yol alıyoruz. Fazla hızlı gitmediğimizden, zaman zaman kaskımın önünü açıp havayı koklayabiliyor, geçtiğimiz yollarla kucaklaşabiliyorum. Yollar tek şerit gidiş geliş ama oldukça geniş tutulmuş ve motora duyulan saygı buralarda da devam ediyor; trafik olmamasına rağmen. Sağa çekilen arabalar, asla hatalı sollama yapmayan sürücüler, özellikle benim kadar trafiğe karşı paranoyak hisleri olan birinin iyice rahatlamasını sağlıyor. Kendimi böylesine güvende hissedince de önüme değil sağıma soluma bakmak daha da kolaylaşıyor. Yol kenarlarındaki yeşilin bin bir tonu artarken virajlı ama motorlular için bir o kadar keyifli yolun sonunda Agras Kasabası’na varıyoruz. Öyle güzel bir yol kasabası ki durmamak mümkün değil. Eh, zil çalan karınlarımızın da bu molada etkisi var tabii ama yemek yemek için en uygun yeri seçtiğimiz de ortada.
Yemeğin
ardından, kısa süre sonra Yunanistan’dan Makedonya’ya geçeceğimiz sınır kapısı Manastır’a
varıyoruz. Geçişte hiçbir problem yaşamadan, yolumuza Manastır Kasabası içinden
geçerek devam ediyoruz. Yola çıktığımızda küçük kümecikler hâlinde olan
bulutlardan bazıları birleşiyor ve ince ince yağmur yağıyor. Ama
yağmurluklarımızı giymemizi gerektirmeyecek kadar inceden yağıyor yağmur ve
kokusu kaskın içinde yayılıyor anında. Öyle güzel kokuyor ki ara sıra daha çok
koklamak için kaskın önünü açıp derin derin soluyorum. Dağları tırmanmaya
başladığımızda, doğal olarak yoldaki viraj sayısı da artıyor. Yolların geniş ve
üç şerit olması dışında yol kenarlarında yazan 50-60km hız arası değişen
uyarılara tüm araçların uyması bizi şaşkınlığa uğratıyor. Kendini eğitimli ve
medeni sayan bizler, trafik konusunda daha ne kadar çok yol kat etmemiz
gerektiğini hissediyoruz. Bir an bocalıyoruz; içimizdeki şeytan solla geç
şunları diyor ama bu kadar insan kurallara uyunca ister istemez çekinmeye
başlıyoruz ya yardımımıza yine onlar yetişiyorlar. Teker teker sanki
düzenlenmiş bir film sahnesi gibi şeridin sağına doğru kayıp bize yol
veriyorlar. Aralardaki kasabalardan geçerken ise durum daha da vahim bizler
için çünkü hız sınırı 30 ve yine uymayan yok. Yollar bizim yollarımız gibi ufak
tefek çukurlara sahip ama tüm yol boyunca yeşilin hâkimiyeti devam ediyor. Ohrid’ye
varışımız ise 19:00 civarlarını buluyor. Kalacağımız oteli bulmak için
neredeyse tüm Ohrid’yi turluyoruz ama işin içinden çıkamayacağımızı anlayınca,
bir taksiciyle anlaşıyoruz ve o önde biz arkada sonunda Villa Boban’a
varıyoruz. Motordan inip Villa’nın bahçesine geçer geçmez Boban ile
karşılaşıyorum. Sanki bir tanıdığımın evine gelmişim gibi “Welcome Ceyda” diyen
gülen yüzlü bir adam karşılıyor beni. Merhabalaşmanın ardından, motorları
villanın bahçesine almamızı istiyor; güvende olmaları için. Boban, geç
geldiğimiz için Ohrid’yi gezemeyeceğimizden endişeleniyor ve ertesi gün
nereleri gezebileceğimizi, yani kalmazsak neler kaçıracağımızı anlatıyor. Aynı
endişe bizi de sarıyor; çünkü bu kadar yol tepip gezip görmemek fikri
hiçbirimiz için çok da sıcak değil. Ertesi gün yolumuzun Saraybosna’ya kadar
olduğunu öğrenince ise Boban’ın yüzündeki endişe ifadesi iyice artıyor.
Haritalar çıkarılıyor ve anlatmaya başlıyor. Bizim çizdiğimiz rota Kosova’dan
geçtiği için kesinlikle oraya girmememizi söylüyor. Öyle bir zamanlama ile yola
koyulmuşuz ki Sırplar Kosova’ya saldırıyorlar. Orası elenince iki ihtimal
kalıyor; ya yolu tersine çevirip Arnavutluk üzerinden Hırvatistan’ı takip edip
sonra yukarı Mostar’dan Saraybosna’ya gideceğiz ya da Sırbistan otobanını takip
edip gideceğiz. İlk seçenek konusunda ise Boban çok net: Hiç önermiyor. Daha
önce o yoldan geçtiğini, hayatı boyunca bu kadar kötü trafik görmediğini, çok
tehlikeli olduğunu ve ayrıca geç saatlere kalırsak polislerle ilgili problemler
de yaşayabileceğimizi söylüyor. Yani tek yol Sırbistan’dan geçiyor ve ona da
çok uzun yol diye muhalefet ediyor; bir günde alınacak bir yol değil diyerek…
Otele
yerleştikten sonra gezmek üzere dışarı çıkıyoruz. Önce eski çarşı dedikleri,
daha çok Osmanlı döneminden kalma zanaatların hâlâ korunduğu sokaklardan sonra
da yeni çarşı yollarından geçiyoruz. Sokaklar inanılmaz derecede kalabalık.
Keyifli, neşeli bir kalabalık var Ohrid sokaklarında. Çarşı bitince, göl
kıyısına ulaşıyoruz. Ohrid Gölü, deniz gibi duruyor karşımızda; İznik ya da
daha çok Van Gölü gibi… Karanlık bastığından, kıyıda çok oyalanmadan tarif
doğrultusunda restoranın yerini tutuyoruz ama yolda giderken Bekir ve
Süleyman’ı yürütmek zor oluyor. Ohrid’nin bu bölgesi dev mangallar üzerinde
pişen onlarca farklı çeşit etlerin olduğu küçük dükkânlarla dolu ve öyle iştah
açıcı bir görüntüsü var ki bizimkiler neredeyse hepsini yemeğe niyetleniyor. En
sonunda gece yemeği olarak bunlardan yiyecekleri konusunda anlaşarak restorana
varıyoruz. Geldiğimizde, Belvedere isimli bu restoranın da tıpkı o küçük dükkânlardaki
gibi dev bir mangalı olduğunu ve çeşit çeşit et pişirdiğini görüyoruz. Bu arada
bulunduğumuz saat diliminin artık değiştiğini öğrenerek mutlu oluyoruz; çünkü
hiç yoktan 1 saat kazandırıyor bu durum bize.
Bu
arada Boban’ın söylediklerinin de ardından, programımızı tekrar gözden
geçiriyoruz. Ohrid’yi gezmek istediğimiz konusunda herkes aynı fikirde ama
sonrasında programın kayacağını konuşup sonunda bu gezinin ana teması, benim
kökenlerimin memleketi olan Saraybosna’ya gitmekten vazgeçiyoruz. Çünkü ne
kadar şartları zorlayıp gitsek de eninde sonunda orayı gezemeyeceğimizi, sadece
gitmiş olacağımızı anlıyoruz. Başka bir yolculuğa orada olmaya karar verip,
ertesi gün de Ohrid’de kalma konusunda anlaşıyoruz.
Ertesi
gün uyandığımızda, bir sonraki günün Kurtuluş Günü olduğunu ve bu yüzden bu
akşamdan itibaren tüm otellerin dolu olduğunu öğreniyoruz. Boban, kalacağımızı
söyleyince, bu yüzden koşturmaya ve bize yer bulmaya çalışmaya başlıyor.
Sonunda, eşinin bir akrabası olan Kiki’nin kullanmadıkları bir evi olduğunu,
orada çok uygun bir fiyata kalabileceğimizi söylüyor. Çantalarımızı ve
motorlarımızı Boban’ın villasında bırakıp, kalacağımız yere gittiğimizde,
Sosyalist dönemden, bugün hâlâ büyük bir saygı ve sevgi ile andıkları Tito’nun
döneminden kalma bir apartmanın, tam da o dönemden kalma dairesinde, bozulmamış
bir dekorasyonla karşılaşıyoruz.
