14 Ekim 2011 Cuma

ADADA MI, KARADA MI? KAPIDAĞ YARIMADASI

Adada yaşam, tercih ettiği hayatı, istediğinde kapılarını kapayarak dış dünyaya, istediği gibi yaşama şansını sunmaktadır insanlara; karada ise, ne kadar kapatırsan kapat kapılarını, birileri ulaşıp zile dokunacak ve seni, istediğin yaşamdan öyle ya da böyle uzaklaştıracaktır. Dilediğince; rüzgâra, denize, doğaya, tarihe hükmetmiş ol, yine de karayla bağlantın varsa, ada özgürlüğünü edinememiş olacaksın...

Bozcaada’ya yerleşmeye ve kapılarını istediği zaman açıp, istemediğinde dibine kadar kapatabileceği kendi dünyasını kurmaya giderken, aklından geçip duran düşüncelerdi bunlar. Ada ve kara kavramlarını allak bullak eden yarımada kavramına dair bir açıklamaya ulaşmaktı dileği bunları düşünürken. Yarımada’da yaşamın psikolojik farklılıklarını irdelemek, yarımadalı insanların karaya mı adaya mı yakın bir yaşam tarzı sürdürdüklerini bilmek istiyordu. Ne de olsa, kara yaşamından ada yaşamına adım atmadan önceki son durağıydı bu yarımada. Onu koklayacak ve sonrasında, kendi hayatını kurmak üzere dümenini, yolunu uzatmaksızın Bozcaada’ya çevirecekti.

Bandırma’ya geldiğinde, kendini koşar adımlarla limana attı; ilçe olmasına rağmen, kent kimliğine bürünmeye çalışmış ama kötü makyaj yapmış kadınlar gibi yapmacık bir hâle bürünmüş yerlerden, oldu olası nefret ediyordu. Limanın onu rahatlatacağını, tekrar eskisi gibi soluk alıp vermesini sağlayacağını biliyordu. Sanayi kenti görünümlü Bandırma’yı arkasına alarak, geniş meydan planlı limanda, denize yakın bir banka kuruldu ve haritasını kucağına açarak, güzergâhını incelemeye koyuldu. Bandırmayı soluduktan sonra, yarımadanın, karada yaşama daha yakın olduğuna dair inancı pekişmişe benziyordu. Sıra sıra dizilmiş olan balıkçı teknelerinin dalgalarla oynaşmasından doğan hışırtıya ve balıkçıların kendi aralarındaki şen kahkahalarına boğulan sohbetlerine karşı koyamayarak kafasını kaldırdığında, denizin mavisine bulanmış teknelerin rengârenk görünümü, onu hiç ummadığı sürprizlere hazır olmaya davet eder gibiydi. 110 km’lik bu yarımadanın hakkını vermek amacıyla, motor ya da araba kiralaması gerektiğini düşünerek, haritasını topladı ve sırt çantasını yüklenerek, balıkçıların sohbetlerine ortak olmak için limanda turlamaya karar verdi.

