3 Ekim 2012 Çarşamba

MOTORLA BALKANLAR


Mevsimlerin insan psikolojisi üzerindeki etkisi, yadsınmaz bir gerçek. Yaz gelmesine rağmen tüm Türkiye’de hakim olan serin hava Mersin’de de etkisini sürdürünce, erkenci tatil planları, yerini rehavete bırakıyor ve ne olduysa işte bu yüzden oluyor. Motosikletle ülke içinde turlamaya alışık olsak da yurt dışına çıkmak, hep sonraya ertelenen bir hayal olarak köşesinde uykuya dalmışken, planladığımız yurt dışı turlarında yer bulamayınca, bir anda uzun soluklu uykusundan uyanıveriyor. “Neden motorla gitmiyoruz?” sorusu, elbette ilk olarak yıllardır motor tutkusunu yaşam biçimi hâline getirmiş olan eşim Bekir’den geliyor. Bekir, aklına gelen ve yıllardır uyuyan bu fikri öyle sahipleniyor ki motorcu dostlarıyla da paylaşmaya başlıyor. Pek çoğu fikre sıcak baksa da bu yolculuk planına sıkı sıkıya sarılan tek isim Süleyman Ganidağlı oluyor.
Şaka değil, gidiş dönüş motor üzerinde 10 günde 5500 km sözü edilen… Böyle bir yola çıkmanın sağlam motor kullanma bilgisi, biraz motor tekniğinden anlamak, sistemli ve düzenli bir yol programı yaparak ona uyacak disiplini sürdürmek gibi faktörleri barındırdığının farkındayız da en önemlisinin cesaret, istek ve biraz da çılgınlık olduğu da bir gerçek.

Programımızı 29 Temmuz Cuma günü 17:00 çıkışlı olmak üzere yapmaya başlıyoruz. Programa göre ilk gece Ankara’ya kadar gidecek, konaklamanın ardından sabah 04:00’te kalkarak İstanbul üzerinden İpsala geçişiyle Yunanistan ve oradan da Selanik’e kadar yol alacağız. Bu, ikinci gün için 1000 km’nin üstünde yol demek. Üçüncü gün Selanik üzerinden Makedonya’ya doğru yol alarak Ohrid’ye varıp, orada da bir gece konaklayacağız. Dördüncü gün Ohrid’den çıkıp Sırbistan’a girmeden (1910’lu yıllarda Türkiye’ye göçmüş Boşnak bir ailenin kızı olarak ister istemez Sırbistan’a uğrama fikrine sıcak bakmıyorum.) Arnavutluk ve Karadağ üzerinden yolculuğumuzun ana noktası, büyük büyük anne ve babalarımın geldiği Saraybosna’ya vararak bir gece konaklamayı öngörüyoruz. Saraybosna’dan çıktıktan sonra Mostar’a uğrayarak Dubrovnik’e yol alacak ve iki gece de Adriyatik kıyılarında konaklayacağız. Dubrovnik’in ardından, Adriyatik kıyısından Hırvatistan’ı kat edip, Karadağ’da Budva’yı da gezerek devam edip, Yunanistan’a doğru yol alacağız. Bundan sonrasında ise Kavala’ya kadar ulaşmak ve bir gece konaklayıp tekrar İpsala üzerinden Ankara konaklamalı olarak eve dönüşle programı tamamlıyoruz. Bu program üzerinden konaklanacak yerlerdeki otelleri araştırıp, onca yol gidip bir de otel arama derdinde olmayalım diyerek www.booking.com üzerinden tüm rezervasyonları yapıyorum. Program tamamlanınca, resmi işlemleri tamamlama sürecine giriyoruz. Bizim de Süleymanların da yeşil pasaportlu olması, kimi vize isteyen geçişler için uğraşma sürecinden kurtulmamızı sağlıyor. Ama motorla yurtdışına çıkacağımız için yine bazı evraklar hazırlamak zorundayız: Yurt dışı sağlık sigortası, Beynelmilel Şoför Ehliyetnamesi, Uluslararası Motorlu Taşıt Sigortası (Touring) ve uluslararası ruhsat…   

Tüm resmi hazırlıklar tamamlandıktan sonra iş, bir erkek için büyük ama bir kadın için oldukça küçük, hatta küçücük olan motor çantalarını hazırlamaya kalıyor. Fotoğraf makinelerinin, video kameraların pilleri dolduruluyor, motorun bakımı yapılıyor, kasklar temizleniyor, motor kıyafetleri çıkarılıyor ve hazırız…

29 Temmuz Cuma / Mersin – Ankara / 497 km

30 Temmuz Cumartesi / Ankara – Selanik / 1048 km


Eşyaların motorlara yerleştirilmesi, kıyafetlerin giyilmesi ve buluşma gibi hazırlıkların tamamlanmasının ardından 17:30 civarında yola çıkmak üzere hazır hâle geliyoruz. Süleyman ve Ayşe, KTM 990 Adventure (Siyah İnci) ve biz de BMW R1100 GS (Kızıl Maske) ile yola koyuluyoruz. Mersin’den Ankara’ya ve oradan da İstanbul’a giden yol, gerçekten de çok keyifli bir yol olarak adlandırılamaz. En azından bizim gibi ana güzergâh üzerinden devam ediyorsanız ya otobanların ruhsuzluğu ya da yol yapımı çilesi ile bezdirir sizi. Bundan sonrasında, Anadolu içerisinde devam eden Mersin’den İpsala’ya kadar olan kısmı, MotorOn okuyucuları için çok yabancı bir yol güzergâhı olmadığını düşündüğüm ve yer işgal etmemesi için hızla geçiyorum.

Ufak tefek talihsizlikler ve artan mola sayıları nedeniyle saat 21:00 gibi varmayı planladığımız Ankara’ya ancak 23:00’da varabiliyoruz. Ertesi gün yola çıkmamız 06:00’yı buluyor ve daha şimdiden programda iki saatlik bir kayma yaşıyoruz. Kahvaltıyı yapacağımız Bolu yakınlarına kadar çok fazla durmadan gitme planımızı Çamlıdere civarında vuran soğuk bozuyor. Öyle üşüyorum ki ne kadar dirensem de fayda etmiyor. Soğuk, sanki tüm kemiklerime etki etmeye başlıyor. Yaz ortasında böylesine üşümek de ancak motor tepesinde mümkün olur herhalde, diye düşünüyorum. Bir süre şimdi güneş vurur ısınırım diye kendimi kontrol etmeye çalışsam da bir süre sonra, dayanamayacağımı fark edip Bekir’e durması gerektiğini, üşüdüğümü anlatıyorum. Hemen ilk benzinliğe giriyoruz ve içliklerimi giydikten sonra yola devam ediyoruz.

Düzce yakınlarında mola verdiğimizde, Ayşe uyuduğunu, Süleyman uykusu geldiğini itiraf ediyor ve yolun daha çok başında olduğumuz için kahvaltılıklar gelene kadar herkes banklara yayılıyor. Ayşe’nin motor üzerinde uyuma deneyimi burada başlayıp yol boyu gelişerek devam ediyor. Biz her ne kadar uyuma, çok tehlikeli, desek de bu konuda kendini çok geliştirip, istediği an uyarak tüm yolu tamamlayıp, kendine özgü bir rekorun sahibi oluyor.  Kahvaltı hepimizi kendine getiriyor ve 1 saate yakın verdiğimiz molanın ardından tekrar yola koyuluyoruz.

Gebze’den itibaren klasik trafik yoğunluğu kendini gösterse de arabada olduğu gibi gerilmiyorum trafikten. Garip bir şekilde, motor üzerindeyken çok daha güvende hissediyorum kendimi. Bekir’in kullanış tekniğine güvenim olduğu kadar, motorla trafikte çok daha kıvrak ve atak olma şansımız olması da beni rahatlatıyor galiba. Şansımız yaver gidiyor ve çok kısa bir süre trafiğe takılsak da gerek köprüden gerekse yoğun trafik olan Silivri’ye kadar olan kısımdan beklediğimizden kısa sürede geçiyoruz.

Artık keyfim yerine geliyor; çünkü sadece Edirne’ye giderken geçtiğim ve pek de iyi bilmediğim bu yoldan itibaren hep görmediğim yerleri görmeye başlayacağım. Rüzgarın sesi ve başımızı sağa sola iten gücü sürekli eşlik etse de bize, motorla seyahatin en güzel yanlarından birisi de geçtiğin yollardaki manzaraların içinden sadece geçmiyor ona dahil oluyor olduğunu hissetmendir. İşte bu yüzden bundan sonraki manzaralara, yollara dahil olacak olmanın heyecanı sarıyor beni. Tekirdağ’a yaklaşırken iki dizimden de ağrı sinyalleri almaya başlıyorum. Aynı pozisyonda uzun süre gitmekten dolayı olduğunu düşünüp ara ara ayaklarımı öne doğru iterek dizlerimi dinlendirmeye çalışıyorum.



Dar, tek şeritli ama yoğun sayılmayacak bir yoldan İpsala’ya vardığımızda, sınırda çok sıra var mıdır, bir problem çıkar mı diye endişe ediyoruz ama neredeyse 30-45dk içinde işlemlerimizi halledip, Yunanistan sınır kapısına doğru devam ediyoruz. Sınır kapısında kamyonların dizildiği ve beklemede durduğu bir sıra var; diğer araçlar ise diğer gişelerde sıraya geçmiş bekliyorlar. Burada işimizin uzun süreceği düşüncesine kapılmış, Yunan plakalı bir aracın arkasında beklerken aracın şoförü inip bize doğru geliyor ve Türkçe konuşarak “Siz burada niye bekliyorsunuz; öne geçsenize.” diyor. “Yok canım olur mu öyle şey”, diyoruz ama adam gülerek “Yok yahu ne olacak motorlusunuz siz; geçin hiç kimse bir şey demez” deyince biz de çok zorlamayıp şansımızı denemeye karar veriyoruz ki gerçekten de kimse tek kelime laf etmiyor. Geldiğimizi gören sınır polisleri de hemen gişelere yönlendiriyor bizi. Sınır kapılarından geçiş için de motorla seyahat etmenin bir ayrıcalık olduğunu önce burada öğreniyor, sonra tüm geçişlerde bu ayrıcalığı sonuna kadar yaşıyoruz.