Eşyalarımızı
bırakıp yola koyuluyoruz ama hava kapalı olduğu için göle girme hayallerimiz
sona eriyor. Biz de gezebildiğimiz kadar gezelim bari, diyerek gölün kenarında
teknelere bakıyoruz. Bir tekneci ile anlaşıp gölü turluyoruz. Haritada çok uzun
bir yolmuş gibi gözüken mesafenin tekne ile 10 dakikalık bir yol olduğunu
anlıyoruz ama Ohrid’ye tekneden bakmadan dönsek gerçekten eksik gezmiş
olacağımızı fark ediyoruz. Kentin en etkileyici kilisesi St John Theologian –
Kaneo Kilisesi’ni gölden izleyip fotoğraflayarak tekne yolculuğumuzun son
erdirerek, plaj olarak düzenlenmiş, kilisenin hemen yakınındaki bir noktada
iniyoruz. Bir de kara yolu ile aynı kiliseyi geziyoruz. Gerçekten etkileyici
bir noktaya konumlandırılmış olan kilisenin manzarasını izlemek de ayrı bir
zevk oluyor. Bu gölü ve kenti boşuna Dünya Mirası listesine almamışlar, diye
düşünüyoruz manzarayı izlerken. Sadece Ohrid’de 100’lerce kilise olduğunu,
bunların pek çoğunun tarihî olduğunu öğreniyoruz ama o kadar da gezmemiz mümkün
değil, diyerek plaj üzerinden kente doğru yürümeye başlıyoruz. Ohrid,
Makedonların tatil merkezi niteliğinde ve gölü de yüzmek için deniz gibi
kullanıyorlar. Gerçekten plaj olarak düzenlenmiş alanı öyle keyifli ki, kapalı
havada bile güneşlenen insanlarla dolup taşmış durumda. Plajdan devam edince,
yol sizi önce kentin ara sokaklarına sokarak bizimkine çok yakın bir eski
mimari ile donatılmış havasını koklamanızı sağlıyor ve sonra tekrar aşağı göle
doğru indiriyor. Dağ ile gölün buluştuğu noktada, dağın çevresine yapılmış
ahşaptan yolu kullanarak suyun üzerinde yürürken, doğaya duydukları saygıyı da
anlıyoruz. Burası çok sayıda endemik bitkinin de yer aldığı bir bölge
olduğundan, olabildiğince doğal kalmasını ama bu arada insanların da
faydalanabileceği şekilde dizayn edilmesini sağlamışlar. Bu gerçekten takdire
şayan bir anlayış; hele de bizimki gibi değerli toprakların her gün nasıl
acımasızca katledildiğinin izlendiği memleketlerden geliyorsanız…
Ohrid’de
gerçekten Türkiye’ye karşı büyük bir sevgi ve ilgi var; ayrıca çok sayıda
insanın da az ya da çok Türkçe bildiğini görünce hiç yabancılık çekmiyoruz.
Ohrid, fiyatları açısından da gönlümüzde taht kuruyor; çünkü ucuz ve kaliteli
yemek için yol boyunca bir numaraya yerleşiyor. Buraları görüp de sadece
Ohrid’de bir tatil geçirme planı yapmadan olmaz, diyerek defterlerimizdeki “ayrıca
gelip gezilecek yerler” listesine yerleştiriyoruz Ohrid’nin ismini.
Ertesi
sabah motorlarımızı almak üzere Boban’ın villasına gittiğimizde ise bizim için
bahçeye hazırlanmış güzel bir kahvaltı ile karşılaşıyoruz. Şaşkınlık içinde
kahvaltımızı yapıp, kahvelerimizi yudumladıktan sonra Boban’a içtiğimiz
ekstraların ve kahvaltıların parasını ödemek istesek de kabul etmiyor: “Biz de
biliriz Türk misafirperverliğini” diyerek sonlandırıyor tartışmayı.
Kısacası,
Struga dönüşünü kaçırdığımız için yol bizi Sırbistan’a doğru götürüyordu ve ne
kadar istemesem de Sırbistan’ın kaderime yazıldığını kabul edip, “Ama
Sırbistan’da kalmayalım” diyebiliyorum sadece. Zaten kimsenin de kalmaya niyeti
yok: Hedef, Saraybosna’ya geri dönüyor. Kısa bir süre sonra Üsküp yakınlarında
girdiğimiz otoban bizi Kumanova üzerinden Sırbistan’a ulaştırıyor. Girişte yine
sorun yaşamıyoruz ama Bujanovac’dan Leskovac’a kadar, yani otobana varana kadar
giden yol trafik yoğunluğu, darlığı ve dağlık yapısıyla epey yoruyor bizleri.
Otobana vardığımız Lescovac’tan itibaren Sırbistan otobanının da manzara
yoksunu olması nedeniyle kendimi müziğin kucağına bırakıyorum. Buradaki
otobanın rahatsız edici bir diğer yanı ise çok sık olarak yolu kesen gişeler.
Her 20-30km’de bir gişeye girip 2 Euro ödeyip yolumuza öyle devam edebiliyoruz.
Nis yakınlarında verdiğimiz yemek molasında haritayı dikkatlice inceliyoruz. En
sonunda birbirimizi Kruevac tabelasını kaçırmamak konusunda sıkı sıkıya
uyararak yola koyuluyoruz tekrar. Kısa süre sonra döndüğümüz Kruevac’dan
itibaren ise iyi ki girmişiz Sırbistan’a diye düşünmeye başlıyorum; çünkü doğa
öyle bir değişiyor öyle coşuyor ki buraları görmeden geçip gitmek yanlış
olurmuş anlıyorum. Cacak’a varmadan, yol ardı ardına sıralanmış kasabalardan
geçmeye başlıyor ve bu sayede buraların domuz eti yönünden meşhur olduğunu
anlıyoruz. Bizdeki kuzu çevirmenin yerini buralarda domuz çevirme alıyor.
Yol
boyu bizi takip eden nehirler kimi yerlerde birleşip göllere dönüştükçe, o
gölleri çevreleyen ormanların manzarası da göllere düştükçe coşuyorum; fotoğraf
makinesi elime yapışmış; bir sağı bir solu çekerken, geçen vaktin farkına bile
varmıyorum. Visegrad sınır kapısına en yakın ilçe olan Uzice’ye girdiğimizde,
saatlerimiz 19:00 civarını gösteriyor ve ilçenin girişindeki büyük tabelada
Saraybosna sağa dönüş yazısını görünce coşuyoruz. “Bulduk, bulduk” nidaları rüzgâra
karışıyor hızlıca. İlçenin içinden keyifle geçip giderken bir daha
dönmeyeceğimizi, görmeyeceğimizi sandığım kenti inceliyorum ilgiyle. Gerçekten
hoş bir yer ve orta Karadeniz hissi veren doğasıyla, engebeli yapısı
birleşiyor, nehirlerin aktığı o güzel yerlerden biri olarak kazınıyor aklıma.
Kim bilebilir ki bu yerden sadece birkaç saat içinde nefret edecek duruma
geleceğimi…
Uzice’yi
geçer geçmez sanki dünya değişiyor; o uluslararası dil siliniyor, yerini hiç
anlamadığımız Sırpça alıyor. Tabii bizim için Arap saçına dönen yol hikâyesi de
böylece başlamış oluyor. Sırplar yapacağını yapıyor anlayacağınız. Hafiften
karanlığa dolu yol alırken, tabelalardaki yazıları çözmeye ve yola devam etmeye
çalışıyoruz ama yaklaşık 60km gidip yine de Visegrad’ı gösteren bir dönüş
bulamayınca duruyoruz.
Geçen arabalara el işaretleri yapıp, durdurup derdimizi
anlatıyoruz. “Sarajevo” deyince, duran insanlar bize geride olduğunu söylüyor.
Hemen motorlara binip geri dönüyoruz. GPS bile bulunduğumuz yeri bulamadığı
için tek çare dönüş tabelasını bulmak ve anlamak. Biz yolun dönüşünü bulamadan
kendimizi tekrar Uzice’de buluyoruz. Yavaş yavaş sinirlerimiz gerildiğinden,
kimseyle muhatap olmadan tekrar dönüyor ve tüm dönüşleri gözden geçirsek de
bulamıyor ve tekrar Uzice’ye dönüyoruz. Bir benzinlikte durup yolu sorduğumuzda
saatlerimiz 21 civarını gösteriyor ve artık karanlık her yeri örtmüş
durumdayken, bizim geceleri yol yapmama kararımızı bir defa daha çiğnememiz
için her şey ayarlanmış gibi gözüküyor. Sonunda benzinlikte konuşmaya
çalıştığımız ama dil bilmeyen 5 kişiden birisi, gidip İngilizce bilen bir bayan
arkadaşını getiriyor. Kız bize güzelce tarif ediyor yolu. Bu defa Bekir son
derece temkinli bir halde, yol boyunca iki metre aralıklı da olsa her
benzinliğe girip sadece “Visegrad?” diyor ve ileride sözü ile devam ediyor.