Onun bu meraklı bakışları, balıkçıların selamlarıyla karşılık bulunca, Kapıdağ yarımadasının görülmesi gereken yerleri üzerine keyifli bir sohbetin içinde buldu kendini. Her gezmesi önerilen yerle birlikte iştahı daha da kabarıyor, merakı ve gitme arzusu artıyordu. Tam “hoşça kal” diyeceği anda, denizin üzerinde teknesini yıkamak için kovayla su çeken bir balıkçı gözüne takıldı. Yüzündeki gülümseme, işini ne kadar keyifle yaptığının kanıtı gibiydi; hem de yakıcı güneşin altında bu işi yaparken gülümsemek, gerçek bir sevgiyi gerekli kılıyordu. Fotoğraf çekme arzusuyla kayığa doğru yanaştığında, balıkçının çağrısına uyarak, birkaç tekne üzerinden atlayıp denizin üstündeki hedefine doğru yol aldı. Balıkçı ile selam kelamın ardından, ismini duyduğunda keyfi daha da arttı: Hükümsür Canaslan. Bandırma Belediyesi’ndeki görevinin dışında, denizin çağrısına asla uzak kalamayanlardandı Hükümsür ve balıkçılığı, spor amaçlı yaptığı dalgıçlığı ile birleştirerek, derin suların büyüleyici dünyasında 25 yıldır hayatını yaşamaktaydı. “Gel, sana bir şey göstereyim; o zaman bu yarımadanın neler gizlediğini anlamakta zorlanmazsın…” diyerek, teknesindeki dolabın kapağını açtı ve içinden, durmaksızın hareket eden dev bir ıstakoz çıkarttı. Hükümsür, eskiden bolca yakaladıkları ıstakozların artık aşırı avlanma, şehir kirliliği, atık sular gibi nedenlerle iyiden iyiye azaldığını; ama yine de mevsimine göre palamut, lüfer, istavrit, sardalya çıktığını anlatırken o, gözlerini ayırmaksızın ıstakozun hareketlerini inceliyor, ilk insanın güneşi görmesi gibi şaşkın, ürkek ve korkak bir duygu içinde hissediyordu kendini. Marmara Denizi’ndeki temizleme çalışmaları sonucunda, az da olsa bir balık artışı kaydedilmişti denizde ama büyük balıkçı teknelerinin küçük balıkçılara karşı insafsız tavrından dolayı, onlar için bu artışın çok da bir faydası olmadığını söylüyordu Hükümsür.

Balık sezonunun kapalı olduğu aylarda, buralara yolunun düşmüş olmasından memnundu şimdi; böylece, geçtiği her noktada var olacağını umduğu balıkçılarla uzun uzun sohbet etme imkânını da yakalayabileceğini seziyordu.  Hükümsür’e, ona anlattıklarının dışında, hissettirdikleri için de teşekkür ederek yanından ayrıldı ve bir araba kiralamak üzere yola koyuldu.

Yola çıktıktan 20 km sonra mola verdiği, Bandırma’nın sayfiye yeri olan Tatlısu’daki çay bahçesinde, elinde tuttuğu kitapta yazanları dikkatlice okudu:

“Zordur kimi yollar; bazen dağlar geçit vermez, bazen doğa, bazen de virajlı-virane yolların ta kendisi… Kapıdağ Yarımadası’nı turlamaya kalkıştığınızda, doğal 40 km hız sınırına kilitlenecek ama virajların her birinin ardından karşınıza çıkacak yepyeni bir güzelliğe şahit olacaksınız.

Kapıdağ Yarımadası’nı, doğal güzellikleri dışında, ilginç ve etkileyici kılan özelliklerinin başında, kıyı boyu dizilmiş ve size göz kırpan köyleri gelmektedir. Kimi balıkçılık kimi tarım kimiyse hayvancılıkla yaşamını sürdüren bu köylerin her birinde, köylülerin ikramlarıyla dolu molalar verebilir; onların, kapılarını ardına kadar ve çekinmeksizin açtıkları kapılardan içeri geçerek, yaşamlarına konuk olabilirsiniz.”*.

Bu sözler, yolculuğu için umut aşılıyordu ona; yıllardan beri farklı doğa, kültür ve insan coğrafyalarına konuk olmak, vazgeçemediği bir alışkanlık olmuştu onun için. Bu yüzden, molalarını kısa tutarak yollarda olmayı, keşif için ayıracağı vakitten çalmamayı yeğlerdi hep. Hızla toplandı ve “yola koyulma vaktidir” diyerek, kendini Kapıdağ Yarımadası’nın onu bekleyen sürprizlerinin kollarına attı.