Yunanistan sınırından adım attığımızda saat 18:30 civarlarında ve daha gitmemiz gereken 350 km var. Yaklaşık 800 km gelmiş olmak ve önceki günün de yorgunluğu yavaş yavaş etkisini göstermeye başlıyor. Hesaplarımız tutarsa 20:30 – 21:00 gibi Selanik’te olacağız ama Bekir bundan sonra 100-150 km’de bir mola vereceğimizi, çok yorulduğumuzu söyleyerek içimi rahatlatıyor. Çünkü dizlerimin ağrısı 100 km’den sonra dayanılmaz bir hâl almaya başlıyor artık. Tabii bu molaların varışımızı geciktireceği de ortada. Yola çıkmadan alınmış karanlıkta çok motor kullanmama kararımızı ilk gecelik bozduğumuzu düşünürken ikinci gün de güneş yavaş yavaş uykuya dalmaya başlıyor. Yunanistan otobanında ilerlemeye başlayınca hep birlikte aynı şeyi fark ediyoruz: Bu otoban bir başka… Ne bir yama, ne bir çukur. Gerçekten adamlar otoban yapmışlar…

Hava kararmadan izlediğimiz manzara bizimkinden çok da farklı değil. Sağ tarafımızda uçsuz bucaksız tarlalar ki en çok ayçiçekleri göze çarpıyor; sol tarafımızda uzaklarda deniz ve ona yakın yerlerde köyler görünüyor. Bu kesimdeki köylerde genellikle camiler var. Sonra güneş batıyor, hava kararıyor; artık rüzgârın sesine kulak verip, biran evvel varmayı beklemekten başka yapacak bir şey yok. Böyle zamanlar artçılar için daha zorlu zamanlar. Yapacak bir şey olmaması, izlenecek manzaranın ve fotoğraf çekme imkânının elinden alınmış olması yolu uzatan faktörler oluyor artçılar için. Şarkı söylemeye başlıyorum, uykuma direnebilmek ve dizlerimin ağrısına kulak vermemek için. 

Kavala’nın ışıkları bizleri karanlığın içinden çekip alınca motorları bir defa daha durduruyoruz yol kenarında ve Bekir nefis bir öneriyle geliyor bu defa, “Arkadaşlar bu gece gelin Kavala’da kalalım. Daha iki saat yolumuz var; varmamız 10-11 olacak, adam gibi ne yeriz ne içeriz yoksa.” diyor ama Süleyman nereden geldiğini anlamadığımız bir enerjiyle bu öneriyi kesinlikle kabul etmiyor. Önceden otel rezervasyonu yapmış olmamız ve ertesi gün de Ohrid’ye kadar gideceğimiz yolun uzaması, Süleyman’ın haklı savunuları arasında. Otel rezervasyonlarımız, gitmememiz halinde kredi kartından tahsil edildiği için daha yolun başında bu organizasyonun başımıza iş açtığını hissettiriyor bana. Ekiple yolculuk etmek uyumlu olmayı, önerilerine saplantılı bir şekilde sarılmamayı da gerekli kıldığından el mahkûm Süleyman’ın reddini kabul ediyor ve yola devam ediyoruz. Daha yola çıkmadan aldığımız ilk günden sonra gece yolculuk yapmama kararını da bu sayede delmiş oluyoruz; bu ilk ama son değil…

Gece yolculuğu ve günün yorgunluğu, otobanda olsak bile hızdan kaybetmemize yol açıyor. Selanik’e vardığımızda saatler 10:00’u gösteriyor. Otelin merkezde olmasının en büyük sıkıntısı ise park yerinin olmaması ama motorlar için her zaman yer bulunur mantığıyla otelin önüne geliyoruz. Kapının önündeki boşluk tam da motorlar için yapılmış gibi bir park yeri oluveriyor. Motordan indiğimde istediğim tek şey duş yapıp yatmak ama bunun olmayacağına adım gibi eminim. Dizlerimin ağrısı, neredeyse iki gündür uyumadan yol yapıyor olmam gibi geçerli nedenlerimi de bir yana bırakıp yemeğe gitmek üzere kısa zamanda hazırlanıp çıkma önerisine uyum sağlıyorum.

Hızla yukarı taşıdığımız çantalarımızdan kıyafetlerimizi buluyor ve giyinmek üzere motor kıyafetlerini çıkardığımızda, özellikle sağ dizimin kızardığını ve şiştiğini görüyorum. Kıyafetimi dikkatlice kontrol edince ise diz korumalarını doğru yerleştirmediğimi, kıyafetleri yıkadıktan sonra dizlikleri takarken kaydırdığımı ve bu yüzden dizliklerin baskı yaptığını fark ediyorum.

Sabah gerçekten uykumuzu almış, dinlenmiş olarak kalkıp kahvaltının ardından hızla hazırlanıp çıkarak motorlarla biraz şehri turlamaya başlıyoruz. Güneşli, harika bir Ege havası var dışarıda ve kaskaların önü açık olarak sağı solu seyrederek deniz kıyısına iniyoruz. Meşhur Beyaz Kule yakınlarında bir kaldırıma çıkıp kısa bir mola veriyoruz. Selanik gerçekten de İzmir’i anımsatıyor hepimize ama ağzımızda tek bir söz var “İzmir daha güzel”… Saatler 14:00 civarını gösterirken Selanik’i ardımızda bırakıyoruz.

31 Temmuz Pazar /Selanik-Ohrid / 292 km


Otobanların sıradanlığından kurtulmuş olan gözlerimiz bayram ediyor yollarda. Her yanımızda yeşilin tonları dans ederken, ılıman bir rüzgârın eşliğinde yol alıyoruz. Fazla hızlı gitmediğimizden, zaman zaman kaskımın önünü açıp havayı koklayabiliyor, geçtiğimiz yollarla kucaklaşabiliyorum. Yollar tek şerit gidiş geliş ama oldukça geniş tutulmuş ve motora duyulan saygı buralarda da devam ediyor; trafik olmamasına rağmen. Sağa çekilen arabalar, asla hatalı sollama yapmayan sürücüler, özellikle benim kadar trafiğe karşı paranoyak hisleri olan birinin iyice rahatlamasını sağlıyor. Kendimi böylesine güvende hissedince de önüme değil sağıma soluma bakmak daha da kolaylaşıyor. Yol kenarlarındaki yeşilin bin bir tonu artarken virajlı ama motorlular için bir o kadar keyifli yolun sonunda Agras Kasabası’na varıyoruz. Öyle güzel bir yol kasabası ki durmamak mümkün değil. Eh, zil çalan karınlarımızın da bu molada etkisi var tabii ama yemek yemek için en uygun yeri seçtiğimiz de ortada.


Yemeğin ardından, kısa süre sonra Yunanistan’dan Makedonya’ya geçeceğimiz sınır kapısı Manastır’a varıyoruz. Geçişte hiçbir problem yaşamadan, yolumuza Manastır Kasabası içinden geçerek devam ediyoruz. Yola çıktığımızda küçük kümecikler hâlinde olan bulutlardan bazıları birleşiyor ve ince ince yağmur yağıyor. Ama yağmurluklarımızı giymemizi gerektirmeyecek kadar inceden yağıyor yağmur ve kokusu kaskın içinde yayılıyor anında. Öyle güzel kokuyor ki ara sıra daha çok koklamak için kaskın önünü açıp derin derin soluyorum. Dağları tırmanmaya başladığımızda, doğal olarak yoldaki viraj sayısı da artıyor. Yolların geniş ve üç şerit olması dışında yol kenarlarında yazan 50-60km hız arası değişen uyarılara tüm araçların uyması bizi şaşkınlığa uğratıyor. Kendini eğitimli ve medeni sayan bizler, trafik konusunda daha ne kadar çok yol kat etmemiz gerektiğini hissediyoruz. Bir an bocalıyoruz; içimizdeki şeytan solla geç şunları diyor ama bu kadar insan kurallara uyunca ister istemez çekinmeye başlıyoruz ya yardımımıza yine onlar yetişiyorlar. Teker teker sanki düzenlenmiş bir film sahnesi gibi şeridin sağına doğru kayıp bize yol veriyorlar. Aralardaki kasabalardan geçerken ise durum daha da vahim bizler için çünkü hız sınırı 30 ve yine uymayan yok. Yollar bizim yollarımız gibi ufak tefek çukurlara sahip ama tüm yol boyunca yeşilin hâkimiyeti devam ediyor. Ohrid’ye varışımız ise 19:00 civarlarını buluyor. Kalacağımız oteli bulmak için neredeyse tüm Ohrid’yi turluyoruz ama işin içinden çıkamayacağımızı anlayınca, bir taksiciyle anlaşıyoruz ve o önde biz arkada sonunda Villa Boban’a varıyoruz. Motordan inip Villa’nın bahçesine geçer geçmez Boban ile karşılaşıyorum. Sanki bir tanıdığımın evine gelmişim gibi “Welcome Ceyda” diyen gülen yüzlü bir adam karşılıyor beni. Merhabalaşmanın ardından, motorları villanın bahçesine almamızı istiyor; güvende olmaları için. Boban, geç geldiğimiz için Ohrid’yi gezemeyeceğimizden endişeleniyor ve ertesi gün nereleri gezebileceğimizi, yani kalmazsak neler kaçıracağımızı anlatıyor. Aynı endişe bizi de sarıyor; çünkü bu kadar yol tepip gezip görmemek fikri hiçbirimiz için çok da sıcak değil. Ertesi gün yolumuzun Saraybosna’ya kadar olduğunu öğrenince ise Boban’ın yüzündeki endişe ifadesi iyice artıyor. Haritalar çıkarılıyor ve anlatmaya başlıyor. Bizim çizdiğimiz rota Kosova’dan geçtiği için kesinlikle oraya girmememizi söylüyor. Öyle bir zamanlama ile yola koyulmuşuz ki Sırplar Kosova’ya saldırıyorlar. Orası elenince iki ihtimal kalıyor; ya yolu tersine çevirip Arnavutluk üzerinden Hırvatistan’ı takip edip sonra yukarı Mostar’dan Saraybosna’ya gideceğiz ya da Sırbistan otobanını takip edip gideceğiz. İlk seçenek konusunda ise Boban çok net: Hiç önermiyor. Daha önce o yoldan geçtiğini, hayatı boyunca bu kadar kötü trafik görmediğini, çok tehlikeli olduğunu ve ayrıca geç saatlere kalırsak polislerle ilgili problemler de yaşayabileceğimizi söylüyor. Yani tek yol Sırbistan’dan geçiyor ve ona da çok uzun yol diye muhalefet ediyor; bir günde alınacak bir yol değil diyerek…


Otele yerleştikten sonra gezmek üzere dışarı çıkıyoruz. Önce eski çarşı dedikleri, daha çok Osmanlı döneminden kalma zanaatların hâlâ korunduğu sokaklardan sonra da yeni çarşı yollarından geçiyoruz. Sokaklar inanılmaz derecede kalabalık. Keyifli, neşeli bir kalabalık var Ohrid sokaklarında. Çarşı bitince, göl kıyısına ulaşıyoruz. Ohrid Gölü, deniz gibi duruyor karşımızda; İznik ya da daha çok Van Gölü gibi… Karanlık bastığından, kıyıda çok oyalanmadan tarif doğrultusunda restoranın yerini tutuyoruz ama yolda giderken Bekir ve Süleyman’ı yürütmek zor oluyor. Ohrid’nin bu bölgesi dev mangallar üzerinde pişen onlarca farklı çeşit etlerin olduğu küçük dükkânlarla dolu ve öyle iştah açıcı bir görüntüsü var ki bizimkiler neredeyse hepsini yemeğe niyetleniyor. En sonunda gece yemeği olarak bunlardan yiyecekleri konusunda anlaşarak restorana varıyoruz. Geldiğimizde, Belvedere isimli bu restoranın da tıpkı o küçük dükkânlardaki gibi dev bir mangalı olduğunu ve çeşit çeşit et pişirdiğini görüyoruz. Bu arada bulunduğumuz saat diliminin artık değiştiğini öğrenerek mutlu oluyoruz; çünkü hiç yoktan 1 saat kazandırıyor bu durum bize.