Neyse ki bu defa dönüşü buluyoruz. Ancak gecenin o vaktinde geçeceğimiz yolun
Milli Park olduğu gerçeği ile yeni yüzleşiyoruz. Bir motorcu için en büyük
tehlikelerden birisi, karanlıkta karşısına çıkabilecek bir hayvan ki bu bir de
iri olursa vay halimize diyerek hızları epeyce düşürerek ilerliyoruz zifiri
karanlığın içinde. Yolda bizden başka tek bir araç bile yok ve soğuk da vurmaya
başlıyor; yüksek, gece ve ormanlık alandan geçmek üşümek demekmiş anlıyorum ki…
Saat 22:00 civarındayken sınır kapısını bulup içten içe mutluluk çığlıkları
atıyoruz ama artık yorgunluktan dışa sevinç gösterecek hâlimiz bile kalmamış
durumda. Sırp polisi pasaportlarımızı alıp yaprakları arasında göz gezdirir
gibi yaparken bizleri süzüyor. Kasklarımızı çıkarıp bakıyoruz. O bize, biz ona
bakıyoruz. Şimdi düşününce, gece vakti, in ve cinin karşılıklı top oynadığı bu
yerde sözde görevini icra eden bir insanın karşısında iki motor görünce
şaşkınlaşması oldukça normal geliyor ama o an sorun çıkaracak hissi ile zaten
gerilmiş sinirlerimize hâkim olmaya çalışıyoruz. İngilizce de bilmediği ve az
biraz somurtkan bir arkadaş olduğu için anlaşamıyoruz. Sonunda bize nereye
gittiğimizi sorduğunu anlayınca, Bekir’in nasıl oluyorsa onca yola rağmen zihni
açılıyor ve bu adam sorun çıkarabilir diye düşündüğünden “Dubrovnik’e”
deyiveriyor. Bunu duyunca geçin diyor bize ama biz el işaretiyle damga
vurmadığını ima ederken, o, gerek yok oralar da bizim dercesine yolluyor bizi.
Karşı sınırda görürüz günümüzü diyerek devam ediyoruz ve sonunda memleket
sınırına gelmişim gibi bir heyecanla Bosna Hersek polisine uzatıyorum
pasaportlarımızı. Bu polisimiz de takır takır bir İngilizce ile konuşarak
şaşırtıyor bizi ama onun da asık suratlı olduğu bir gerçek. Sırbistan’dan çıkış
damgamız olmadığı halde Bosna Hersek’e giriş damgamızı alıp yola devam
ediyoruz. Çok değil sadece 20-30 km sonra Visegrad kasabasına varacağız ve
artık devam etmemiz mümkün olmadığından, orada kalmaya kararlıyız.
Biz
kararlıyız da bakalım Visegrad bizim orada kalmamızı istiyor mu? Şimdi gülerek
ve gezinin en unutulmaz gecesi olarak ifade ettiğimiz o gece gerçekten çok
zordu hepimiz için ama en çok da benim için. 700km yol gelip gecenin bir
karanlığında girdiğimiz Visegrad kasabası gözümüze uykuya dalmış ya da
unutulmuş, yitip gitmiş bir korku filmi kasabasını andırıyor. Otel olup
olmadığını sorduğumuz bir delikanlı bize gayet rahat bir şekilde kendi dilinde
anlatmaya başlıyor otelin yerini. Gerilmiş sinirlerimizin vidaları gevşiyor ve
Bekir de Türkçe konuşarak ona eşlik edince gülmeye başlıyoruz ama kahkahalara
boğulduğumuz yer, otel diye geldiğimiz Motel Okuka yazısı önünde oluyor. Gülme
krizini atlatınca, bu kamyoncu motelinde yer olup olmadığını sorma işi bana
düşüyor. Yine el kol işaretiyle anlatıyorum derdimizi ve adam olumsuz bir
şeyler söylüyor. Anlamadığımı görünce, yukarıyı işaret edip gel diyor. Birlikte
yukarıya çıkıyoruz. Bana iki oda gösteriyor. Bu oda benim, ben kalıyorum diyor
ve sonra ikinci odayı gösterip orada kalabileceğimizi ima ediyor. Ama oda öyle
leş ki orada kalmamız mümkün değil ve ayrıca gözüme pek güvenli de gelmiyor. Aşağı
inip ekiple fikrimi paylaşıp onlara da bakmalarını söylesem de gerek
duymuyorlar. Tabii hepimiz başka otel bulacağımız düşüncesindeyiz; kim
bilebilir ki sonrasında o leş odayı hürmetle anacağımızı…
Durduğumuz
yer şehirlerarası otobüslerin mola yeri aynı zamanda ve yaklaşan otobüsten inen
birkaç genç arasından bir kızı gözüme kestiriyorum. Yanına gidip İngilizce
bilip bilmediğini sorduğumda az yanıtını almak bile lütuf gibi geliyor.
Derdimizi anlatıp burayı bilen birisine başka otel var mı diye sormasını
istiyorum ama sorduğu herkes kentte başka otel olmadığını söylüyor.
Yorgunluktan ve açlıktan ölmek üzereyken Bekir, “Devam edelim; en yakın daha
büyük kasabaya kadar gidelim” diyor. Aynı kıza en yakın kasabayı sorduğumda
kendi kasabası olduğunu ama en az 80km yol olduğunu ve Saraybosna ile aksi
istikametlerde olduğunu söylüyor. Bu arada Süleyman bambaşka bir noktaya parmak
basarak “Gidemeyiz arkadaşlar, benzinimiz bitmek üzere” diyor. Gerçekten de iki
motorun da benzini son çizgilerde ve gördüğümüz bir istasyon var hemen
ilerimizde orası da kapalı. Kız bir kez daha içinde bulunduğumuz kabusun gerçekliğini
haykırıyor “Burada benzin istasyonları 22:00de kapanır; benzin için sabahı
beklemek zorundasınız.”
El
mahkûm, otel, benzinlik ya da en azından yemek yiyebileceğimiz bir yer bulmak
üzere kasabanın içine girip gezmeye başlıyoruz son kalan benzinlerimizle.
Gittikçe ıssızlaşan sokaklarda yankılanan motorlarımızın soluğunun da ne zaman
kesileceği belli değil. Sonunda Bekir önümüze çıkan bir polis arabasını durdurarak
yardım istiyor. Polislerden birisi az çok İngilizce anlıyor ama konuşamadığı için
“no Hotel, no benzin, yes food” diyerek onları takip etmemizi söylüyor. Bizi
götürdüğü ilk yerin kapalı olduğunu görünce, ara sokaklara sapıyor ve karanlık
bir aralığa doğru yavaşlayarak park ediyor. Durduğumuz aralığın yan tarafında
açık bir büfeyi işaret ediyor. En azından bir ihtiyacımızı giderebilecek
olmanın haklı sevincini yaşayarak teşekkürlere boğuyoruz polisleri. Girdiğimiz
büfenin sahibinin İngilizce biliyor olması ise bize şansımızın döndüğünü
hissettiriyor ama hisler bazen yanıltıcı olabilir. Girdiğimiz andan beri beni
huzursuz eden bu kasabanın yol güzergahımıza sonradan eklenmiş olması nedeniyle
hakkında bilgi sahibi olmasam da sonradan Sırpların stratejik kasabalarından
birisi olduğunu ve ciddi Boşnak katliamlarının bu kasabada gerçekleştirildiğini
öğreniyorum. Öncesinde nüfusunun %60ı Boşnak olan kasabaya savaştan sonra çok
az Boşnak dönüş yapmış ve günümüzde bir Sırp kasabası olarak varlığını
sürdürüyor. Visegrad, burada yaşayan ve çevre kasabalardaki Boşnakların, kadın
erkek, çoluk çocuk demeden katledilip sularına atıldığı Dirina Nehri’nin tam
ortasından geçerek kente ciddi anlamda büyülü bir görsellik sunduğu ve
günümüzde Osmanlı döneminden kalma Mehmet Paşa Sokoloviç Köprüsü’nün (1571) Iva
Andriç’in bir eserinde yer alması ve yine bu köprünün etkisiyle Dünya Mirası
Listesi’ne alınmasıyla turistik bir yer haline gelmiş.