Virajlı yollar, hız yapmasını gerçekten engelliyordu ama yanından geçip giden manzaranın doyumsuzluğu, doğal olarak, hız yapması önünde başlı başına bir engeldi zaten. Yamaçlarla bezeli, girintili çıkıntılı kıyılarıyla, denize kadar uzanan zeytin, kestane, gürgen, meşe ağaçlarıyla manzara, gerçekten uzun uzun soluklanılması gereken nitelikleri barındırıyordu. Yolu takip ederek, bu yolculuğun keyfini doyasıya çıkarmaya çalışırken, Karşıyaka Köyü tabelası ile, farklı bir dünyanın içine doğru yol aldığını hissetti. İyiden iyiye yavaşlattığı arabasını bir kenara park ederek, bu köyü yürüyerek gezmeyi tercih etti. Bu tercihinin en önemli nedeni de tüm evlerin duvarlarında yer alan rengârenk yazılardı. Büyük çoğunluğu asker mesajlarından oluşan bu yazılar, köyü bambaşka bir hâle büründürmüş; duvarlara verdikleri renk, insanların yüzüne neşe olarak yansımıştı sanki. Kapı önlerine oturmuş kadınlar, bir yandan sohbet ederken diğer yandan ellerindeki örgüleri hızlı manevralarla bitirme yarışına girmişlerdi sanki. Bu duvarlardaki yazıları sormadan edemezdi ve bir grup kadının yanına yanaşarak, sorusunu yöneltti: “Nedir bu duvarlardaki yazılar; sizin buralarda âdet böyle galiba?”… Kadınların hep bir ağızdan, bir yandan şikâyet edip bir yandan da kendi hâline bırakıp bu şekliyle köylerini sevdiklerini dinliyordu. Askere giden, askerden tatile gelen köyün gençlerinin, bitmek bilmeyen bu eğlencesine adapte olmuş gibilerdi. İlk zamanlarda, duvarları yeniden boyayarak yok etmeye çalışmışlar bu yazıları; ama her sildiklerinde, ertesi gün daha çok yazı ile güne başladıklarını görünce, oluruna bırakmışlar. Doğanın yeşil ve maviyle bezediği bu köy, insanlarının hayal dünyasındaki renkleri de bünyesine katarak, rengârenk bir yaşama dönüşmüştü. Kadınların gözlerindeki, şalvar ve başörtülerindeki renkler de cabasıydı.


Kıyıya kadar, duvarlardaki yazıları okuyarak geldiğinde, kıyıdaki balıkçı tekneleri ve ağlarını onarmakla meşgul onlarca balıkçıyı bir arada görünce, keyfine keyif katılmış, adımlarını onlara doğru hızlandırmıştı. Selamını verdikten sonra, onlardan biriymişçesine aralarına karışmış, sorularından bunalmak bilmeyen balıkçılara, tüm merak ettiklerini yönelterek, Kapıdağ Yarımadası’nın adada yaşama daha yakın olduğuna artık inanmaya başlamıştı. Çoğu Selanik göçmeni olan Karşıyaka köyü insanları, geleneksel yaşam tarzlarından ödün vermemeyi tercih ediyorlardı. Ağ onarımının 2-3 ay sürdüğünü söylemelerine rağmen, eşlerinin bu işi yapmasını istemediklerini ve izin vermediklerini söylüyor; bu sayede, kısa zamanda yapabilecekleri bu işi daha uzun zamanda yapmak zorunda kalmalarına rağmen, bu bakış açılarından ödün vermiyorlardı. Balıkçı teknelerinden birinin sahibi olan Mustafa Güler’le yaptığı sohbet ise, bir süre sonra gelip küresel ısınmanın etkilerine kadar dayanmıştı:

“Küresel ısınma nedeniyle, balıkçılık sektöründe bir değişime ihtiyaç var. Bunu göz önünde bulundurmaksızın, balık avlanma yasağı tarihlerini uygulamaya devam ediyorlar. Yaklaşık 2-3 senedir balıkların akım tarihleri değişti; Karadeniz’den gelen balıklar, Ağustos’ta bizim sularımızı terk ediyor artık. Bizim yasaklı olduğumuz bu dönemde faydalanamadığımız balık akımı Yunanistan’ın işine yarıyor.”.