Bu arada Boban’ın söylediklerinin de ardından, programımızı tekrar gözden geçiriyoruz. Ohrid’yi gezmek istediğimiz konusunda herkes aynı fikirde ama sonrasında programın kayacağını konuşup sonunda bu gezinin ana teması, benim kökenlerimin memleketi olan Saraybosna’ya gitmekten vazgeçiyoruz. Çünkü ne kadar şartları zorlayıp gitsek de eninde sonunda orayı gezemeyeceğimizi, sadece gitmiş olacağımızı anlıyoruz. Başka bir yolculuğa orada olmaya karar verip, ertesi gün de Ohrid’de kalma konusunda anlaşıyoruz.



Ertesi gün uyandığımızda, bir sonraki günün Kurtuluş Günü olduğunu ve bu yüzden bu akşamdan itibaren tüm otellerin dolu olduğunu öğreniyoruz. Boban, kalacağımızı söyleyince, bu yüzden koşturmaya ve bize yer bulmaya çalışmaya başlıyor. Sonunda, eşinin bir akrabası olan Kiki’nin kullanmadıkları bir evi olduğunu, orada çok uygun bir fiyata kalabileceğimizi söylüyor. Çantalarımızı ve motorlarımızı Boban’ın villasında bırakıp, kalacağımız yere gittiğimizde, Sosyalist dönemden, bugün hâlâ büyük bir saygı ve sevgi ile andıkları Tito’nun döneminden kalma bir apartmanın, tam da o dönemden kalma dairesinde, bozulmamış bir dekorasyonla karşılaşıyoruz.



Eşyalarımızı bırakıp yola koyuluyoruz ama hava kapalı olduğu için göle girme hayallerimiz sona eriyor. Biz de gezebildiğimiz kadar gezelim bari, diyerek gölün kenarında teknelere bakıyoruz. Bir tekneci ile anlaşıp gölü turluyoruz. Haritada çok uzun bir yolmuş gibi gözüken mesafenin tekne ile 10 dakikalık bir yol olduğunu anlıyoruz ama Ohrid’ye tekneden bakmadan dönsek gerçekten eksik gezmiş olacağımızı fark ediyoruz. Kentin en etkileyici kilisesi St John Theologian – Kaneo Kilisesi’ni gölden izleyip fotoğraflayarak tekne yolculuğumuzun son erdirerek, plaj olarak düzenlenmiş, kilisenin hemen yakınındaki bir noktada iniyoruz. Bir de kara yolu ile aynı kiliseyi geziyoruz. Gerçekten etkileyici bir noktaya konumlandırılmış olan kilisenin manzarasını izlemek de ayrı bir zevk oluyor. Bu gölü ve kenti boşuna Dünya Mirası listesine almamışlar, diye düşünüyoruz manzarayı izlerken. Sadece Ohrid’de 100’lerce kilise olduğunu, bunların pek çoğunun tarihî olduğunu öğreniyoruz ama o kadar da gezmemiz mümkün değil, diyerek plaj üzerinden kente doğru yürümeye başlıyoruz. Ohrid, Makedonların tatil merkezi niteliğinde ve gölü de yüzmek için deniz gibi kullanıyorlar. Gerçekten plaj olarak düzenlenmiş alanı öyle keyifli ki, kapalı havada bile güneşlenen insanlarla dolup taşmış durumda. Plajdan devam edince, yol sizi önce kentin ara sokaklarına sokarak bizimkine çok yakın bir eski mimari ile donatılmış havasını koklamanızı sağlıyor ve sonra tekrar aşağı göle doğru indiriyor. Dağ ile gölün buluştuğu noktada, dağın çevresine yapılmış ahşaptan yolu kullanarak suyun üzerinde yürürken, doğaya duydukları saygıyı da anlıyoruz. Burası çok sayıda endemik bitkinin de yer aldığı bir bölge olduğundan, olabildiğince doğal kalmasını ama bu arada insanların da faydalanabileceği şekilde dizayn edilmesini sağlamışlar. Bu gerçekten takdire şayan bir anlayış; hele de bizimki gibi değerli toprakların her gün nasıl acımasızca katledildiğinin izlendiği memleketlerden geliyorsanız…


Ohrid’de gerçekten Türkiye’ye karşı büyük bir sevgi ve ilgi var; ayrıca çok sayıda insanın da az ya da çok Türkçe bildiğini görünce hiç yabancılık çekmiyoruz. Ohrid, fiyatları açısından da gönlümüzde taht kuruyor; çünkü ucuz ve kaliteli yemek için yol boyunca bir numaraya yerleşiyor. Buraları görüp de sadece Ohrid’de bir tatil geçirme planı yapmadan olmaz, diyerek defterlerimizdeki “ayrıca gelip gezilecek yerler” listesine yerleştiriyoruz Ohrid’nin ismini.


Ertesi sabah motorlarımızı almak üzere Boban’ın villasına gittiğimizde ise bizim için bahçeye hazırlanmış güzel bir kahvaltı ile karşılaşıyoruz. Şaşkınlık içinde kahvaltımızı yapıp, kahvelerimizi yudumladıktan sonra Boban’a içtiğimiz ekstraların ve kahvaltıların parasını ödemek istesek de kabul etmiyor: “Biz de biliriz Türk misafirperverliğini” diyerek sonlandırıyor tartışmayı.

2 Ağustos  Salı / Ohrid – Visegrad / 700 km




 Yollar… Yine şaşırtmadılar beni; yine yaptılar yapacaklarını… Kim engel olabilir, yol size bir rota çizdiyse; kim, dur oradan gitme diyebilir… Yola düşersin ve öyle bir büyüler ki seni, ne rota kalır aklında, ne döneceğin nokta. İşte, o günün sürprizini bize yollar hazırlamıştı. Öylesine keyifli koyulmuştuk ki yola; Avrupa’ya geçtiğimizden beri ilk defa bir köy yolu kıvamında ve darlığında bir yoldan gidiyorduk. Herkesin kafasında farklı düşünceler; kimi rüzgara dalmış, kimi benim gibi fotoğrafa kimi etraftaki köy evlerine ilerlerken, yaklaşık 20km sonra dönmemiz gereken yolda 100 km üzerinde gittiğimiz halde dönmediğimiz için biranda duruyoruz. Motorları yan yana çekip haritaları açıyoruz. Struga’ya döneceğimiz kavşağı kaçırdığımız açık seçik ortada. Süleyman Bekir’e öncü olduğu için onun bulması gerektiğini söylerken, Bekir sadece gülüyor ve “Amaan boşverin, bakalım nereden çıkacağız” diyor. Hep birlikte göz gezdirip ya döneceğiz ya da devam edeceğiz tartışmaları arasında “ölmek var dönmek yok; yola devam” diyoruz.


Kısacası, Struga dönüşünü kaçırdığımız için yol bizi Sırbistan’a doğru götürüyordu ve ne kadar istemesem de Sırbistan’ın kaderime yazıldığını kabul edip, “Ama Sırbistan’da kalmayalım” diyebiliyorum sadece. Zaten kimsenin de kalmaya niyeti yok: Hedef, Saraybosna’ya geri dönüyor. Kısa bir süre sonra Üsküp yakınlarında girdiğimiz otoban bizi Kumanova üzerinden Sırbistan’a ulaştırıyor. Girişte yine sorun yaşamıyoruz ama Bujanovac’dan Leskovac’a kadar, yani otobana varana kadar giden yol trafik yoğunluğu, darlığı ve dağlık yapısıyla epey yoruyor bizleri. Otobana vardığımız Lescovac’tan itibaren Sırbistan otobanının da manzara yoksunu olması nedeniyle kendimi müziğin kucağına bırakıyorum. Buradaki otobanın rahatsız edici bir diğer yanı ise çok sık olarak yolu kesen gişeler. Her 20-30km’de bir gişeye girip 2 Euro ödeyip yolumuza öyle devam edebiliyoruz. Nis yakınlarında verdiğimiz yemek molasında haritayı dikkatlice inceliyoruz. En sonunda birbirimizi Kruevac tabelasını kaçırmamak konusunda sıkı sıkıya uyararak yola koyuluyoruz tekrar. Kısa süre sonra döndüğümüz Kruevac’dan itibaren ise iyi ki girmişiz Sırbistan’a diye düşünmeye başlıyorum; çünkü doğa öyle bir değişiyor öyle coşuyor ki buraları görmeden geçip gitmek yanlış olurmuş anlıyorum. Cacak’a varmadan, yol ardı ardına sıralanmış kasabalardan geçmeye başlıyor ve bu sayede buraların domuz eti yönünden meşhur olduğunu anlıyoruz. Bizdeki kuzu çevirmenin yerini buralarda domuz çevirme alıyor.