Nerede
kalacağımızı bilemezken yemek konusunda bize yardımcı olan polis yine beliriyor
ve kendisinin nöbetçi olduğunu evinde kalabileceğimizi söylüyor. 20Euro’ya
anlaşıp öncekinden çok daha kötü şartlarla kalmak üzere eve yerleşiyoruz. Sabah
erken yola çıkacağımızı söyleyerek ödemeyi yapıyorum ve anahtarı ne yapalım
diye sorduğumda anlaşmakta zorlansak da anlamıştır herhalde diyerek onu yolcu
ediyoruz. 20m2’lik odanın dört duvarına yerleştirilmiş birbirinden
eski kanepeler üzerine polisin dolaptan çıkarıp verdiği çarşafları yerleştirip
yatmaya hazırlanırken, ben o geceyi uykusuz geçireceğimi çok iyi bildiğimden,
kimseyi huzursuz etmeden yatağa uzanıyorum. Kimsenin nerede olduğumuzu
bilmediği bu kasabada, kimseyi tanımadığımız için aklıma üşüşen başımıza gelebilecek
korkunç şeylerin huzursuzluğuyla gözlerimi kırpmadan sabahın olmasını
bekliyorum. Neyse ki yattığımızda saatin 2’yi geçiyor olması sayesinde günün
ilk ışıkları çok geçmeden beliriyor ve ufak tefek gürültüler çıkarıp herkesi
uyandırıyorum. Bütün gece uyumadığımı, bir an önce buradan gitmek istediğimi
söyleyince hızlıca hazırlanıp kapıya yöneliyoruz ama dış kapının kitlenmiş
olduğunu görünce kalakalıyoruz. Güneşin ışıkları beynime zerk etmeye
başladığından, bunu bizi anlamamış olan polisin bizi korumak amacıyla yapmış
olabileceğini söylesem de bu o evden ve o kasabadan biran önce çıkma isteğimi
engellemiyor. Evin giriş katında olmamızın önceki geceki dezavantajı sabah
avantaja dönüşüyor ve pencereden atlayıveriyorum. Benim arkamdan diğerleri ve
eşyalar da gelince motorlarımızı yerleştirip sabahın 6’sında yola koyuluyoruz.
Önceki
gece bize korku filmi kasabalarını andıran Visegrad’ın nasıl bir güzelliğe
sahip olduğunu da Dirina Nehri’nin kenarından geçerken anlıyoruz. Dağların
üzerine kurulmuş olan kasabanın üzerinden kalkan sabah bulutları Mehmet Paşa
Sokoloviç Köprüsü’nün ihtişamıyla birleşerek oynadığı küçük oyuna karşılık
güzel yüzünü göstererek uğurluyor bizleri.
3 Ağustos Çarşamba / Visegrad –
Saraybosna (196km)
Dirina Nehri sol yanımızda akmaya devam ederken, doğa Doğu Karadeniz’i aratmayacak bir zenginliğe bürünüyor. Hayatım boyunca geçtiğim en güzel yollar arasında üst sıralara doğru yerleşirken, yaklaşık 40km kadar sonra bir restoran tabelası fark ediyoruz. Bekir, tabelanın önüne gelince durup açık olup olmadığını anlamaya çalışırken, arkadan gelen Süleyman durduğumuzu son anda fark edip sağa doğru yönelerek çantalarımızın birbiriyle öpüşmesini sağlıyor. Beklemediğimiz bu darbe ile motorumuz sola doğru savrulurken Bekir’in refleksleri ve tam da o sırada bizi sollayan arabanın dikkati sayesinde başımıza bir şey gelmeden bu tehlikeyi de atlatıyoruz. Daha sonra, bu kazanın Süleyman’ın dikkatsizliğinden çok bizim motorun fren lambası bozulduğu için olduğunu anlayacağız.
Kahvaltının
ardından yolumuza gidiş geliş ama çok da trafik olmayan, bol virajlı ve bol
tünelli yollardan devam ediyoruz. Gerçekten bol tünelli; çünkü sanırım burası
ardı ardına 10-15 büyük tünelden geçilen ender yerlerden olsa gerek. Dağları
yara yara geçermiş gibi hissediyor insan kendini. Bu doyumsuz manzaranın eşliğinde
“Sarajevo” tabelasını gördüğümde kask içi solistliğim tekrar alevleniyor ve bu
defa bildiğim tek Boşnakça şarkı yankılanıyor kaskımın içinde: Dino Merlin’den
“Pala Magla”…
Kentin
girişine motorlarımızı park edip, bir gün gecikmeyle vardığımız kentte önceki
gün rezervasyonumuz olan Hayat Otel’i arıyoruz. Konuşma sonrası, dünkü
konaklamanın ücretinin kredi kartımdan kesildiğini, rezervasyonumuz yanmış olsa
bile bugün gelip ücretsiz olarak kalabileceğimizi söylüyorlar. Tam yanımızda
duran polislere oteli sorduğumuzda, onları takip etmemizi söylüyorlar ve eski
kentin içine doğru yaptığımız kısa bir yolculuğun ardından otelin önüne
geliyoruz. Odalarımıza yerleştikten sonra saatin henüz 12 civarlarında
olmasının da etkisiyle kısa bir mola verip dinleniyor ve saat 14:00 civarı
kenti dolaşmak üzere çıkıyoruz. Otelimizin Baş Çarşı diye adlandırılan turistik
bölgeye çok yakın olması sayesinde yürüyerek çarşıya varıyoruz.
Baş
Çarşı, ülkemizdeymişiz hissini uyandıracak kadar bizden izler taşıyor; hemen
her kentimizde yer alan eski çarşıların bir kopyası sanki. Dükkânlarda farklı
dillerde konuşan insanlar olsa da havada bize yakın bir his asılı duruyor. Dükkânları
gezmeden önce karınlarımızı şenlendirmek için “ünlü” Boşnak köftesi ile geziye
başlamaya karar veriyoruz. Tırnak içinde ünlü; çünkü Boşnak yemekleri ile
büyümüş birisi olarak Boşnak köftesi diye bir şeyden haberdar olmadığımın
altını çiziyorum yol boyunca. Gerçekten, çarşıda gördüğümüz kadarıyla o kadar
çok köfteci var ki bunun benimle ilgili bir sorun olduğunu düşünüyorum ama
lezzetine baktığımda ise bunun bizim Tekirdağ köftesinden farklı olmadığını
anlayınca, sonradan yaratılmış bir ünlülük olduğunu düşünmeye başlıyorum. Yani
öyle çok da ahım şahım, farklı bir köfte değil yediğimiz; ama yine de boş
karınlarımıza iyi geliyor. Köfteciden çıktıktan sonra tarihî Baş Çarşı’yı ünlü
sebilinden başlayarak turluyoruz. Baş Çarşı, Osmanlı döneminden kalma ama hâlâ
yoğun bir şekilde kullanılan ve turist akımına uğrayan bir alan. 16. yüzyılda
Gazi Hüsrev Bey tarafından yapımına başlanmış ve dört bir yanı camilerle
çevrelenmiş. Ayrıca, Gazi Hüsrev Bey adına bir han ve kendi türbesinin de yer
aldığı bir cami de varlığını sürdürmeye devam ediyor. Saraybosna’nın sembolü hâline
gelmiş sebili de o yıllarda inşa edilmiş. Gezimizi yaptığımız günlerin
Ramazan’a denk gelmiş olması nedeniyle, dört bir yanı camilerle çevrili Baş Çarşı’da
okunan duaların eşliğinde dolaşılıyoruz. Camilerin avlusunda, okunan duaları
dinleyen Müslümanların yanı sıra İslam dini ritüellerine yabancı olan
turistlerin yoğun ilgisi de gözümüzden kaçmıyor. Genellikle hediyelik eşya
satan dükkanlardan meydana gelen Baş Çarşı’nın bir de Kapalı Çarşı’sı var
içinde: Gazi Hüsrev Bezistan. Burası da dükkanları, mimarı yapısı ile bize son
derece yakın gelen yapılardan birisi oluyor.
Baş
Çarşı’daki ilk turumuzu tamamladıktan sonra, şehrin genel manzarasını
izleyebileceğimizin söylendiği bir tepeye doğru yürüyoruz. Bu tepeye doğru
çıkarken, bulunduğumuz topraklarda yaşanan acıları bir kez daha içimizde
hissediyoruz; çünkü tepenin eteklerinde yer alan tüm alanı şehitliklerle
donatmışlar.
Tepeye çıktığımızda, genel şehir manzarası dışında kentin dört bir
yanının şehitliklerle donatıldığını görünce, acımız katlanarak çoğalıyor.
Boşnakların yaşadıkları zulmü unutmaya da unutturmaya da haklı olarak niyetleri
olmadığını anlıyoruz. Tepedeki bir diğer gerçeklik ise Saraybosna’nın eski ve
yeni kentle birlikte gerçekten çok büyük bir kent hâline geldiği ve bu kadar
yerin bir gecede gezilmesinin mümkün olmadığı. Bu yüzden tepedeki izlence ve
dinlence süremizi biraz daha uzatıp, ayaklarımız altına serilmiş olan kentin
keyfini sürüyoruz.
Baş
Çarşı’nın hemen arkasında yer alan, yürüme mesafesi kadar yakın Yeni Çarşı ise
Saraybosna’nın gelişmiş yüzünün ve aynı zamanda kiliselerinin merkezi
durumunda. Bir iki caminin de bulunduğu bu alanda görkemli kiliseler gerçekten
ilgi çekiyor. Akşamı sokak kefesinde kahvelerimizi yudumlayarak karşıladıktan
sonra yeni çarşının hareketli sokaklarını turlayıp arka taraflarına
yöneliyoruz. Doğru düzgün bir gezi planımız olmamasına rağmen, yol bizi 1.