Onlarca erkeğin bir arada sohbet ederek ve gülüp eğlenerek ağlarını onarmaları, ilk bakışta ona, hayatlarından çok memnun olduklarını, bu işten çok iyi gelir sağladıklarını düşündürmüştü. Ama işin aslı öyle değildi. “Görenler 3” teknesi sahibi Safa Gören ise sadece işine değil, bu işle ilintili her alana ne kadar hâkim olduğunu, uzun süren sohbetleri sırasında ortaya koyuyor; tüm içtenliğiyle anlatıyordu ona hayatlarını, yaşamlarındaki zorlukları ama her şeye rağmen Kapıdağlı ve Karşıyakalı olmaktan ne derece memnun olduklarının; denizin mavisinin, doğanın yeşilliğinin onları nasıl da mutlu ettiğinin altını çiziyordu.

“Sularımızda çeşit çok azaldı. Bilinçsiz avcılık, balıkları meralarımızdan uzaklaştırdı. Ufak tekneler önceden, uskumru, kalkan tutabiliyordu. Artık büyük teknelere kaldı işler. Gücü olan daha çok balık tutuyor, daha çok paranın sahibi oluyor. Onlar şimdi Kıbrıs’a gittiler. Biz burada ağ tamir ederken, örnek veriyorum, onlar 500–700 milyar kazanıp gelecekler. Avrupa’da, duyduğum kadarıyla, orkinos balığında kotalar var. Orada, iki bin ton orkinos balığı tutup da “bu benim” diyemiyorsun. Buradakilere payını, hissesini gönderiyorsun. Adaletsizlik burada meydana çıkıyor. Biz bu ağla, hamsi, sardalya gibi ince balıkları tutabiliyoruz. Onlar aynı teşkilatla, Karadeniz’de, motorlar dolusu palamut tutuyor. Benim ağımın boyu 8 boy, yani 800 metre. Onların ağları 1600-2000 metre. Çevirdiği alan da çok büyük. Öbür balıkçı arkadaşlarımız da zirai kredilerle, kabzımallardan aldıkları borçlarla mücadele etmeye çalışıyorlar; fakat ne kadar mücadele ederlerse etsinler, bilinçsiz avcılığın bedelini hepsi ödüyor.

 Köyde 4000 kişi yaşıyorsa, bu balıkçılık yüzünden köyümüzde öğretmen, astsubay veya doktor, 1–2 tane çıkmıştır. Gençler bu işe yöneldi; şimdi de balık az olduğu için, yoklukla karşılaştılar. Bu şekilde devam ederse, hamsiyi Abhazya’dan, uskumruyu Norveç’ten parayla almak zorunda kalırız. Orkinos havuzları yapılıyor ama o da dışarıya gidiyor. Türkiye’de 500–600 tane balıkçı teknesi varsa; bunun 100 tanesi orkinos balıkçısı oluyor, paranın büyük kısmını da onlar alıyor. Halbuki o balık, hepimizin balığı. Ama balıkçılık bakanlığımız yok, Tarım Bakanlığı’na bağlıyız. Gerektiği gibi temsil edilemiyoruz bence. Bunu çözmenin yolu, sivil toplum örgütleriyle olabilir. Oltacısından en ufak balıkçısına kadar hepsi, bu balıkların bizim olduğunu bilmeli.

Bugün, Marmara Bölgesi’nde Kapıdağ Yarımadası’nda, yani üç tarafı deniz bir bölgeye geldin. Sana, ‘bekle ağı çekelim de gör’ diyorum. Bu denizlerde bu balıklar yok değildi ama koşturuldu. Onların da canı var; bu ekolojik dengede, yaşamlarını sürdürmek için geri çekildiler. Tüm bunlara rağmen görüyorsun işte morallerimiz çok yüksek; maddiyattan yana şansımızı kaçırdık nasılsa…”

Karşıyaka Köyü balıkçılarının sohbeti ile geçen zamanın farkına varmadıysa da artık tekrardan yola düşmenin; davet edildiği, denize açılarak onlarla birlikte balık tutma fırsatını kullanacağı Eylül ayına kadar, “hoşça kalın” demenin vakti olduğunu fark ediyor. Karşıyaka Köyü’nün renkli dünyasından çok da uzaklaşmadan, Çakıl Köyü tabelasıyla karşılaşıyor ve köye girmezden evvel, rengârenk kır çiçekleri ile bezeli bir koyda kısa bir mola vererek, bu görüntüleri fotoğraf makinesine saklamaya karar veriyor.