Yol boyu bizi takip eden nehirler kimi yerlerde birleşip göllere dönüştükçe, o gölleri çevreleyen ormanların manzarası da göllere düştükçe coşuyorum; fotoğraf makinesi elime yapışmış; bir sağı bir solu çekerken, geçen vaktin farkına bile varmıyorum. Visegrad sınır kapısına en yakın ilçe olan Uzice’ye girdiğimizde, saatlerimiz 19:00 civarını gösteriyor ve ilçenin girişindeki büyük tabelada Saraybosna sağa dönüş yazısını görünce coşuyoruz. “Bulduk, bulduk” nidaları rüzgâra karışıyor hızlıca. İlçenin içinden keyifle geçip giderken bir daha dönmeyeceğimizi, görmeyeceğimizi sandığım kenti inceliyorum ilgiyle. Gerçekten hoş bir yer ve orta Karadeniz hissi veren doğasıyla, engebeli yapısı birleşiyor, nehirlerin aktığı o güzel yerlerden biri olarak kazınıyor aklıma.
Kim bilebilir ki bu yerden sadece birkaç saat içinde nefret edecek duruma geleceğimi…

Uzice’yi geçer geçmez sanki dünya değişiyor; o uluslararası dil siliniyor, yerini hiç anlamadığımız Sırpça alıyor. Tabii bizim için Arap saçına dönen yol hikâyesi de böylece başlamış oluyor. Sırplar yapacağını yapıyor anlayacağınız. Hafiften karanlığa dolu yol alırken, tabelalardaki yazıları çözmeye ve yola devam etmeye çalışıyoruz ama yaklaşık 60km gidip yine de Visegrad’ı gösteren bir dönüş bulamayınca duruyoruz.
Geçen arabalara el işaretleri yapıp, durdurup derdimizi anlatıyoruz. “Sarajevo” deyince, duran insanlar bize geride olduğunu söylüyor. Hemen motorlara binip geri dönüyoruz. GPS bile bulunduğumuz yeri bulamadığı için tek çare dönüş tabelasını bulmak ve anlamak. Biz yolun dönüşünü bulamadan kendimizi tekrar Uzice’de buluyoruz. Yavaş yavaş sinirlerimiz gerildiğinden, kimseyle muhatap olmadan tekrar dönüyor ve tüm dönüşleri gözden geçirsek de bulamıyor ve tekrar Uzice’ye dönüyoruz. Bir benzinlikte durup yolu sorduğumuzda saatlerimiz 21 civarını gösteriyor ve artık karanlık her yeri örtmüş durumdayken, bizim geceleri yol yapmama kararımızı bir defa daha çiğnememiz için her şey ayarlanmış gibi gözüküyor. Sonunda benzinlikte konuşmaya çalıştığımız ama dil bilmeyen 5 kişiden birisi, gidip İngilizce bilen bir bayan arkadaşını getiriyor. Kız bize güzelce tarif ediyor yolu. Bu defa Bekir son derece temkinli bir halde, yol boyunca iki metre aralıklı da olsa her benzinliğe girip sadece “Visegrad?” diyor ve ileride sözü ile devam ediyor. Neyse ki bu defa dönüşü buluyoruz. Ancak gecenin o vaktinde geçeceğimiz yolun Milli Park olduğu gerçeği ile yeni yüzleşiyoruz. Bir motorcu için en büyük tehlikelerden birisi, karanlıkta karşısına çıkabilecek bir hayvan ki bu bir de iri olursa vay halimize diyerek hızları epeyce düşürerek ilerliyoruz zifiri karanlığın içinde. Yolda bizden başka tek bir araç bile yok ve soğuk da vurmaya başlıyor; yüksek, gece ve ormanlık alandan geçmek üşümek demekmiş anlıyorum ki…

Saat 22:00 civarındayken sınır kapısını bulup içten içe mutluluk çığlıkları atıyoruz ama artık yorgunluktan dışa sevinç gösterecek hâlimiz bile kalmamış durumda. Sırp polisi pasaportlarımızı alıp yaprakları arasında göz gezdirir gibi yaparken bizleri süzüyor. Kasklarımızı çıkarıp bakıyoruz. O bize, biz ona bakıyoruz. Şimdi düşününce, gece vakti, in ve cinin karşılıklı top oynadığı bu yerde sözde görevini icra eden bir insanın karşısında iki motor görünce şaşkınlaşması oldukça normal geliyor ama o an sorun çıkaracak hissi ile zaten gerilmiş sinirlerimize hâkim olmaya çalışıyoruz. İngilizce de bilmediği ve az biraz somurtkan bir arkadaş olduğu için anlaşamıyoruz. Sonunda bize nereye gittiğimizi sorduğunu anlayınca, Bekir’in nasıl oluyorsa onca yola rağmen zihni açılıyor ve bu adam sorun çıkarabilir diye düşündüğünden “Dubrovnik’e” deyiveriyor. Bunu duyunca geçin diyor bize ama biz el işaretiyle damga vurmadığını ima ederken, o, gerek yok oralar da bizim dercesine yolluyor bizi. Karşı sınırda görürüz günümüzü diyerek devam ediyoruz ve sonunda memleket sınırına gelmişim gibi bir heyecanla Bosna Hersek polisine uzatıyorum pasaportlarımızı. Bu polisimiz de takır takır bir İngilizce ile konuşarak şaşırtıyor bizi ama onun da asık suratlı olduğu bir gerçek. Sırbistan’dan çıkış damgamız olmadığı halde Bosna Hersek’e giriş damgamızı alıp yola devam ediyoruz. Çok değil sadece 20-30 km sonra Visegrad kasabasına varacağız ve artık devam etmemiz mümkün olmadığından, orada kalmaya kararlıyız.


Biz kararlıyız da bakalım Visegrad bizim orada kalmamızı istiyor mu? Şimdi gülerek ve gezinin en unutulmaz gecesi olarak ifade ettiğimiz o gece gerçekten çok zordu hepimiz için ama en çok da benim için. 700km yol gelip gecenin bir karanlığında girdiğimiz Visegrad kasabası gözümüze uykuya dalmış ya da unutulmuş, yitip gitmiş bir korku filmi kasabasını andırıyor. Otel olup olmadığını sorduğumuz bir delikanlı bize gayet rahat bir şekilde kendi dilinde anlatmaya başlıyor otelin yerini. Gerilmiş sinirlerimizin vidaları gevşiyor ve Bekir de Türkçe konuşarak ona eşlik edince gülmeye başlıyoruz ama kahkahalara boğulduğumuz yer, otel diye geldiğimiz Motel Okuka yazısı önünde oluyor. Gülme krizini atlatınca, bu kamyoncu motelinde yer olup olmadığını sorma işi bana düşüyor. Yine el kol işaretiyle anlatıyorum derdimizi ve adam olumsuz bir şeyler söylüyor. Anlamadığımı görünce, yukarıyı işaret edip gel diyor. Birlikte yukarıya çıkıyoruz. Bana iki oda gösteriyor. Bu oda benim, ben kalıyorum diyor ve sonra ikinci odayı gösterip orada kalabileceğimizi ima ediyor. Ama oda öyle leş ki orada kalmamız mümkün değil ve ayrıca gözüme pek güvenli de gelmiyor. Aşağı inip ekiple fikrimi paylaşıp onlara da bakmalarını söylesem de gerek duymuyorlar. Tabii hepimiz başka otel bulacağımız düşüncesindeyiz; kim bilebilir ki sonrasında o leş odayı hürmetle anacağımızı…

Durduğumuz yer şehirlerarası otobüslerin mola yeri aynı zamanda ve yaklaşan otobüsten inen birkaç genç arasından bir kızı gözüme kestiriyorum. Yanına gidip İngilizce bilip bilmediğini sorduğumda az yanıtını almak bile lütuf gibi geliyor. Derdimizi anlatıp burayı bilen birisine başka otel var mı diye sormasını istiyorum ama sorduğu herkes kentte başka otel olmadığını söylüyor. Yorgunluktan ve açlıktan ölmek üzereyken Bekir, “Devam edelim; en yakın daha büyük kasabaya kadar gidelim” diyor. Aynı kıza en yakın kasabayı sorduğumda kendi kasabası olduğunu ama en az 80km yol olduğunu ve Saraybosna ile aksi istikametlerde olduğunu söylüyor. Bu arada Süleyman bambaşka bir noktaya parmak basarak “Gidemeyiz arkadaşlar, benzinimiz bitmek üzere” diyor. Gerçekten de iki motorun da benzini son çizgilerde ve gördüğümüz bir istasyon var hemen ilerimizde orası da kapalı. Kız bir kez daha içinde bulunduğumuz kabusun gerçekliğini haykırıyor “Burada benzin istasyonları 22:00de kapanır; benzin için sabahı beklemek zorundasınız.”


El mahkûm, otel, benzinlik ya da en azından yemek yiyebileceğimiz bir yer bulmak üzere kasabanın içine girip gezmeye başlıyoruz son kalan benzinlerimizle. Gittikçe ıssızlaşan sokaklarda yankılanan motorlarımızın soluğunun da ne zaman kesileceği belli değil. Sonunda Bekir önümüze çıkan bir polis arabasını durdurarak yardım istiyor. Polislerden birisi az çok İngilizce anlıyor ama konuşamadığı için “no Hotel, no benzin, yes food” diyerek onları takip etmemizi söylüyor. Bizi götürdüğü ilk yerin kapalı olduğunu görünce, ara sokaklara sapıyor ve karanlık bir aralığa doğru yavaşlayarak park ediyor. Durduğumuz aralığın yan tarafında açık bir büfeyi işaret ediyor. En azından bir ihtiyacımızı giderebilecek olmanın haklı sevincini yaşayarak teşekkürlere boğuyoruz polisleri. Girdiğimiz büfenin sahibinin İngilizce biliyor olması ise bize şansımızın döndüğünü hissettiriyor ama hisler bazen yanıltıcı olabilir. Girdiğimiz andan beri beni huzursuz eden bu kasabanın yol güzergahımıza sonradan eklenmiş olması nedeniyle hakkında bilgi sahibi olmasam da sonradan Sırpların stratejik kasabalarından birisi olduğunu ve ciddi Boşnak katliamlarının bu kasabada gerçekleştirildiğini öğreniyorum. Öncesinde nüfusunun %60ı Boşnak olan kasabaya savaştan sonra çok az Boşnak dönüş yapmış ve günümüzde bir Sırp kasabası olarak varlığını sürdürüyor. Visegrad, burada yaşayan ve çevre kasabalardaki Boşnakların, kadın erkek, çoluk çocuk demeden katledilip sularına atıldığı Dirina Nehri’nin tam ortasından geçerek kente ciddi anlamda büyülü bir görsellik sunduğu ve günümüzde Osmanlı döneminden kalma Mehmet Paşa Sokoloviç Köprüsü’nün (1571) Iva Andriç’in bir eserinde yer alması ve yine bu köprünün etkisiyle Dünya Mirası Listesi’ne alınmasıyla turistik bir yer haline gelmiş.