Dünya Savaşı’nın başlangıcı sayılan olayın gerçekleştiği noktaya çıkarıyor. 28
Haziran 1914 tarihinde, Avusturya-Macaristan veliahttı Franz Ferdinand’ın bir suikast
sonucu öldürüldüğü bu noktaya, anısal bir müze yapılmış. Bizim vardığımız
saatler geç olduğu için kapalı olan müzenin pencereleri de o döneme ait
fotoğraflarla düzenlenmiş. Akşam turumuzu çok da uzatmadan, ertesi gün yola
çıkacağımız için dinlenmemiz gerektiğine karar vererek Baş Çarşı’daki bir
börekçide sonlandırıyoruz. Boşnak köftesini hiç duymadım ama anneciğimin nefis
Boşnak börekleriyle büyüdüğüm için buradaki börekleri de tatmadan dönmek
olmazdı. Girdiğimiz börek dükkanında da Türkçe bilen çalışanlara
rastladığımızdan biraz sohbet edip, ardından patatesli, peynirli, yoğurtlu,
kıymalı yani var olan tüm çeşitlerden alıp yemeğe koyuluyoruz. Elbette ki bu
böreğe laf etmek ayıp olur. Odun ateşinde pişirilmiş, el açması börekler
ağzımıza önce çıtır çıtır sonra lokum gibi yayılıyorlar.
4 Ağustos Perşembe / Saraybosna – Mostar
– Dubrovnik – Bar / 400 km
Sabah bizi bulutların sardığı bir hava
karşılıyor. Kahvaltımızı edip, eşyaları motorların üzerine yerleştirene kadar
da yağmur kendini göstermeye başlıyor. Yola çıkmadan yağmurun başlamış olması
nedeniyle kendimizi şanslı hissediyoruz; henüz ıslanmadan yağmurluklarımızı
giymemiz büyük bir avantaj olacak. Otelimizi ardımızda bırakıp yol tabelalarını
takip ederek kenti geçiyor ve Mostar’a doğru ilerliyoruz.
Yağmur sağanak
şeklinde yağsa da bir süre sonra şiddeti azalıyor. Yağmur altında, toprağın
kokusunu ciğerlerimize çekerek doğanın içinde yol almayı sürdürüyoruz. Dağların
arasından akan nehirleri takip eden yolların üzerinde giderken, yemyeşil
doğasının güzelliği ile bizleri büyülüyor yine Bosna Hersek. Bu güzergâhta
yollar tamamen gidiş geliş iki şerit. Şansımıza mı bilinmez ama fazla bir
trafik yok yollarda. Yine de gidiş hızımızı 70-80’in üzerine, yağmur nedeniyle
ve yol tabelalarındaki hız sınırları sebebiyle çıkaramıyoruz.
196 km sonra Mostar’ın sarı tabelası
bizleri karşılıyor. Yağmurun da artık durmuş numarası yapıyor olması, köprü
turumuzun daha iyi geçebileceğinin sinyali gibi geliyor ama tabelayı takiben
dönüp de kentin içine doğru yol aldıkça, kendimizi İstanbul’da gibi hissetmeye
başlıyoruz; çünkü trafik öyle yoğun ki ilerlemek mümkün olmuyor. Yağmur yine
hafif hafif çiseliyor ama rahatsız edici boyutta olmadığı için rahatlıkla
gezilebiliyor. Tarihi köprüye giden taş yapılar ve taş yollarla çevrili alana
girdiğimizde ise şoka giriyoruz. O ânâ
kadar gördüğümüz en kalabalık turist istilasının burada yaşandığını fark
ediyoruz. Tur otobüsleriyle gelen turistler sokağı öyle bir doldurmuşlar ki
birilerine çarpmadan yürümenin imkânı yok. Kalabalıktan haz etmeyen bizler,
hızla köprüye doğru giderek sokaktaki dükkânları pas geçiyoruz. Köprüye
geldiğimizde de durum değişmiyor. Köprünün hâlâ ayakta durması ise şaşılacak
şey; gerçekten bizimkiler iyi iş çıkarmış. Yakında yoğunluktan yıkılırsa da
şaşmam doğrusu. Böyle kalabalık olunca, bir yeri gezebilirsiniz ama bence ruhunu
yakalamanız gerçekten çok zordur. Çünkü boşluk yakalayıp bir fotoğraf
çektirmek, aralardan geçip görmek gereken yerlere göz gezdirmek gibi
telaşlarınız vardır ve size seslenen köprünün sesini duyamazsınız. Bizim için
de tam bu söz konusuydu ama yine de taş köprünün, etrafındaki taş mimari ile
birleşip bir ortaçağ kokusu taşıdığını hissettiğimi de söylemem gerekir.
Köprüdeki ilginç etkinliklerden birisi de genç Mostarlıların köprüden nehre
atlamaları. Eskiden bir gelenek olan ve sporcuların dayanıklılıklarını,
erkeklerin de nişanlılarına cesaretlerini ispatlamak için yaptıkları bu atlayış
günümüzde turistik amaca dönüşmüş bir şov hâline gelmiş. Turistlerden
topladıkları bahşişler beklentilerini karşılayacak seviyeye geldiğinde, 24
metre yüksekliğindeki köprüden Neretva Nehri’ne dalıyorlar. Neyse ki köprüde bu
şovu izleyecek kadar oyalanıyoruz ve bu atlayışın balıklama değil çivileme
gerçekleştiğine tanık oluyoruz…
Biz yemek molasındayken sağanak hâlinde
yağmaya başlayan yağmur kesilince yola devam etmek üzere motorlarımıza
biniyoruz ve bugün programımıza göre serbest günümüz olduğundan, gidebildiğimiz
kadar gitmeye niyetliyiz. Süleyman’ın önerisi Arnavutluk üzerinden İgoumenitsa
– Yunanistan’a kadar inebilmek. Ama saatlerin 14:00’ü geçtiği sıralarda henüz
Mostar’dan yeni yola çıkan bizler için önümüzde uzanan bu yaklaşık 700 km yolun
ne kadarını gidebileceğimiz konusunda endişelerim olduğunu inkar edemem. Bu yol
programına her şeyden önce, bugün yapacağımız yolun dışında bu planın yolu
uzatıyor olması ve bizi ertesi gün için 1000km yol almak zorunda bırakacak
olması nedenleriyle itiraz ediyorum. Süleyman’sa bu sayede otobana ulaşıp daha
hızlı gideceğimiz için azimle bu yolu savunmayı sürdürüyor. Tartışmayı bir yana
bırakıp, bakalım ne kadar gidebileceğiz diyerek yola koyuluyoruz. Hırvatistan
sınırlarına girdiğimiz andan itibaren çevremizi kuşatan Adriyatik kokusuna
dayanamayan bulutlar ortamı terk edip, hakkımız olan yaz güneşine bırakıyorlar
yerlerini. Yollar da genişliyor önümüzdeki ama hız sınırları akıl almaz (bizler
için) bir şekilde düşmeye devam ediyor. Adriyatik bize göz kırptığında ise ilk
seyir noktasında biraz manzara izlemek için mola veriyoruz.
Trafiğin oldukça yoğun olduğu bu
yollarda, sağ tarafımızda Adriyatik manzarası ve 60-70kmde seyreden hız sınırı
sayesinde kendimi fotoğraf çekiminin kollarına bırakıyorum. Gerçekten
geçtiğimiz her yol ayrı bir manzaraya eşlik ediyor. Öyle çok ada var ki Dalmaçya
kıyıları adının hakkını veriyor gerçekten. Dubrovnik ufukta göründüğünde ise
bir mola daha vererek, normalde iki gün kalacağımız bu güzel kenti sadece
yukarıdan izlemekle yetiniyoruz. Franjo Tudman Köprüsü üzerinden geçip eski kente doğru yol alırken, denize girme
hayallerimizin, programdaki kayma yüzünden hayal olduğu gerçeği ile yüzleşip
amma da güzel yermiş diyerek yolumuza devam ediyoruz. Eski kenti de yukarıdan
görmekle yetiniyoruz.
Ayrıca bu yol üzerinde tam üç ülkeye
girip çıkıyoruz. İnsan hangi ülkede olduğunu şaşırıyor bazen. Hırvatistan’a
girdikten hemen sonra Saray Bosna’ya bırakılmış küçücük bir kıyı şeridi
yüzünden tekrar Bosna’ya girip Hırvatistan’a çıkıyor ve ardından Karadağ’a giriyoruz.