Anadolu’nun, Anadolu insanının kokusunu alıyor her nefes alıp verişinde ve işte o keskin koku, yine burnunun dibinde bitmişken, bir “merhaba” ile irkiliyor. Çakıl Köy’den yürüyerek tarlasına gitmekte olan bir karı koca, “hoş geldin” diyerek, onun bir gezgin olduğunu duyunca köylerinde kalmasını, ertesi gün düğünleri olduğunu ve mutlaka görmesini öneriyorlar. O ise çok istemesine rağmen bunu yapamayacağını, kalmasının programını bozacağını söylediğinde, en azından bugün başlayan düğün yemeğini mutlaka yemesi gerektiğini ısrarla söylediklerinde, bunu da reddetmeyeceğini, zaten zil çalmakta olan midesinin de bunu reddetmesinden hiç hoşnut kalmayacağını fark ediyor.

Meydandaki kahvelere toplanmış erkek kalabalığının arasına karışıyor ve onların samimiyetiyle, kendisini onlardan birisi gibi hissetmekte zorlanmıyor. Bir anda hem masasının çevresindeki sandalyeler meraklı gözlere sahip köylülerle hem de masanın üstü etli bulgur ve tatlıdan oluşan düğün yemeği ile doluyor. Limandaki, nerdeyse üst üste demirlemiş teknelerin görüntüsü, Çakıl Köyü’nün geçim kaynağının da balıkçılık olduğuna işaret ediyor ama masasına birikmiş olan meraklı gözlerden daha meraklı olduğunu, yönelttiği sorularıyla fark ettirmekle kalmamış; köyde, tavuk yetiştiriciliği ve kendi tüketimlerine yönelik tarım faaliyetleri olduğunu da öğrenmişti. Köy meydanındaki erkek egemen kalabalık, bu köyün de geleneklerine bağlılığını sergiliyordu aslında. Kadınlar, düğün yemeğini evlerinde, kendilerine özel kapalı mekânlarda yiyorlardı. Günlerdir süren düğünde yarın finali oynayacaklardı; ama o, kalamayacağını bir kez daha vurguladıktan ve yemeğinden -ki karnını çok tıkamak istemiyor, balıkçılıkla geçinilen bu yerde, en tazesinden balıkların peşine düşmeyi tercih ediyordu- birkaç çatal aldıktan sonra, hem köy ahalisiyle vedalaştı hem de düğün sahiplerine mutluluklar dileyerek, tekrar uzun sürmeyeceğini çok iyi bildiği yoluna düştü.