Nerede kalacağımızı bilemezken yemek konusunda bize yardımcı olan polis yine beliriyor ve kendisinin nöbetçi olduğunu evinde kalabileceğimizi söylüyor. 20Euro’ya anlaşıp öncekinden çok daha kötü şartlarla kalmak üzere eve yerleşiyoruz. Sabah erken yola çıkacağımızı söyleyerek ödemeyi yapıyorum ve anahtarı ne yapalım diye sorduğumda anlaşmakta zorlansak da anlamıştır herhalde diyerek onu yolcu ediyoruz. 20m2’lik odanın dört duvarına yerleştirilmiş birbirinden eski kanepeler üzerine polisin dolaptan çıkarıp verdiği çarşafları yerleştirip yatmaya hazırlanırken, ben o geceyi uykusuz geçireceğimi çok iyi bildiğimden, kimseyi huzursuz etmeden yatağa uzanıyorum. Kimsenin nerede olduğumuzu bilmediği bu kasabada, kimseyi tanımadığımız için aklıma üşüşen başımıza gelebilecek korkunç şeylerin huzursuzluğuyla gözlerimi kırpmadan sabahın olmasını bekliyorum. Neyse ki yattığımızda saatin 2’yi geçiyor olması sayesinde günün ilk ışıkları çok geçmeden beliriyor ve ufak tefek gürültüler çıkarıp herkesi uyandırıyorum. Bütün gece uyumadığımı, bir an önce buradan gitmek istediğimi söyleyince hızlıca hazırlanıp kapıya yöneliyoruz ama dış kapının kitlenmiş olduğunu görünce kalakalıyoruz. Güneşin ışıkları beynime zerk etmeye başladığından, bunu bizi anlamamış olan polisin bizi korumak amacıyla yapmış olabileceğini söylesem de bu o evden ve o kasabadan biran önce çıkma isteğimi engellemiyor. Evin giriş katında olmamızın önceki geceki dezavantajı sabah avantaja dönüşüyor ve pencereden atlayıveriyorum. Benim arkamdan diğerleri ve eşyalar da gelince motorlarımızı yerleştirip sabahın 6’sında yola koyuluyoruz.


Önceki gece bize korku filmi kasabalarını andıran Visegrad’ın nasıl bir güzelliğe sahip olduğunu da Dirina Nehri’nin kenarından geçerken anlıyoruz. Dağların üzerine kurulmuş olan kasabanın üzerinden kalkan sabah bulutları Mehmet Paşa Sokoloviç Köprüsü’nün ihtişamıyla birleşerek oynadığı küçük oyuna karşılık güzel yüzünü göstererek uğurluyor bizleri.


3 Ağustos Çarşamba / Visegrad – Saraybosna (196km)



Dirina Nehri sol yanımızda akmaya devam ederken, doğa Doğu Karadeniz’i aratmayacak bir zenginliğe bürünüyor. Hayatım boyunca geçtiğim en güzel yollar arasında üst sıralara doğru yerleşirken, yaklaşık 40km kadar sonra bir restoran tabelası fark ediyoruz. Bekir, tabelanın önüne gelince durup açık olup olmadığını anlamaya çalışırken, arkadan gelen Süleyman durduğumuzu son anda fark edip sağa doğru yönelerek çantalarımızın birbiriyle öpüşmesini sağlıyor. Beklemediğimiz bu darbe ile motorumuz sola doğru savrulurken Bekir’in refleksleri ve tam da o sırada bizi sollayan arabanın dikkati sayesinde başımıza bir şey gelmeden bu tehlikeyi de atlatıyoruz. Daha sonra, bu kazanın Süleyman’ın dikkatsizliğinden çok bizim motorun fren lambası bozulduğu için olduğunu anlayacağız.


Kahvaltının ardından yolumuza gidiş geliş ama çok da trafik olmayan, bol virajlı ve bol tünelli yollardan devam ediyoruz. Gerçekten bol tünelli; çünkü sanırım burası ardı ardına 10-15 büyük tünelden geçilen ender yerlerden olsa gerek. Dağları yara yara geçermiş gibi hissediyor insan kendini. Bu doyumsuz manzaranın eşliğinde “Sarajevo” tabelasını gördüğümde kask içi solistliğim tekrar alevleniyor ve bu defa bildiğim tek Boşnakça şarkı yankılanıyor kaskımın içinde: Dino Merlin’den “Pala Magla”…


Kentin girişine motorlarımızı park edip, bir gün gecikmeyle vardığımız kentte önceki gün rezervasyonumuz olan Hayat Otel’i arıyoruz. Konuşma sonrası, dünkü konaklamanın ücretinin kredi kartımdan kesildiğini, rezervasyonumuz yanmış olsa bile bugün gelip ücretsiz olarak kalabileceğimizi söylüyorlar. Tam yanımızda duran polislere oteli sorduğumuzda, onları takip etmemizi söylüyorlar ve eski kentin içine doğru yaptığımız kısa bir yolculuğun ardından otelin önüne geliyoruz. Odalarımıza yerleştikten sonra saatin henüz 12 civarlarında olmasının da etkisiyle kısa bir mola verip dinleniyor ve saat 14:00 civarı kenti dolaşmak üzere çıkıyoruz. Otelimizin Baş Çarşı diye adlandırılan turistik bölgeye çok yakın olması sayesinde yürüyerek çarşıya varıyoruz.


Baş Çarşı, ülkemizdeymişiz hissini uyandıracak kadar bizden izler taşıyor; hemen her kentimizde yer alan eski çarşıların bir kopyası sanki. Dükkânlarda farklı dillerde konuşan insanlar olsa da havada bize yakın bir his asılı duruyor. Dükkânları gezmeden önce karınlarımızı şenlendirmek için “ünlü” Boşnak köftesi ile geziye başlamaya karar veriyoruz. Tırnak içinde ünlü; çünkü Boşnak yemekleri ile büyümüş birisi olarak Boşnak köftesi diye bir şeyden haberdar olmadığımın altını çiziyorum yol boyunca. Gerçekten, çarşıda gördüğümüz kadarıyla o kadar çok köfteci var ki bunun benimle ilgili bir sorun olduğunu düşünüyorum ama lezzetine baktığımda ise bunun bizim Tekirdağ köftesinden farklı olmadığını anlayınca, sonradan yaratılmış bir ünlülük olduğunu düşünmeye başlıyorum. Yani öyle çok da ahım şahım, farklı bir köfte değil yediğimiz; ama yine de boş karınlarımıza iyi geliyor. Köfteciden çıktıktan sonra tarihî Baş Çarşı’yı ünlü sebilinden başlayarak turluyoruz. Baş Çarşı, Osmanlı döneminden kalma ama hâlâ yoğun bir şekilde kullanılan ve turist akımına uğrayan bir alan. 16. yüzyılda Gazi Hüsrev Bey tarafından yapımına başlanmış ve dört bir yanı camilerle çevrelenmiş. Ayrıca, Gazi Hüsrev Bey adına bir han ve kendi türbesinin de yer aldığı bir cami de varlığını sürdürmeye devam ediyor. Saraybosna’nın sembolü hâline gelmiş sebili de o yıllarda inşa edilmiş. Gezimizi yaptığımız günlerin Ramazan’a denk gelmiş olması nedeniyle, dört bir yanı camilerle çevrili Baş Çarşı’da okunan duaların eşliğinde dolaşılıyoruz. Camilerin avlusunda, okunan duaları dinleyen Müslümanların yanı sıra İslam dini ritüellerine yabancı olan turistlerin yoğun ilgisi de gözümüzden kaçmıyor. Genellikle hediyelik eşya satan dükkanlardan meydana gelen Baş Çarşı’nın bir de Kapalı Çarşı’sı var içinde: Gazi Hüsrev Bezistan. Burası da dükkanları, mimarı yapısı ile bize son derece yakın gelen yapılardan birisi oluyor.


Baş Çarşı’daki ilk turumuzu tamamladıktan sonra, şehrin genel manzarasını izleyebileceğimizin söylendiği bir tepeye doğru yürüyoruz. Bu tepeye doğru çıkarken, bulunduğumuz topraklarda yaşanan acıları bir kez daha içimizde hissediyoruz; çünkü tepenin eteklerinde yer alan tüm alanı şehitliklerle donatmışlar.

Tepeye çıktığımızda, genel şehir manzarası dışında kentin dört bir yanının şehitliklerle donatıldığını görünce, acımız katlanarak çoğalıyor. Boşnakların yaşadıkları zulmü unutmaya da unutturmaya da haklı olarak niyetleri olmadığını anlıyoruz. Tepedeki bir diğer gerçeklik ise Saraybosna’nın eski ve yeni kentle birlikte gerçekten çok büyük bir kent hâline geldiği ve bu kadar yerin bir gecede gezilmesinin mümkün olmadığı. Bu yüzden tepedeki izlence ve dinlence süremizi biraz daha uzatıp, ayaklarımız altına serilmiş olan kentin keyfini sürüyoruz.


Baş Çarşı’nın hemen arkasında yer alan, yürüme mesafesi kadar yakın Yeni Çarşı ise Saraybosna’nın gelişmiş yüzünün ve aynı zamanda kiliselerinin merkezi durumunda. Bir iki caminin de bulunduğu bu alanda görkemli kiliseler gerçekten ilgi çekiyor. Akşamı sokak kefesinde kahvelerimizi yudumlayarak karşıladıktan sonra yeni çarşının hareketli sokaklarını turlayıp arka taraflarına yöneliyoruz. Doğru düzgün bir gezi planımız olmamasına rağmen, yol bizi 1. Dünya Savaşı’nın başlangıcı sayılan olayın gerçekleştiği noktaya çıkarıyor. 28 Haziran 1914 tarihinde, Avusturya-Macaristan veliahttı Franz Ferdinand’ın bir suikast sonucu öldürüldüğü bu noktaya, anısal bir müze yapılmış. Bizim vardığımız saatler geç olduğu için kapalı olan müzenin pencereleri de o döneme ait fotoğraflarla düzenlenmiş. Akşam turumuzu çok da uzatmadan, ertesi gün yola çıkacağımız için dinlenmemiz gerektiğine karar vererek Baş Çarşı’daki bir börekçide sonlandırıyoruz. Boşnak köftesini hiç duymadım ama anneciğimin nefis Boşnak börekleriyle büyüdüğüm için buradaki börekleri de tatmadan dönmek olmazdı. Girdiğimiz börek dükkanında da Türkçe bilen çalışanlara rastladığımızdan biraz sohbet edip, ardından patatesli, peynirli, yoğurtlu, kıymalı yani var olan tüm çeşitlerden alıp yemeğe koyuluyoruz. Elbette ki bu böreğe laf etmek ayıp olur. Odun ateşinde pişirilmiş, el açması börekler ağzımıza önce çıtır çıtır sonra lokum gibi yayılıyorlar.   


4 Ağustos Perşembe / Saraybosna – Mostar – Dubrovnik – Bar / 400 km






Sabah bizi bulutların sardığı bir hava karşılıyor. Kahvaltımızı edip, eşyaları motorların üzerine yerleştirene kadar da yağmur kendini göstermeye başlıyor. Yola çıkmadan yağmurun başlamış olması nedeniyle kendimizi şanslı hissediyoruz; henüz ıslanmadan yağmurluklarımızı giymemiz büyük bir avantaj olacak. Otelimizi ardımızda bırakıp yol tabelalarını takip ederek kenti geçiyor ve Mostar’a doğru ilerliyoruz.

Yağmur sağanak şeklinde yağsa da bir süre sonra şiddeti azalıyor. Yağmur altında, toprağın kokusunu ciğerlerimize çekerek doğanın içinde yol almayı sürdürüyoruz. Dağların arasından akan nehirleri takip eden yolların üzerinde giderken, yemyeşil doğasının güzelliği ile bizleri büyülüyor yine Bosna Hersek. Bu güzergâhta yollar tamamen gidiş geliş iki şerit. Şansımıza mı bilinmez ama fazla bir trafik yok yollarda. Yine de gidiş hızımızı 70-80’in üzerine, yağmur nedeniyle ve yol tabelalarındaki hız sınırları sebebiyle çıkaramıyoruz.