Karadağ’a girmemizle birlikte, Budva’ya
giden yol bizi perişan ediyor. Çünkü hız sınırı 40’a düşüyor ve üç şeritli
yolda, 10 km uzunluğunda bir araç zincirini takip ediyoruz. Yokuş yukarı
gelenler için ayrılmış diğer şeride bırakın kimsenin göz koymasını bir tane
Allah’ın kulu bile hız ihlali yapmıyor. Motor üzerinde bu hızda gitmek,
yorulduğumuz ve terlediğimiz için bizi kahrediyor. Bu yol üzerinde tek nefes
aldığımız nokta, kısacık bir feribot yolculuğu oluyor. Yoldan gitsek 50-60km
fazladan gideceğimiz bir yolu feribotla kat etmeye karar verip isabetli bir
karar veriyoruz. Sanırım dünyanın en kısa feribot yolculuğunu yapıyoruz;
abartmıyorum yolculuğumuz sadece 3dk sürüyor. Ardından tekrar 40km hızla yola
devam etmeye başlıyoruz. 30-40 km kadar, ha yükseldi ha yükselecek derken hız
sınırının 30km’ye düşmesiyle bizim bütün sigortalar atıyor. Cehaletimizi, Doğululuğumuzu,
az gelişmişliğimizi kuşanıp derhal tüm araçları solamaya başlıyoruz. Neyse ki
kültürlü insanlar arasında olduğumuzdan yol iki şeride düştüğü hâlde
zorlanmıyoruz; çünkü herkes bizim solladığımızı görünce sağa doğru yanaşarak
bize yol açıyor. Öyle kararmış ki gözümüz artık ne polis durduracak, ne ceza
yiyeceğiz gibi endişelerimiz kalmamış durumda. Trafiğin bu sıkıcı hâli
sebebiyle Budva’nın güzelliğinin bile farkına varamadan geçip gidiyoruz. Bu
sırada hava kararmaya başladığından benim endişelerim de artıyor. Artık bir
gece yolculuğu daha kaldıramayacağımı, ertesi gün en az 1000km yapacağımız için
dinlenmemiz gerektiğini düşünüyorum. Sonunda havanın kararmasıyla birlikte
Ptrovac yakınlarındaki bir restoranda mola veriyoruz. Sabahtan beri yolda
olmamıza rağmen, duraklarımız ve hız sınırları gibi nedenlerle bu saate kadar
ancak 350 km civarında yol alabildiğimizi görünce, bu gecenin Yunanistan’da
sonlanamayacağına hepimiz karar veriyoruz. Yemek yediğimiz yerden kalkıp yola
çıktığımızda saatlerimiz 21:00’i gösteriyor ve çok kısa bir yol sonra Bar’a
yakın bir yol kenarında otel yazısını gören Bekir, önüne park ediyor. Motordan
uçarcasına inip, yer olup olmadığını soruyor ve aldığım yanıttan memnun olarak
dönüyorum. Süleyman da ikilemeden motoru park ediyor ve hep birlikte daha fazla
devam edemeyeceğimize karar verip odalara çıkıyoruz.
Sabah 6’da kalksak da hazırlanıp
çıkmamız 7 civarını buluyor. Yine niyet Tiran’dan aşağı boydan boya
Arnavutluk’u kat edip Yunanistan’a gitmek ve Igoumenitsa’da otobana ulaşıp oradan
Kavala’ya gitmek şeklinde ama ben sabahtan itibaren kafa ütülemeye başlıyorum:
“Mümkün değil bir günde bu yolu almamız. Arnavutluk yolları kötüymüş diyorlar;
zaten orada kaybedeceğiz; bir de üstüne yolu uzatıyoruz bu yoldan gitmeyelim”
diye söylenip duruyorum. Tiran üzerinden Ohrid oradan da geldiğimiz yoldan geri
Kavala bana en mantıklı gelen yol ama beyler geçtiğimiz yoldan geçmeyelim diye
direttiklerinden laf dinletmek mümkün olmuyor.
5 Ağustos Cuma / Bar – Tiran – Elbasan -
Ohrid – Kavala / 759km
Bar’dan
kısa bir süre sonra Arnavutluk sınırından geçiyoruz. Geçmemizle birlikte sanki
ülke değil de kıta değiştirmişiz gibi bir izlenim edinmemek imkansız.
Balkanlar’dan Ortadoğu’ya geçmişiz gibi bir doğa, mimari ve yaşam izleri söz
konusu. Trafik tam da Boban’ın dediği gibi bir keşmekeş olmaya başlıyor. Her
yerden çıkan arabalar, bozuk yollarda toz duman içerisinde gidiyorlar. Bir
süredir unuttuğumuz korna sesleri ardı ardına ortaya çıkıyor ve Tiran
yakınlarında bir yerde öğle yemeği için mola veriyoruz. Benim iki gündür
söylene söylene yapamadığımı Bekir bir yemek molasında yapıyor ve “arkadaşlar
Tiran’dan Elbasan’a geçip oradan Kavala’ya gidelim bu yol şartlarında diğer
yoldan bugün Kavala’ya varmamız mümkün değil” deyince Süleyman yine isteksiz
ama muhalif ses ikiye çıkınca uyumlu bir şekilde kabul ediyor.
Arnavutluk
gerçekten yolu, trafiği ve doğasının çoraklığıyla gezinin en faydasız kısmı
oluyor. Belki başka amaçla gezmeye gelenler aradıklarını bulabilirler ama motor
turu yapacak olanlar için kesinlikle önermeyeceğim bir güzergâh. Bu yolda tek
işe yarar rota olarak Tiran –Elbasan yolunu söyleyebilirim ama onun dışında
geçtiğimiz tüm bölgeleri bizde bir an önce geçip gidelim buralardan hissinden
başka bir şey yaratmadı. Tiran’a girdikten sonra işlerin daha iyiye gideceğini
sanırken, kendimizi daha büyük bir karmaşanın ortasında buluyoruz. Trafik
çileden çıkmış bir hâlde ve kimsenin kimseyi taktığı yok. Bir haftadır herkesin
yol vermesine alıştığımızdan, yani güzel şeylere alışmak kolay olduğundan, uyum
sağlamakta cidden zorlanıyoruz. Sanki araçlar özene bezene üzerimize
sürüyorlar. Sonunda dayanamayıp, sağımdaki solumdaki arabalara el kol işareti
yapıp durdurarak geçişimizi kolaylaştırmaya çalışıyorum. Tiran’dan Elbasan’a
doğru giden yol trafik açısından daha insani bir hâle bürünüyor. Bu yol oldukça
dağlık bir bölge. Arnavutluk’un bayrağında yeri olan kartalların yuvası olan bu
dağlarda uçan büyük kuşları ve tepelere çıktıkça altımızda serilen manzarayı
izlemek hepimizi sakinleştiriyor. Yol, alıyor bütün sıkıntılarımızı.
Makedonya’ya
yaklaştıkça günlerdir içinde olduğumuz yeşil doğaya tekrar kavuşuyoruz; ama
yanı sıra yağmur bulutlarına da Makedonya sınır kapısında tekrar kavuşunca,
yağabilir düşüncesiyle yeniden yağmurluklarımızı giyiyoruz. İyi ki de
giyiyoruz; çünkü 10-15km demeden bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya
başlıyor. Ohrid Gölü manzarasına eşlik eden iri damlaları kaskımdan izlerken
Struga’ya giriyoruz. Struga’da tekerimiz artık suları yararak ilerlemek zorunda
kalıyor ve bu yüzden çok yavaş ve dikkatli gidiyoruz. Bu arada ilerlediğimiz bu
yol, bizim bulamadığımız ve zorunlu olarak Sırbistan’a girmemize yol açan yol.
Struga’nın da Ohrid Gölü kıyısında ama Ohrid kadar gelişmemiş bir kent
olduğundan başka bir şey fark edemiyorum yağmura odaklı dikkatim yüzünden. Kısa
bir süre sonra Ohrid’ye girdiğimizde ise yağmur biraz hızını kesiyor ve ışıklarda
beklerken, yeşil yanınca kalkışımız arkanın sola kaymasıyla olunca Bekir benim
yaptığımı düşünerek arkasına dönüyor ve ne olduğunu soruyor. Ben, kıpırdamadım
bile, deyince kaydığımızı düşünerek devam ediyoruz. O andan itibaren motorda
inceden bir ses hâkim oluyor ama ben bu sesi hava şartlarından dolayı rüzgârın
uğultusu sanarak umursamıyorum.
Manastır
kapısından Florina’ya doğru yol alırken, saatlerimiz 19:00 civarını gösteriyor
ve yağmur sonrası gün batımında nefis renk oyunları ile devam ediyoruz yola.
Gün öyle güzel batıyor ki bütün yorgunluğumuzu alıp götürüyor sanki.