Her yerde Çayağazı olarak bilinen ama halkı tarafından Şahinburgaz olarak isimlendirilmiş köye yaklaştığında, tepeden, tarlaların müthiş bir görsellik içeren dokusunu fark ettiğinde, durmadan yapamadı. Tarlada, kadınlı erkekli kırmızı kuru soğan ekimi ile uğraşan köylüler, onun objektifini doğrultmasıyla el sallamaya, selam vermeye başlamışlardı. Birkaç karenin ardından, köyün merkezine doğru yol alarak, balık yemek için en uygun yerde olduğunu hissetti. Bir kenara park ettiği arabasından iner inmez, kahveye toplanmış köyün gençleriyle kısa bir sohbetin ardından, yemeğini Alamet Restoran’da yemesi gerektiğini öğrenmiş ve limanın sonuna doğru yürümeye başlamıştı. Maviş maviş gözleriyle göçmen çocukları, onlarla oynaması için ne kadar teşvik edici tavırlar takınsalar da, artık zil çalan karnı ile ilgilenmesinin zamanı gelmişti. Ege’nin ya da Akdeniz’in gizli kalmış, bozulmamış kasabalarından birindeymiş hissini yaratan Çayağazı Köyü sahilinin dibine yapılmış olan betonarme balıkçı restoranı Alamet’in kapısından içeri girer girmez, Alamet Dayı’nın ışıltılar yayan mavi gözleriyle karşılaşması bir oldu. Restoranın sahibi ve aynı zamanda binayı da inşa eden Alamet Dayı, yaşının da etkisiyle, sohbet etmeye, yaşadıklarını paylaşmaya ne kadar meraklıysa da artık, karşısındakini duymakta çektiği zorluktan dolayı çoğunlukla sessiz kalmayı, duyabileceği bir ses tonu ile soruları anlamadıkça konuşmamayı yeğler olmuştu. Ama her şeye rağmen gülmeye, neşeli tavırlarıyla, kendisinden 3-5 yaş küçük karısının yaşlılığı ile uğraşıp şakalaşmaya devam ediyordu. Hayatı boyunca Selanik’i görmek istemişti ama nasip olmamıştı işte; inşallah torunları gidecekti. Artık, boyunca torunları ile birlikte işlettikleri restoranda, otoritesi yerindeydi hâlâ; delikanlılar, dedelerinin gözünün içine bakıyor, izin almadan dışarıya adım dahi atamıyorlardı. Ama bunun, ondan korkuyla değil, ona duydukları saygı ve sevgi ile ilgili olduğu, her hallerinden belliydi. Hiç balıkçılık yapmamış, tekne ile balığa çıkmanın nasıl bir şey olduğunu tatmamış ama öylesine sevmiş ki işini, en az bir balıkçı kadar anlar olmuş balığın iyisinden, denizin hangi mevsiminde hangi balıkları daha lezzetli vereceğinden... Tüm balıkçılarla dostluğu, tutulan taze balıkların en güzellerini de bu restorana verilmesini sağlamış. Yaz kış açık tuttukları restoranda gördükleri, yaşadıkları, paylaştıkları bitmek bilmezken, tüm bu yoğun geçen zamanın izleri işlemiş sıvası dökülen duvarların üzerine.


Tadına doyamadığı istavritlerinin ve salatasının bitmesiyle birlikte, Alamet Dayı ile vedalaşıp, bir sonraki durağı olan Ballıpınar’a doğru yola koyuldu. Yol boyu etkisinden çıkamadığı doğanın coşkusunun, sıklıkla karşısına çıkan birbirinden güzel koylarla daha da arttığı yol boyunda, bir koyun önüne park ederek, çocukların balıkçılık oyununa katılmanın zamanıydı artık. 10-15 yaş aralığındaki çocukların, arabasını park etmesiyle birlikte kaçışmaya başlamasının nedenini yaklaştıkça anlayacak ve hızla pantolonlarını üzerine giymek için birbiriyle yarışan ve gülerek yerlere düşen çocuklara çekinmemelerini söyleyerek, kahkahalarına ortak olacaktı. İç çamaşırlarıyla denize giren, kimi buldukları eski tekne ile kimi de artık işi bitmiş ve bir kenara atılmış ağla, balıkçılık oynayan çocuklarla geçirdiği vakit, yarımadanın en güzel anılarından birisi olarak hafızasına kazınacaktı.


Doğanın tüm güzelliğini esirgemeksizin sunduğu Ballıpınar (ya da halk arasındaki adıyla Kocaburgaz) Köyü ve çevre yollarında ilerlerken, hepi topu 110 km yolu nasıl olup da bu kadar uzun zamanda aldığına şaşırırken, artık fazla durmadan ilerlemeyi tercih ediyordu. İnsanlarıyla, doğasıyla ve yaşam biçimleriyle, onu son derece etkilemiş bu yarımadanın her köyünü ayrı ayrı gezip, ayrıntılı olarak öğrenmesi gerektiğini, aldığı notların yoğunluğuna bakarak çıkarabiliyordu. Erdek’e doğru ilerlerken aklında, Kyzikos Antik Kenti’ni de gün batmadan görebilmekten başka bir şey yoktu ama Doğanlar Köyü’nü geçmesinin ardından, yarımadanın ona bambaşka bir sürpriz hazırladığından habersizdi. Bu sürprizle karşılaştığı anda, ani bir frenle duracak ve arabadan nasıl indiğini dahi hatırlamayacaktı...