196 km sonra Mostar’ın sarı tabelası bizleri karşılıyor. Yağmurun da artık durmuş numarası yapıyor olması, köprü turumuzun daha iyi geçebileceğinin sinyali gibi geliyor ama tabelayı takiben dönüp de kentin içine doğru yol aldıkça, kendimizi İstanbul’da gibi hissetmeye başlıyoruz; çünkü trafik öyle yoğun ki ilerlemek mümkün olmuyor. Yağmur yine hafif hafif çiseliyor ama rahatsız edici boyutta olmadığı için rahatlıkla gezilebiliyor. Tarihi köprüye giden taş yapılar ve taş yollarla çevrili alana girdiğimizde ise şoka giriyoruz.  O ânâ kadar gördüğümüz en kalabalık turist istilasının burada yaşandığını fark ediyoruz. Tur otobüsleriyle gelen turistler sokağı öyle bir doldurmuşlar ki birilerine çarpmadan yürümenin imkânı yok. Kalabalıktan haz etmeyen bizler, hızla köprüye doğru giderek sokaktaki dükkânları pas geçiyoruz. Köprüye geldiğimizde de durum değişmiyor. Köprünün hâlâ ayakta durması ise şaşılacak şey; gerçekten bizimkiler iyi iş çıkarmış. Yakında yoğunluktan yıkılırsa da şaşmam doğrusu. Böyle kalabalık olunca, bir yeri gezebilirsiniz ama bence ruhunu yakalamanız gerçekten çok zordur. Çünkü boşluk yakalayıp bir fotoğraf çektirmek, aralardan geçip görmek gereken yerlere göz gezdirmek gibi telaşlarınız vardır ve size seslenen köprünün sesini duyamazsınız. Bizim için de tam bu söz konusuydu ama yine de taş köprünün, etrafındaki taş mimari ile birleşip bir ortaçağ kokusu taşıdığını hissettiğimi de söylemem gerekir. Köprüdeki ilginç etkinliklerden birisi de genç Mostarlıların köprüden nehre atlamaları. Eskiden bir gelenek olan ve sporcuların dayanıklılıklarını, erkeklerin de nişanlılarına cesaretlerini ispatlamak için yaptıkları bu atlayış günümüzde turistik amaca dönüşmüş bir şov hâline gelmiş. Turistlerden topladıkları bahşişler beklentilerini karşılayacak seviyeye geldiğinde, 24 metre yüksekliğindeki köprüden Neretva Nehri’ne dalıyorlar. Neyse ki köprüde bu şovu izleyecek kadar oyalanıyoruz ve bu atlayışın balıklama değil çivileme gerçekleştiğine tanık oluyoruz…

Biz yemek molasındayken sağanak hâlinde yağmaya başlayan yağmur kesilince yola devam etmek üzere motorlarımıza biniyoruz ve bugün programımıza göre serbest günümüz olduğundan, gidebildiğimiz kadar gitmeye niyetliyiz. Süleyman’ın önerisi Arnavutluk üzerinden İgoumenitsa – Yunanistan’a kadar inebilmek. Ama saatlerin 14:00’ü geçtiği sıralarda henüz Mostar’dan yeni yola çıkan bizler için önümüzde uzanan bu yaklaşık 700 km yolun ne kadarını gidebileceğimiz konusunda endişelerim olduğunu inkar edemem. Bu yol programına her şeyden önce, bugün yapacağımız yolun dışında bu planın yolu uzatıyor olması ve bizi ertesi gün için 1000km yol almak zorunda bırakacak olması nedenleriyle itiraz ediyorum. Süleyman’sa bu sayede otobana ulaşıp daha hızlı gideceğimiz için azimle bu yolu savunmayı sürdürüyor. Tartışmayı bir yana bırakıp, bakalım ne kadar gidebileceğiz diyerek yola koyuluyoruz. Hırvatistan sınırlarına girdiğimiz andan itibaren çevremizi kuşatan Adriyatik kokusuna dayanamayan bulutlar ortamı terk edip, hakkımız olan yaz güneşine bırakıyorlar yerlerini. Yollar da genişliyor önümüzdeki ama hız sınırları akıl almaz (bizler için) bir şekilde düşmeye devam ediyor. Adriyatik bize göz kırptığında ise ilk seyir noktasında biraz manzara izlemek için mola veriyoruz.

Trafiğin oldukça yoğun olduğu bu yollarda, sağ tarafımızda Adriyatik manzarası ve 60-70kmde seyreden hız sınırı sayesinde kendimi fotoğraf çekiminin kollarına bırakıyorum. Gerçekten geçtiğimiz her yol ayrı bir manzaraya eşlik ediyor. Öyle çok ada var ki Dalmaçya kıyıları adının hakkını veriyor gerçekten. Dubrovnik ufukta göründüğünde ise bir mola daha vererek, normalde iki gün kalacağımız bu güzel kenti sadece yukarıdan izlemekle yetiniyoruz. Franjo Tudman Köprüsü üzerinden geçip eski kente doğru yol alırken, denize girme hayallerimizin, programdaki kayma yüzünden hayal olduğu gerçeği ile yüzleşip amma da güzel yermiş diyerek yolumuza devam ediyoruz. Eski kenti de yukarıdan görmekle yetiniyoruz.

Ayrıca bu yol üzerinde tam üç ülkeye girip çıkıyoruz. İnsan hangi ülkede olduğunu şaşırıyor bazen. Hırvatistan’a girdikten hemen sonra Saray Bosna’ya bırakılmış küçücük bir kıyı şeridi yüzünden tekrar Bosna’ya girip Hırvatistan’a çıkıyor ve ardından Karadağ’a giriyoruz.  Karadağ’a girmemizle birlikte, Budva’ya giden yol bizi perişan ediyor. Çünkü hız sınırı 40’a düşüyor ve üç şeritli yolda, 10 km uzunluğunda bir araç zincirini takip ediyoruz. Yokuş yukarı gelenler için ayrılmış diğer şeride bırakın kimsenin göz koymasını bir tane Allah’ın kulu bile hız ihlali yapmıyor. Motor üzerinde bu hızda gitmek, yorulduğumuz ve terlediğimiz için bizi kahrediyor. Bu yol üzerinde tek nefes aldığımız nokta, kısacık bir feribot yolculuğu oluyor. Yoldan gitsek 50-60km fazladan gideceğimiz bir yolu feribotla kat etmeye karar verip isabetli bir karar veriyoruz. Sanırım dünyanın en kısa feribot yolculuğunu yapıyoruz; abartmıyorum yolculuğumuz sadece 3dk sürüyor. Ardından tekrar 40km hızla yola devam etmeye başlıyoruz. 30-40 km kadar, ha yükseldi ha yükselecek derken hız sınırının 30km’ye düşmesiyle bizim bütün sigortalar atıyor. Cehaletimizi, Doğululuğumuzu, az gelişmişliğimizi kuşanıp derhal tüm araçları solamaya başlıyoruz. Neyse ki kültürlü insanlar arasında olduğumuzdan yol iki şeride düştüğü hâlde zorlanmıyoruz; çünkü herkes bizim solladığımızı görünce sağa doğru yanaşarak bize yol açıyor. Öyle kararmış ki gözümüz artık ne polis durduracak, ne ceza yiyeceğiz gibi endişelerimiz kalmamış durumda. Trafiğin bu sıkıcı hâli sebebiyle Budva’nın güzelliğinin bile farkına varamadan geçip gidiyoruz. Bu sırada hava kararmaya başladığından benim endişelerim de artıyor. Artık bir gece yolculuğu daha kaldıramayacağımı, ertesi gün en az 1000km yapacağımız için dinlenmemiz gerektiğini düşünüyorum. Sonunda havanın kararmasıyla birlikte Ptrovac yakınlarındaki bir restoranda mola veriyoruz. Sabahtan beri yolda olmamıza rağmen, duraklarımız ve hız sınırları gibi nedenlerle bu saate kadar ancak 350 km civarında yol alabildiğimizi görünce, bu gecenin Yunanistan’da sonlanamayacağına hepimiz karar veriyoruz. Yemek yediğimiz yerden kalkıp yola çıktığımızda saatlerimiz 21:00’i gösteriyor ve çok kısa bir yol sonra Bar’a yakın bir yol kenarında otel yazısını gören Bekir, önüne park ediyor. Motordan uçarcasına inip, yer olup olmadığını soruyor ve aldığım yanıttan memnun olarak dönüyorum. Süleyman da ikilemeden motoru park ediyor ve hep birlikte daha fazla devam edemeyeceğimize karar verip odalara çıkıyoruz.



Sabah 6’da kalksak da hazırlanıp çıkmamız 7 civarını buluyor. Yine niyet Tiran’dan aşağı boydan boya Arnavutluk’u kat edip Yunanistan’a gitmek ve Igoumenitsa’da otobana ulaşıp oradan Kavala’ya gitmek şeklinde ama ben sabahtan itibaren kafa ütülemeye başlıyorum: “Mümkün değil bir günde bu yolu almamız. Arnavutluk yolları kötüymüş diyorlar; zaten orada kaybedeceğiz; bir de üstüne yolu uzatıyoruz bu yoldan gitmeyelim” diye söylenip duruyorum. Tiran üzerinden Ohrid oradan da geldiğimiz yoldan geri Kavala bana en mantıklı gelen yol ama beyler geçtiğimiz yoldan geçmeyelim diye direttiklerinden laf dinletmek mümkün olmuyor.





5 Ağustos Cuma / Bar – Tiran – Elbasan - Ohrid – Kavala / 759km


Bar’dan kısa bir süre sonra Arnavutluk sınırından geçiyoruz. Geçmemizle birlikte sanki ülke değil de kıta değiştirmişiz gibi bir izlenim edinmemek imkansız. Balkanlar’dan Ortadoğu’ya geçmişiz gibi bir doğa, mimari ve yaşam izleri söz konusu. Trafik tam da Boban’ın dediği gibi bir keşmekeş olmaya başlıyor. Her yerden çıkan arabalar, bozuk yollarda toz duman içerisinde gidiyorlar. Bir süredir unuttuğumuz korna sesleri ardı ardına ortaya çıkıyor ve Tiran yakınlarında bir yerde öğle yemeği için mola veriyoruz. Benim iki gündür söylene söylene yapamadığımı Bekir bir yemek molasında yapıyor ve “arkadaşlar Tiran’dan Elbasan’a geçip oradan Kavala’ya gidelim bu yol şartlarında diğer yoldan bugün Kavala’ya varmamız mümkün değil” deyince Süleyman yine isteksiz ama muhalif ses ikiye çıkınca uyumlu bir şekilde kabul ediyor.