Trafiğin
iyiden iyiye azalması ve düzgün yollara girişimizle birlikte, Kızıl Maske’den
gelen ses iyice yükseliyor ve bir homurtuyu andırıyor sanki. Ben duyduğum sesi rüzgâr
sanmaya devam ederken, aynı ses Bekir’in de uzun zamandır dikkatini çektiğinden
yavaşlıyor ve benim duyup duymadığımı soruyor. Ben önden geldiğini, o arkadan
geldiğini söylüyoruz. Sonunda arkadan geldiğine karar verip bir süre daha devam
ediyoruz. Artık kulağımız sürekli seste; çünkü yolda ilerledikçe ses de
çevremizdeki görüntüler gibi değişiklik göstermeye başlıyor. Artık sesin içine dâhil
olan metalik yankı yükseldikçe yükseliyor. Birkaç mola daha vererek sesi
dinliyor, ne olabileceğine dair tahminler yürütüyor ve tüm tahminlerimizde
yanılıp yola devam ediyoruz. Nasıl olduğunu anlamasak da arada bir ses
kesiliyor ve o zaman daha hızlı giderek yol almaya çalışıyoruz. Selanik
girişinde ise Kızıl Maske “beni buraya sokun ve tamir edin” dercesine çılgınlar
gibi bağırmaya başlıyor. Artık rüzgârın uğultusu, korkunç bir tren gürültüsüne
dönüşüyor. Otobanda yol kenarına çekip karanlığın içinde ne yapacağız diye düşünüyoruz.
Bekir hemen biricik ustamız Kemal Yetim’i arıyor. Sağ olsun bizi
sakinleştirmeye çalışan Kemal, tekerdeki diferansiyelde bir sorun
olabileceğini, motoru çok zorlamadan ilerlememizi, en yakın yerde tamir
ettirmemizi söylüyor.
Selanik’in girişinde durup bu felaket haberi de almış
bizler, Kızıl Maske’nin işaretini anlamamakta direnip Kavala’ya kadar gitme
kararı alıyoruz. Dura kalka, yavaşlaya yavaşlaya geldiğimiz için saatlerimiz
22:00’yi geçerken, Selanik’ten Kavala’ya doğru yola koyuluyoruz ama artık
takatim kalmamış durumda. Sabahın 6’sından beri geçmediğimiz yer, görmediğimiz
hava durumu, çekmediğimiz trafik eziyeti kalmamışken bedenimin iflas ettiğini
ve beni tüm gücüyle uykuya doğru ittiğini hissediyorum. Zaten 40km hızla
gittiğimiz için kasklarımızın önü açık ama yüzüme esen rüzgar bile vücuduma
gelip yerleşmiş yorgunluğu atamıyor. Beynim tüm savaşıma rağmen aralarda
kestirmeye başlıyor ama Bekir bunun farkında olmadığından her seferinde bir
şeyler söyleyerek beni uyandırıyor neyse ki. Hayatımda herhalde hiçbir yolun bu
kadar bitmez olduğunu düşünmemiştim diye geçiriyorum içimden. Önümüzde hepi
topu 150 km yol var ama genellikle 40-60 km hızla gittiğimiz için bitmek
bilmiyor. Saatler 01:00’i gösterirken sonunda Kavala’ya ve otelimiz Galaxy’e varıyoruz.
Oda işlemlerini ayarlayıp da dışarıdan eşyaları taşımaya yardıma gittiğimde,
Bekir’in Kızıl Maske’nin yanına çömelmiş, üzgün bir yüzle onu seyrettiğini
görüyorum. Ne oldu demeden, yerdeki yağ birikintisi gözüme çarpıyor. Bekir,
“Yağını da akıttı yazık” diyor. Gerçekten, sanki Kızıl Maske bizim ona
biçtiğimiz canlı nesne rolüne uyum sağlarcasına bizi koruyup kollayıp,
geleceğimiz yere kadar getirdikten sonra iflas ediyordu. Artık sorunu ertesi
gün çözmek üzere motorları aşağıda bırakıp eşyalarımızı taşıyoruz.
Normalde
programa göre içinde bulunduğumuz Cumartesi günü yola çıkıp Ankara’da olmamız
gerekiyor ama Kızıl Maske’nin durumu bunun gerçekleşemeyeceğini haykırıyor
adeta. Yine de en azından bugün tamir işini hallettirebilirsek bir gün gecikmeyle
işimize gücümüze döneriz diye düşünüyoruz. Erkenden kalkıp kahvaltımızı
yaptıktan sonra, Süleyman ve Bekir, motoru gösterecek bir tamirci bulmaya
gidiyorlar. Biz de Ayşe’yle Kavala’nın tarihi turistik mekanlarını gezmeye
karar veriyoruz. Çarşıda gezerken o gün 12’de kapatacaklarını öğreniyoruz.
Nedenini sorduğumuzda da bütün Yunanistan’da 12’de işin bırakıldığını
söylüyorlar. Bu durumda tamirciler de 12’de kapatıyorsa yandık diye düşünüyorum
ki durumun böyle olduğunu öğrenmekte de gecikmiyoruz. Bekir, arayıp tamirci
bulduklarını ama adamın 12’de kapatacağı için işin pazartesiye kaldığını
söylüyor. Normalde olsa Kavala gibi bir yerde kalmış olmak herkesin hoşuna
gider elbette ama Bekir’in iş konusunda ne kadar titiz olduğunu bildiğim için
bu zorunlu tatil durumu hiç işime gelmiyor. Sahilde beylerle buluşup neler
olduğunu öğreniyoruz. Meğer Kızıl Maske’nin diferansiyel rulmanı dağılmış,
dağılmakla da kalmamış paramparça olmuş. Yeni parçanın Selanik’ten gelmesi
gerekiyormuş. Yani geldiğimiz yol boyunca tekerin kilitleyip bizi üzerinden
fırlatmamış olması ya büyük bir şans işi ya da BMW’nin teknoloji başarısı olsa
gerekmiş…
Kavala,
bizim Ege kent ve kasabalarını andıran şirin bir deniz kenti. Kıyı boyu yürüyüş
yapıp, öğle yemeği için denize nazır bir restorana oturup mezeler eşliğinde
biralarımızı yudumlamaya başlıyoruz. Bu arada Kızıl Maske’nin problemi
çözülemezse pazartesi günü onu bir kamyonla sınıra kadar götürüp oradan da bir
kamyon ayarlayıp İstanbul Borusan’a kadar nasıl ulaştırırız diye restoran
görevlisinden yardım istiyoruz. Türkçe bilen görevli bizi bir nakliyeci ile
tanıştırdığında bu işin oldukça tuzluya patlayacağını anlıyoruz çünkü sadece
sınıra kadar götürmek için 400 eurodan bahsediliyor. Yunanlıların bu dinlence
anlayışlarından ve motoru bıraktığımız ustanın pek de güven telkin etmemiş
olmasından dolayı, ikinci bir planımız olması gerektiğini düşünüyoruz.
Nakliyecinin telefonunu cebimize koyup leziz mezelerimizi de yedikten sonra
hediyelik dükkânlarını turluyoruz biraz. Hemen yanımızda uzanan eski kenti
gezme fikrime pek sıcak bakan olmuyor; herkeste bir yorgunluk hâkim ve otelin
yolunu tutup biraz dinlenmeye, akşam yemeğine kadar uyumaya karar veriyoruz.
Akşamsa mavi sandalye masaları ile Ege’nin kokusunu taşıyan bir restoranda,
Yunan müziği eşliğinde yemeklerimizi yiyip, bu defa Uzo ile şenlendiriyoruz
gecemizi. Turumuzun sonuna geldiğimizden bir çeşit kutlama yemeği de oluyor
bizim için.
Ertesi
gün Süleymanlar erkenden yola çıkıyorlar; her ikisinin de çocukları
burunlarında tüttüğünden ve çocuklar da huzursuzlaşmaya başladığından, tatili
daha fazla uzatma şansları olmuyor. Bizse uzun süredir alamadığımız uykumuzu
alıp kahvaltımızı yaptıktan sonra denize girmeye karar veriyoruz. Küçük bir
internet araştırması sonrası her yerde Thassos’dan (Taşoz) bahsedildiğini
görünce oraya gitmeyi öneriyorum. Otelimizin hemen yakınındaki feribot
iskelesine gidip şansımızı deniyoruz ve 15dk içinde kalkacak olan feribota
biniyoruz hemen. Thassos, Kavalalıların yüzmek için en çok tercih ettikleri ada
ve Yunanlıların bir büyük başarısı da bu adanın ne kadar popüler olduğunu
umursamayarak onu korumayı, doğal hâliyle kollamayı tercih etmiş olmaları.
Gerçekten ufak tefek, tek katlı evlerin oluşturduğu bir iki kasaba ve köy
dışında üzerinde bir yapılaşmaya izin verilmemiş. Uçsuz bucaksız sahiliyle ve
Ege’nin muhteşem suyuyla gerçek bir hazine olduğunu, adayı görür görmez anlıyor
insan. Suyunun ve kumunun güzelliği ise anlatılamayacak lezizlikte. Bu zorunlu
kalışın en güzel, en keyifli anlarını yaşıyor, denizin ve kumun tadını
çıkarıyoruz bütün gün. Yemeklerin oldukça uygun fiyatlarda ve bol çeşit olması
da cabası. Bu arada Ege’de olmamız nedeniyle balık konusunda zengin bir bölgede
bulunmamıza rağmen yememeyi tercih ediyoruz; çünkü balık fiyatları konusunda
ultra lüks takıldıklarını söylemek yanlış olmaz. Ülkemizdeki restoran
fiyatlarının üç katı fiyat çekiyorlar restoranlar. Bizimki gibi balık cenneti
bir ülkeden gelince de elbette balıktan vazgeçmek zor olmuyor.