Çok sık rastladığı bir şey değildi bu; meşe kömürü yapımına şahit olma fırsatını, hiç ummazken eline geçirmişti. Sık ormanın arasından uzanan yoğun duman, ona bunun işaretini vermiş; meşe kömürü yapan insanların kara yüzleri arasında gülümseyen gözlerinden aldığı cesaretle aralarına karışması bir olmuştu. Bu yarımadaya çalışmaya gelen insanlar da, tıpkı tüm yarımada halkı gibi, içten, samimi ve hayatlarını paylaşmaya açıktılar. Sanki gizli bir sözleşme vardı yarımadada yaşamak için. Onlar da bu sözleşmeyi imzalayarak, onunla uyum sağlamaya söz vermiş ve tüm yarımada ruhunu edinmişlerdi. Meşe odunları yığınları altından çıkan kara dumanın ağır kokusu, sürekli öksürmesine yol açsa da onlarca çocuğun neşeli tavırlarıyla bunu umursamaz; her köşesinden bir fotoğraf karesi akan bu bölgede, makinesini gözünden indiremez olmuştu. Altı aydır bu bölgede meşe kömürü yapan bu insanların Mardinli olduklarını öğrendiğinde, daha önce gezmiş olduğu memleketlerinden haberler getirmiş olması, onların da bu misafirlerine daha yakın davranmalarına ve tüm sorularını içtenlikle yanıtlamalarına yol açmıştı sanki. Memleketlerinin havasını solumuş birisiyle karşılaşmak ya da iş güç olmadığı için 3-4 senedir uğrayamadıkları ve özlem duydukları memleketlerine dair bir şeyleri paylaşmış olmaktı onları böylesine yakınlaştıran. Meşe kömürü işiyle uğraşan ve mevsimlik işçi konumunda olan bu insanların yaşamlarının zorluğu, görmezlikten gelinemeyecek boyuttaydı. Çoluk çocuk, yıllarca, evlerinden uzakta ve yaz kış demeden çadırda geçen bir hayattı onlarınki. Dumanın zararsız olduğunu düşünüyorlardı ama yine de kazandıkları tüm parayı, hastanelere ve ilaçlara harcıyor olmaktan dert yanıyorlardı.

Meşe odununun hikâyesi ise bambaşka bir zorluğu içeriyordu. Karşısında gördüğü meşe odunu yığması tepelerin her birinin en az iki ay boyunca yandığını ve bu süreden sonra, parça parça çıkarılarak pazarlandığını öğrendiğinde, bu insanların sabrına ve yaşama gücüne hayranlık duymaması mümkün değildi. Altı aydır bu bölgede çalıştıklarını anlatan Fehim Akgün, Kapıdağ Yarımadası’nın, diğer çalıştıkları yerlerden çok farklı olduğunu, burada mutlu olduklarını, çocuklarının okula gidebildiğini söylüyor; ama çocuklar, sınıftaki diğer çocukların onlarla, sırf duman koktukları için, arkadaş olmadıklarından dert yanıyorlardı. Ama neyseki onlar, bir sınıf dolusu çocuktular zaten ve arkadaş sıkıntısı çekmiyorlardı...

Erdek’e doğru giderken, içinde, mutlulukla karışık bir burukluk olduğunu fark ediyor; bazı insanların zor yaşamlarını her gördüğünde, bu hissi tattığını hatırlıyordu. “Rağmen” mutlu olmak ve “rağmen” yaşama sarılmak, insanın, ancak bu hayatları gördüğünde anlayabileceği bir şeydi ve o da bunu çok iyi biliyordu. Ancak o zaman, kendi sıkıntılarının, dertlerinin, sorunlarının ne kadar küçüldüğünü, hatta var olmadıklarını anlayabiliyordu insan.