Arnavutluk gerçekten yolu, trafiği ve doğasının çoraklığıyla gezinin en faydasız kısmı oluyor. Belki başka amaçla gezmeye gelenler aradıklarını bulabilirler ama motor turu yapacak olanlar için kesinlikle önermeyeceğim bir güzergâh. Bu yolda tek işe yarar rota olarak Tiran –Elbasan yolunu söyleyebilirim ama onun dışında geçtiğimiz tüm bölgeleri bizde bir an önce geçip gidelim buralardan hissinden başka bir şey yaratmadı. Tiran’a girdikten sonra işlerin daha iyiye gideceğini sanırken, kendimizi daha büyük bir karmaşanın ortasında buluyoruz. Trafik çileden çıkmış bir hâlde ve kimsenin kimseyi taktığı yok. Bir haftadır herkesin yol vermesine alıştığımızdan, yani güzel şeylere alışmak kolay olduğundan, uyum sağlamakta cidden zorlanıyoruz. Sanki araçlar özene bezene üzerimize sürüyorlar. Sonunda dayanamayıp, sağımdaki solumdaki arabalara el kol işareti yapıp durdurarak geçişimizi kolaylaştırmaya çalışıyorum. Tiran’dan Elbasan’a doğru giden yol trafik açısından daha insani bir hâle bürünüyor. Bu yol oldukça dağlık bir bölge. Arnavutluk’un bayrağında yeri olan kartalların yuvası olan bu dağlarda uçan büyük kuşları ve tepelere çıktıkça altımızda serilen manzarayı izlemek hepimizi sakinleştiriyor. Yol, alıyor bütün sıkıntılarımızı.


Makedonya’ya yaklaştıkça günlerdir içinde olduğumuz yeşil doğaya tekrar kavuşuyoruz; ama yanı sıra yağmur bulutlarına da Makedonya sınır kapısında tekrar kavuşunca, yağabilir düşüncesiyle yeniden yağmurluklarımızı giyiyoruz. İyi ki de giyiyoruz; çünkü 10-15km demeden bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başlıyor. Ohrid Gölü manzarasına eşlik eden iri damlaları kaskımdan izlerken Struga’ya giriyoruz. Struga’da tekerimiz artık suları yararak ilerlemek zorunda kalıyor ve bu yüzden çok yavaş ve dikkatli gidiyoruz. Bu arada ilerlediğimiz bu yol, bizim bulamadığımız ve zorunlu olarak Sırbistan’a girmemize yol açan yol. Struga’nın da Ohrid Gölü kıyısında ama Ohrid kadar gelişmemiş bir kent olduğundan başka bir şey fark edemiyorum yağmura odaklı dikkatim yüzünden. Kısa bir süre sonra Ohrid’ye girdiğimizde ise yağmur biraz hızını kesiyor ve ışıklarda beklerken, yeşil yanınca kalkışımız arkanın sola kaymasıyla olunca Bekir benim yaptığımı düşünerek arkasına dönüyor ve ne olduğunu soruyor. Ben, kıpırdamadım bile, deyince kaydığımızı düşünerek devam ediyoruz. O andan itibaren motorda inceden bir ses hâkim oluyor ama ben bu sesi hava şartlarından dolayı rüzgârın uğultusu sanarak umursamıyorum.


Manastır kapısından Florina’ya doğru yol alırken, saatlerimiz 19:00 civarını gösteriyor ve yağmur sonrası gün batımında nefis renk oyunları ile devam ediyoruz yola. Gün öyle güzel batıyor ki bütün yorgunluğumuzu alıp götürüyor sanki.
Trafiğin iyiden iyiye azalması ve düzgün yollara girişimizle birlikte, Kızıl Maske’den gelen ses iyice yükseliyor ve bir homurtuyu andırıyor sanki. Ben duyduğum sesi rüzgâr sanmaya devam ederken, aynı ses Bekir’in de uzun zamandır dikkatini çektiğinden yavaşlıyor ve benim duyup duymadığımı soruyor. Ben önden geldiğini, o arkadan geldiğini söylüyoruz. Sonunda arkadan geldiğine karar verip bir süre daha devam ediyoruz. Artık kulağımız sürekli seste; çünkü yolda ilerledikçe ses de çevremizdeki görüntüler gibi değişiklik göstermeye başlıyor. Artık sesin içine dâhil olan metalik yankı yükseldikçe yükseliyor. Birkaç mola daha vererek sesi dinliyor, ne olabileceğine dair tahminler yürütüyor ve tüm tahminlerimizde yanılıp yola devam ediyoruz. Nasıl olduğunu anlamasak da arada bir ses kesiliyor ve o zaman daha hızlı giderek yol almaya çalışıyoruz. Selanik girişinde ise Kızıl Maske “beni buraya sokun ve tamir edin” dercesine çılgınlar gibi bağırmaya başlıyor. Artık rüzgârın uğultusu, korkunç bir tren gürültüsüne dönüşüyor. Otobanda yol kenarına çekip karanlığın içinde ne yapacağız diye düşünüyoruz. Bekir hemen biricik ustamız Kemal Yetim’i arıyor. Sağ olsun bizi sakinleştirmeye çalışan Kemal, tekerdeki diferansiyelde bir sorun olabileceğini, motoru çok zorlamadan ilerlememizi, en yakın yerde tamir ettirmemizi söylüyor.
Selanik’in girişinde durup bu felaket haberi de almış bizler, Kızıl Maske’nin işaretini anlamamakta direnip Kavala’ya kadar gitme kararı alıyoruz. Dura kalka, yavaşlaya yavaşlaya geldiğimiz için saatlerimiz 22:00’yi geçerken, Selanik’ten Kavala’ya doğru yola koyuluyoruz ama artık takatim kalmamış durumda. Sabahın 6’sından beri geçmediğimiz yer, görmediğimiz hava durumu, çekmediğimiz trafik eziyeti kalmamışken bedenimin iflas ettiğini ve beni tüm gücüyle uykuya doğru ittiğini hissediyorum. Zaten 40km hızla gittiğimiz için kasklarımızın önü açık ama yüzüme esen rüzgar bile vücuduma gelip yerleşmiş yorgunluğu atamıyor. Beynim tüm savaşıma rağmen aralarda kestirmeye başlıyor ama Bekir bunun farkında olmadığından her seferinde bir şeyler söyleyerek beni uyandırıyor neyse ki. Hayatımda herhalde hiçbir yolun bu kadar bitmez olduğunu düşünmemiştim diye geçiriyorum içimden. Önümüzde hepi topu 150 km yol var ama genellikle 40-60 km hızla gittiğimiz için bitmek bilmiyor. Saatler 01:00’i gösterirken sonunda Kavala’ya ve otelimiz Galaxy’e varıyoruz. Oda işlemlerini ayarlayıp da dışarıdan eşyaları taşımaya yardıma gittiğimde, Bekir’in Kızıl Maske’nin yanına çömelmiş, üzgün bir yüzle onu seyrettiğini görüyorum. Ne oldu demeden, yerdeki yağ birikintisi gözüme çarpıyor. Bekir, “Yağını da akıttı yazık” diyor. Gerçekten, sanki Kızıl Maske bizim ona biçtiğimiz canlı nesne rolüne uyum sağlarcasına bizi koruyup kollayıp, geleceğimiz yere kadar getirdikten sonra iflas ediyordu. Artık sorunu ertesi gün çözmek üzere motorları aşağıda bırakıp eşyalarımızı taşıyoruz.


Normalde programa göre içinde bulunduğumuz Cumartesi günü yola çıkıp Ankara’da olmamız gerekiyor ama Kızıl Maske’nin durumu bunun gerçekleşemeyeceğini haykırıyor adeta. Yine de en azından bugün tamir işini hallettirebilirsek bir gün gecikmeyle işimize gücümüze döneriz diye düşünüyoruz. Erkenden kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra, Süleyman ve Bekir, motoru gösterecek bir tamirci bulmaya gidiyorlar. Biz de Ayşe’yle Kavala’nın tarihi turistik mekanlarını gezmeye karar veriyoruz. Çarşıda gezerken o gün 12’de kapatacaklarını öğreniyoruz. Nedenini sorduğumuzda da bütün Yunanistan’da 12’de işin bırakıldığını söylüyorlar. Bu durumda tamirciler de 12’de kapatıyorsa yandık diye düşünüyorum ki durumun böyle olduğunu öğrenmekte de gecikmiyoruz. Bekir, arayıp tamirci bulduklarını ama adamın 12’de kapatacağı için işin pazartesiye kaldığını söylüyor. Normalde olsa Kavala gibi bir yerde kalmış olmak herkesin hoşuna gider elbette ama Bekir’in iş konusunda ne kadar titiz olduğunu bildiğim için bu zorunlu tatil durumu hiç işime gelmiyor. Sahilde beylerle buluşup neler olduğunu öğreniyoruz. Meğer Kızıl Maske’nin diferansiyel rulmanı dağılmış, dağılmakla da kalmamış paramparça olmuş. Yeni parçanın Selanik’ten gelmesi gerekiyormuş. Yani geldiğimiz yol boyunca tekerin kilitleyip bizi üzerinden fırlatmamış olması ya büyük bir şans işi ya da BMW’nin teknoloji başarısı olsa gerekmiş…


Kavala, bizim Ege kent ve kasabalarını andıran şirin bir deniz kenti. Kıyı boyu yürüyüş yapıp, öğle yemeği için denize nazır bir restorana oturup mezeler eşliğinde biralarımızı yudumlamaya başlıyoruz. Bu arada Kızıl Maske’nin problemi çözülemezse pazartesi günü onu bir kamyonla sınıra kadar götürüp oradan da bir kamyon ayarlayıp İstanbul Borusan’a kadar nasıl ulaştırırız diye restoran görevlisinden yardım istiyoruz. Türkçe bilen görevli bizi bir nakliyeci ile tanıştırdığında bu işin oldukça tuzluya patlayacağını anlıyoruz çünkü sadece sınıra kadar götürmek için 400 eurodan bahsediliyor. Yunanlıların bu dinlence anlayışlarından ve motoru bıraktığımız ustanın pek de güven telkin etmemiş olmasından dolayı, ikinci bir planımız olması gerektiğini düşünüyoruz. Nakliyecinin telefonunu cebimize koyup leziz mezelerimizi de yedikten sonra hediyelik dükkânlarını turluyoruz biraz. Hemen yanımızda uzanan eski kenti gezme fikrime pek sıcak bakan olmuyor; herkeste bir yorgunluk hâkim ve otelin yolunu tutup biraz dinlenmeye, akşam yemeğine kadar uyumaya karar veriyoruz. Akşamsa mavi sandalye masaları ile Ege’nin kokusunu taşıyan bir restoranda, Yunan müziği eşliğinde yemeklerimizi yiyip, bu defa Uzo ile şenlendiriyoruz gecemizi. Turumuzun sonuna geldiğimizden bir çeşit kutlama yemeği de oluyor bizim için.


Ertesi gün Süleymanlar erkenden yola çıkıyorlar; her ikisinin de çocukları burunlarında tüttüğünden ve çocuklar da huzursuzlaşmaya başladığından, tatili daha fazla uzatma şansları olmuyor. Bizse uzun süredir alamadığımız uykumuzu alıp kahvaltımızı yaptıktan sonra denize girmeye karar veriyoruz. Küçük bir internet araştırması sonrası her yerde Thassos’dan (Taşoz) bahsedildiğini görünce oraya gitmeyi öneriyorum. Otelimizin hemen yakınındaki feribot iskelesine gidip şansımızı deniyoruz ve 15dk içinde kalkacak olan feribota biniyoruz hemen. Thassos, Kavalalıların yüzmek için en çok tercih ettikleri ada ve Yunanlıların bir büyük başarısı da bu adanın ne kadar popüler olduğunu umursamayarak onu korumayı, doğal hâliyle kollamayı tercih etmiş olmaları. Gerçekten ufak tefek, tek katlı evlerin oluşturduğu bir iki kasaba ve köy dışında üzerinde bir yapılaşmaya izin verilmemiş. Uçsuz bucaksız sahiliyle ve Ege’nin muhteşem suyuyla gerçek bir hazine olduğunu, adayı görür görmez anlıyor insan. Suyunun ve kumunun güzelliği ise anlatılamayacak lezizlikte. Bu zorunlu kalışın en güzel, en keyifli anlarını yaşıyor, denizin ve kumun tadını çıkarıyoruz bütün gün. Yemeklerin oldukça uygun fiyatlarda ve bol çeşit olması da cabası. Bu arada Ege’de olmamız nedeniyle balık konusunda zengin bir bölgede bulunmamıza rağmen yememeyi tercih ediyoruz; çünkü balık fiyatları konusunda ultra lüks takıldıklarını söylemek yanlış olmaz. Ülkemizdeki restoran fiyatlarının üç katı fiyat çekiyorlar restoranlar. Bizimki gibi balık cenneti bir ülkeden gelince de elbette balıktan vazgeçmek zor olmuyor.



Bekir de ben de ertesi gün için duyduğumuz heyecan ve stresle akşam huzursuzuz. Sabah erkenden kalkıp tamirciye gitmeye ve işin başında durarak bitmesini sağlayıp yola çıkmaya karar veriyoruz. Akşam, bu nedenle, çok uzatmadan biraz geziyoruz. Kıyıda yer alan bir İtalyan restoranında nefis pizzalarımızı yedikten sonra denizin dibine atılmış masalarla dolu sahildeki bir kafede kahvelerimizi içip otelimize dönüyoruz.


Ertesi gün erkenden kalkıp, kahvaltının ardından odamızı boşaltıp eşyalarımızı otelin emanetine koyuyoruz. Oteldekiler durumumuzdan haberdar oldukları için daha biz söylemeden sorun olursa o akşam da oda ayarlayabileceklerini söylüyorlar. Biz bu ihtimalin söz konusu bile olmamasını istesek de içimiz rahat bir şekilde tamircinin yolunu tutuyoruz. Biz gittiğimizde, jölelenmiş saçları, içine bir şey giymeden üzerine çektiği tulumuyla apayrı bir ekole imza atan Zoran Usta, elindeki soğuk kahvesine eşlik eden sigarasını tüttürerek ve neden geldiniz diyen gözlerle karşılıyor bizleri. İngilizce de bilmediği için anlaşamıyoruz ve bizimkileri bu tamirciye getiren kayınbiraderi gelene kadar da pek konuşmuyoruz. Yarım saat sonra diğer arkadaş gelince henüz siparişin bile verilmediğini öğreniyoruz. Zaten stresli olduğumuzdan iyice geriliyoruz ve biz gidip Selanik’ten alalım deyince çok şaşırıyorlar. Neden bu kadar zahmete gireceğimizi anlayamamalarını biz anlayamasak da Zoran bize sürekli “relax, don’t stress, you are in Greeek” dedikçe bütün sigortalarımın atmaya başladığını hissediyorum. Biz tamircilerin hızla işlerini yapmalarına, çalışkanlığına alışmışız, böyle bir modeli görünce, hele de acelemiz varken insanın boğası geliyor ne yalan söyleyeyim. Sonunda kayınbiraderler bizim orada durmamıza gerek olmadığını, sipariş verildiğini, kurye gelince bize haber vereceklerini söyleyerek bizi sepetledikten sonra dükkân önü yayılmalarına devam etmek istediklerini anlıyoruz. Daha fazla sinirlerimizi germemek için zorlamayıp merkeze iniyoruz. Gidecek miyiz, kalacak mıyız bilemeden geçen saatlerin ardından saat 18 gibi tekrar dükkana gittiğimizde, parçanın gelmediğini, ertesi güne kaldığını öğreniyoruz. Çıldırmak işten değil gerçekten. Ama yapacak çok bir şey de yok; bizim sinirlenmemizi müteakip Zoran da kendi dilinde sinirlendiği ve Kızıl Maske elinde olduğundan, kendimize hakim olup gerisin geriye otelin yolunu tutuyoruz.


Neyse ki ertesi gün her şey yolunda gidiyor ve sabahtan gelen parçayı taktıktan sonra herkesin yüzü gülmeye başlıyor. Parçası 100 Euro tutan masrafa 150 Euro kadar süper işçilik ücreti ekliyor Zoran; ee hakkı tabii o kadar çalıştı adam(!) Bizimse umurumuzda değil ne kadar kazık yediğimiz; biran önce yola çıkma derdindeyiz sadece. Sonunda Kızıl Maske’mize kavuşup otele gidiyoruz. Oteldekiler de en az bizim kadar seviniyorlar sorunun çözülmüş olmasına ve neredeyse arkamızdan su dökecek içtenlikle yolcu ediyorlar bizi. Kavala kesinlikle tatile gelinecek ama yolda kalınırsa asla sığınılmayacak bir yer olarak not defterlerimizdeki ve ardımızdaki yerini alırken, biz geldiğimiz güzergâhtan evimizin yolunu tutuyoruz.
O geceyi Ankara’da geçirip, ertesi gün hızla çukurlu yollarımızdan, otobanlarımızdan, tamir tadilat çalışmaları arasından kazasız belasız varıyoruz yuvamıza; keyifli bir yorgunluğun ardından ve bolca hatırayla…


Yol Notları


·         Balkanlar’da genel olarak bir Türk sevgisi hakim. Geçmişin Osmanlı izlerini ve günümüzde de Türkiye’yi büyük bir sevgiyle anıyorlar.

·         Makedonya, Sırbistan ve Bosna Hersek’te Türk dizileri çok ilgi görüyor.

·         Benzin Yunanistan’da bizimle yarışır seviyede fiyatlar sergiliyor. Özellikle sınıra yakın bölgelerde yer alan benzinliklerde 1,73Euro, içlerde ise 1,63 Euro fiyatla satılıyor. Diğer Balkan ülkelerinde ise bize göre oldukça ucuz olduğunu söyleyebilirim.

·         Su, hem pahalı hem de lezzetsiz olması nedeniyle ilgimizi çeken bir ürün oldu.

·         Et yemekleri genellikle (Müslüman yoğun olmayan bölgelerde) domuz eti ya da domuzla karışık dana etinden. Sadece dana eti olan ürünlerin de bizim damak tadımıza göre biraz yavan kaldığını söyleyebilirim.

·         Makedonlar genel olarak çok sıcak kanlı insanlar; Sırplar ise bölgesel olarak değerlendirilebilir. Kimi yerlerde çok güler yüzlü iken kimi yerlerde son derece soğuk Sırplarla karşılaşabilirsiniz.

·         Yunanistan otobanı kesinlikle 1. Sınıf bir otoban. Otobanın ne demek olduğunu anlamak için birebir. Bizim geçtiğimiz dönemde nedenini çözemedik ama Selanik’e kadar olan bölümünde hiç para ödemedik; tüm gişelerden geçiş ücretsizdi.

·         Makedonya’da otobandan geçmedik ama yollar geniş ve ufak tefek çukurlar dışında sorunsuz. Sırbistan otobanı da gayet iyi ama çoğunlukla otoban yok; olmayan kısımlardaki yollar da bölgeye göre değişiklik gösteriyor. Yine de hiçbir yerde kurallara aykırı davranan insanlar olmadığından güvenli sürüş yapılabiliyor. Bosna Hersek yolları ise bizim yollar gibi tümsek, yama ve çukurlarla dolu ama genellikle trafik olmadığından sorun olmuyor.

·         Yol işaretleri ve tabelalar konusunda Yunanistan çok başarılı. Sırbistan da genellikle başarılı ama siyasi nedenlerle bazı yerlerde kaliteden ödün verdikleri çok açık. Makedonya, Bosna Hersek ve Hırvatistan’da da tabela ve yol işaretleri konusunda hiçbir sorun yok. Arnavutluk ise tam bir felaket. 

·         Yunanistan otobanında hiç benzinlik yok. Bu yüzden ilk defa buradan geçeceklerin dikkatli olması gerekiyor. Bizim otobanlardaki gibi hemen otoban kenarına kurulmuş dinlenme tesisleri yok. Onun yerine otobandan çıkmanızı sağlayan ara yollardan 3-5 km içerilere kurulmuş dinlenme tesisi ve benzinlik işaretlerini takip ederek çıkışı kaçırmamak gerekiyor.

·         Sırbistan ve Bosna’da İngilizce bile insan bulmak biraz zor. Bir de buralarda genel olarak onların dilini biliyormuşsun gibi davranıp, rahat rahat konuşma modası var.

·         Turun En Güzel Yolları:

o    Visegrad-Saraybosna (*****) (Bosna Hersek)

o    Cacak – Uzice (****) (Sırbistan)

o    Metkovic – Dubrovnik (****) (Hırvatistan)

o    Rezen-Ohrid (***) (Makedonya)

·         Turun En Sinir Bozucu Yolları:

o    Uzice – Visegrad (*****) (Sırbistan)

o    Bujanovac – Lescovac (***) (Sırbistan)

o    Lescovac –Kragujevac (**) (Sırbistan)

o    Dubrovnik-Budva (**) (Hırvatistan)

1 yorum:

  1. Merhaba:)
    Rota planlarken, tesadüfen rastladım.Çok güzel yazı. Bekir'e çok selamlar.
    Not: Süleymanı'ı da iyi tanırım
    Prof. Dr Ali Aydın Altunkan

    YanıtlaSil