Bekir
de ben de ertesi gün için duyduğumuz heyecan ve stresle akşam huzursuzuz. Sabah
erkenden kalkıp tamirciye gitmeye ve işin başında durarak bitmesini sağlayıp
yola çıkmaya karar veriyoruz. Akşam, bu nedenle, çok uzatmadan biraz geziyoruz.
Kıyıda yer alan bir İtalyan restoranında nefis pizzalarımızı yedikten sonra denizin
dibine atılmış masalarla dolu sahildeki bir kafede kahvelerimizi içip otelimize
dönüyoruz.
Ertesi
gün erkenden kalkıp, kahvaltının ardından odamızı boşaltıp eşyalarımızı otelin
emanetine koyuyoruz. Oteldekiler durumumuzdan haberdar oldukları için daha biz
söylemeden sorun olursa o akşam da oda ayarlayabileceklerini söylüyorlar. Biz
bu ihtimalin söz konusu bile olmamasını istesek de içimiz rahat bir şekilde
tamircinin yolunu tutuyoruz. Biz gittiğimizde, jölelenmiş saçları, içine bir
şey giymeden üzerine çektiği tulumuyla apayrı bir ekole imza atan Zoran Usta,
elindeki soğuk kahvesine eşlik eden sigarasını tüttürerek ve neden geldiniz
diyen gözlerle karşılıyor bizleri. İngilizce de bilmediği için anlaşamıyoruz ve
bizimkileri bu tamirciye getiren kayınbiraderi gelene kadar da pek konuşmuyoruz.
Yarım saat sonra diğer arkadaş gelince henüz siparişin bile verilmediğini
öğreniyoruz. Zaten stresli olduğumuzdan iyice geriliyoruz ve biz gidip
Selanik’ten alalım deyince çok şaşırıyorlar. Neden bu kadar zahmete
gireceğimizi anlayamamalarını biz anlayamasak da Zoran bize sürekli “relax,
don’t stress, you are in Greeek” dedikçe bütün sigortalarımın atmaya
başladığını hissediyorum. Biz tamircilerin hızla işlerini yapmalarına,
çalışkanlığına alışmışız, böyle bir modeli görünce, hele de acelemiz varken
insanın boğası geliyor ne yalan söyleyeyim. Sonunda kayınbiraderler bizim orada
durmamıza gerek olmadığını, sipariş verildiğini, kurye gelince bize haber
vereceklerini söyleyerek bizi sepetledikten sonra dükkân önü yayılmalarına
devam etmek istediklerini anlıyoruz. Daha fazla sinirlerimizi germemek için
zorlamayıp merkeze iniyoruz. Gidecek miyiz, kalacak mıyız bilemeden geçen
saatlerin ardından saat 18 gibi tekrar dükkana gittiğimizde, parçanın
gelmediğini, ertesi güne kaldığını öğreniyoruz. Çıldırmak işten değil
gerçekten. Ama yapacak çok bir şey de yok; bizim sinirlenmemizi müteakip Zoran da
kendi dilinde sinirlendiği ve Kızıl Maske elinde olduğundan, kendimize hakim
olup gerisin geriye otelin yolunu tutuyoruz.
Neyse
ki ertesi gün her şey yolunda gidiyor ve sabahtan gelen parçayı taktıktan sonra
herkesin yüzü gülmeye başlıyor. Parçası 100 Euro tutan masrafa 150 Euro kadar
süper işçilik ücreti ekliyor Zoran; ee hakkı tabii o kadar çalıştı adam(!)
Bizimse umurumuzda değil ne kadar kazık yediğimiz; biran önce yola çıkma
derdindeyiz sadece. Sonunda Kızıl Maske’mize kavuşup otele gidiyoruz.
Oteldekiler de en az bizim kadar seviniyorlar sorunun çözülmüş olmasına ve
neredeyse arkamızdan su dökecek içtenlikle yolcu ediyorlar bizi. Kavala
kesinlikle tatile gelinecek ama yolda kalınırsa asla sığınılmayacak bir yer
olarak not defterlerimizdeki ve ardımızdaki yerini alırken, biz geldiğimiz güzergâhtan
evimizin yolunu tutuyoruz.
O geceyi Ankara’da geçirip, ertesi gün hızla çukurlu
yollarımızdan, otobanlarımızdan, tamir tadilat çalışmaları arasından kazasız
belasız varıyoruz yuvamıza; keyifli bir yorgunluğun ardından ve bolca
hatırayla…
Yol Notları
·
Balkanlar’da
genel olarak bir Türk sevgisi hakim. Geçmişin Osmanlı izlerini ve günümüzde de
Türkiye’yi büyük bir sevgiyle anıyorlar.
·
Makedonya,
Sırbistan ve Bosna Hersek’te Türk dizileri çok ilgi görüyor.
·
Benzin
Yunanistan’da bizimle yarışır seviyede fiyatlar sergiliyor. Özellikle sınıra
yakın bölgelerde yer alan benzinliklerde 1,73Euro, içlerde ise 1,63 Euro
fiyatla satılıyor. Diğer Balkan ülkelerinde ise bize göre oldukça ucuz olduğunu
söyleyebilirim.
·
Su,
hem pahalı hem de lezzetsiz olması nedeniyle ilgimizi çeken bir ürün oldu.
·
Et
yemekleri genellikle (Müslüman yoğun olmayan bölgelerde) domuz eti ya da
domuzla karışık dana etinden. Sadece dana eti olan ürünlerin de bizim damak
tadımıza göre biraz yavan kaldığını söyleyebilirim.
·
Makedonlar
genel olarak çok sıcak kanlı insanlar; Sırplar ise bölgesel olarak
değerlendirilebilir. Kimi yerlerde çok güler yüzlü iken kimi yerlerde son
derece soğuk Sırplarla karşılaşabilirsiniz.
·
Yunanistan
otobanı kesinlikle 1. Sınıf bir otoban. Otobanın ne demek olduğunu anlamak için
birebir. Bizim geçtiğimiz dönemde nedenini çözemedik ama Selanik’e kadar olan
bölümünde hiç para ödemedik; tüm gişelerden geçiş ücretsizdi.
·
Makedonya’da
otobandan geçmedik ama yollar geniş ve ufak tefek çukurlar dışında sorunsuz.
Sırbistan otobanı da gayet iyi ama çoğunlukla otoban yok; olmayan kısımlardaki
yollar da bölgeye göre değişiklik gösteriyor. Yine de hiçbir yerde kurallara
aykırı davranan insanlar olmadığından güvenli sürüş yapılabiliyor. Bosna Hersek
yolları ise bizim yollar gibi tümsek, yama ve çukurlarla dolu ama genellikle
trafik olmadığından sorun olmuyor.
·
Yol
işaretleri ve tabelalar konusunda Yunanistan çok başarılı. Sırbistan da
genellikle başarılı ama siyasi nedenlerle bazı yerlerde kaliteden ödün
verdikleri çok açık. Makedonya, Bosna Hersek ve Hırvatistan’da da tabela ve yol
işaretleri konusunda hiçbir sorun yok. Arnavutluk ise tam bir felaket.
·
Yunanistan
otobanında hiç benzinlik yok. Bu yüzden ilk defa buradan geçeceklerin dikkatli
olması gerekiyor. Bizim otobanlardaki gibi hemen otoban kenarına kurulmuş
dinlenme tesisleri yok. Onun yerine otobandan çıkmanızı sağlayan ara yollardan
3-5 km içerilere kurulmuş dinlenme tesisi ve benzinlik işaretlerini takip
ederek çıkışı kaçırmamak gerekiyor.
·
Sırbistan
ve Bosna’da İngilizce bile insan bulmak biraz zor. Bir de buralarda genel
olarak onların dilini biliyormuşsun gibi davranıp, rahat rahat konuşma modası
var.
·
Turun En Güzel Yolları:
o
Visegrad-Saraybosna
(*****) (Bosna Hersek)
o
Cacak
– Uzice (****) (Sırbistan)
o
Metkovic
– Dubrovnik (****) (Hırvatistan)
o
Rezen-Ohrid
(***) (Makedonya)
·
Turun En Sinir Bozucu Yolları:
o
Uzice
– Visegrad (*****) (Sırbistan)
o
Bujanovac
– Lescovac (***) (Sırbistan)
o
Lescovac
–Kragujevac (**) (Sırbistan)
o
Dubrovnik-Budva
(**) (Hırvatistan)