Bu düşüncelerle, maviden yeşile, yeşilden maviye geçe geçe devam eden yol, onu Erdek’e ulaştırdığında, gün batmak üzere olduğundan, hızla Kyzikos Antik Kenti’ne doğru yol almaya başlamıştı. Kapıdağ Yarımadası’nın MÖ 8. yy’a uzanan tarihinin tek kanıtı olarak varlığını sürdüren bu kentten alınan önemli eserlerin, Erdek Açık Hava Müzesi’nde olduğunu biliyordu; ama yine de, önce antik kentin aslını görme isteğinden uzaklaşamıyordu. “Belkıs” diye bilinen bu antik kentte kalan nekropol, Roma tiyatrosu ve surları gördüğünde, yarımadanın, çok değerli ve önemli bir geçmişi içinde barındırarak bugünlere kadar geldiğini anlamıştı. MÖ 8 yy’da, Anadolu kıyılarına yakın bir ada konumunda olduğu söylenen ve zamanla boğaz dolup da yarımadaya dönüşen Kapıdağ’ın, pek çok medeniyeti bağrında barındırmış olmasından dolayı, bambaşka bir turu, tarih turunu da ayrıca hak ettiğini düşünüyordu.

Bunca geçtiği yol boyunca, pek bir turistik yapılanma görmemiş olmasına rağmen, Erdek bu eksiği giderecek özellikleri içinde barındırıyor ve o gece konaklayabileceği, notlarını toparlayıp artık yeni yaşamına yelken açacağı saatlere kadar dinlenebileceği fırsatı sunuyordu. Akşam uyumadan önce düşündüğü tek bir şey oldu: Yarımada, ada ruhunu asla yitirmeyen ama karadan kopamayacağını hisseden, yine de dilediğinde kapılarını açıp kapatabilen; ama sonuna dek samimi, sonuna dek içten insanların yaşayabileceği özgün yerler arasında geliyordu. Hele de Kapıdağ Yarımadası, gezginler için bulunmaz Hint kumaşıydı ama hâlâ yeterince fark edilmemişti. Yarımada halkına göre, bu yeterince fark edilmemişlik son derece iyiydi; bozulmadan, istedikleri gibi ve oldukları gibi yaşamalarını, bu yeterince fark edilmemişliğe borçlulardı…

GEZGİNLERE NOTLAR:

Mutlaka Görülmesi Gereken Yerler:

  • Bandırma Limanı
  • Tatlısu
  • Karşıyaka Köyü
  • Çakıl Köyü
  • Çayağazı Köyü
  • Dalyan
  • Ballıpınar Köyü
  • Doğanlar Köyü
  • Erdek ve Kyzikos Antik Kenti
Mutlaka Yapılması Gerekenler:

  • Bisiklet, motor ya da arabayla, kıyı şeridinden ve düşük hızla turlamak.
  • Bahar aylarında gezerek, doğanın coşkusuna şahit olmak.
  • Bahar aylarındaki düğünlerden birine denk gelerek, yaşayan geleneklere şahit olmak.
  • Balıkçıların sohbetlerine konuk olmak ve eylül ayından sonra, onlarla birlikte balığa çıkmak.
  • Alamet Restoran’da balık yemek.
  • Koylarda oynayan çocukların oyunlarına katılmak.
  • Tarlalarda çalışanların arasına katılarak, soğan üretimini izlemek.
  • Köylerin ara sokaklarında gizli kalmış tarihi eserleri ziyaret etmek.
  • Yol boyu karşınıza çıkacak benzersiz sürprize ve av koruma sahası olan Kapıdağ Yarımadası ormanlarında, birçok kuş türünün (kartal, sahin, doğan) yanı sıra, yabani hayvanların da (kunduz, sansar, yaban domuzu, kokarca, tilki, çakal, karaca ve tavsan) karşınıza çıkabilecek olmasına hazırlıklı olmak.
Not: Öyküde ismi geçen tüm karakterler ve gezi detayları gerçek, gezgin ise hayalidir.

 * “Anadolu’da Tarihe, Kültüre, Doğaya, İnsana Yolculuk”, syf: 184-185, Kâmil Koç Otobüsleri A.Ş. Yayınları, 2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder