14 Ekim 2011 Cuma

BUGÜNDE YAŞANAN GEÇMİŞ: MARDİN


Rastlantı bu ya, birlikte oturmuş, günün, paçalı güvercinlerin taklaları eşliğinde Mardin’e veda edişini izliyorlardı. Masalların sonlarında elmalar düşerken, masal kentinde alev topları yağıyordu sanki gökten; görkemli, güçlü, acı ve herkesin üstüne. Mezopotamya’nın bu masal kentinde yaşayan herkesin kısmetine düşüyordu bir kızıl düş. Paylarına düşen kızıl düşlerini alıp, Mardin gibi sessizliğe gömülecek ve kendi masallarını yaşayacaklardı ama bir anda aklına düşen soruyla; düşleri, sessizliği, huzuru ve unutulmuşlukları dağıttı yabancı: “Kimsin sen?”…

Vadiye yayılan kızıl buluttan gözlerine sürmeler çekmiş olan bu insansı yaratık, cevap verdi isteksizce ve o cevabın devamında olacakları bilerek: “Şahmeran”…

Fark edilmiş olmasının kör büyüsüyle, göz alıcı güzelliği Mardin’in üzerine bir fırtına gibi inerken, kalın dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle, gökten aldığı alev toplarını savurdu yabancıya. İşte o anda başladı güzergâhı bilinmeyen yolculuk…

“İyilik için yaratılan; yaptığı iyiliklere karşılık ihanete uğrayan ve insanoğlu tarafından yok edilmeye kalkışılan güzelliğin ta kendisiyim ben: Mardin’im ben…” diye fısıldadı yabancının kulağına ve o zaman, ürpertinin korkuya karıştığı en derininde hissetti yabancı, binyılların tanığı olmaya hazırlandığını.

Kızıl bir hortumla, bir yerlere savrulduğunu fark etti; geldiği yerlerden çok uzaklarda bir yerlere. Yabancı, daha önce Şahmeran hikâyeleri dinlemiş, okumuş ve cam altı boyamalarından, bakır tepsilerden izlemişti onun büyüleyici güzelliğini, bilgeliğini, uğuruna duyulan inanışı; ama yılan şeklindeki kuyruğuna rağmen, nasıl olduysa tanıyamamıştı onu. Şimdiyse hiç planda olmayan bir yolculuğa, bir bilgeyle birlikte çıktığı düşüncesi, onun tüm korkularını yenmesine ve heyecan hissetmesine neden oluyordu.
 
Aklını biraz toparladığında, aslında oturduğu yerden başka bir yerde olmadığını ama oturduğu yerde olan hiçbir şeyin aynı olmadığını fark etti. Bir sis bulutu arkasında onu izleyen Şahmeran, tepesinde gezen iki güvercini de alarak, yabancıya doğru yaklaştı: “Kalk, bugünün altında yatan geçmişin içinde gez.” diye buyurdu ve bir anda yok oldu. Ayağa kalktı ve güneşin ilk ışıklarıyla kamaşan gözlerinin üzerine elini yerleştirerek vadiyi gözledi; sanki her şey yerli yerinde ve olması gerektiği gibiydi…
Sakinleşmesi gerektiğini düşünerek, kalabalığa karışmadan önce, sanki vadinin sükûnetini içinde barındırsın diye tek başına yapılmış gibi duran Kasımiye Medresesi’ne doğru yola koyuldu. 14. yy Artuklu eseri olup, 15. yy’da Akkoyunlular tarafından tamamlanmış olan bu medrese, Mardin mimarisinin eşsiz eserlerinden birisi olarak, yabancının arzu ettiği sığınma mekânının ta kendisiydi. Neler olup bittiğini anlamak ve gördüklerinin bir düşten ibaret olduğuna inanmak için biraz zamana ve sükûnete ihtiyacı vardı. Medreseye yaklaştıkça, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamaya başlıyordu; kıyafetleri ve konuşmalarıyla, geçmiş yüzyıllardan gelme olduğunu tahmin ettiği insanlar harıl harıl çalışıyor; sırtlarındaki inşaat malzemelerini içeri taşıyorlardı. Saçmaladığını, bir restorasyon çalışması olduğunu düşündü ama kapının önünde, iyiden iyiye silik bir hâl almış şekilde duran Şahmeran’ın onu kapıdan içeri buyur ettiğini görünce, bu düşün sona ermediğini anladı. İçeriye girdiklerinde, Kasımiye Medresesi’nin tamamlanmak üzere olan inşaatı döneminde olduğunu anladı. Etrafı incelerken, büyük bir gürültü koptu ve herkes bir yerlere kaçışmaya başladı; kimse onu görmüyor, hissetmiyordu ama yabancı da bir anda kendisini saklanırken buldu. Kapıdan içeri, ihtişamlı kıyafetleri içinde ve ardında yüzlerce askeriyle padişah olduğu her hâlinden belli olan bir adam girdi. Şahmeran fısıldadı yabancının kulağına: “Akkoyunlu padişahı Kasım. Mardin’e büyük yatırım yaptı ve kendi mimari örneklerini sergiledikleri bu medrese gibi pek çok eserin yapılmasını sağladı. Kendilerinden önceki eserleri yakıp yıkmak yerine, kendi yaptıkları eserlerle onları takip etmeyi tercih etti.”...
Saklandığı yerden kafasını uzatıp, önünde uzayıp giden Mezapotamya’nın büyülü havasını içine çekti ve padişahın yanından sıyrılarak geçti, kapıdan dışarı çıktı. Sadece bir defa geri dönüp baktı; biraz önce inşa hâlinde olan Kasımiye Medresesi’nin önünde sıralanmış küçük kız çocukları, boncuktan kolye ve bilekliklerini satıyor, arabalarını park edenler, gezmek üzere Kasımiye’nin yüzlerce yıllık merdivenlerini arşınlıyorlardı. Şaşırmaktan yorgun düşmüş olan yabancı, aklından tek bir şey geçirdi: “Buraya gün batımında gelmeliydim.”…
Yabancı, Kasımiye Medresesi’nin ardından, artık her sürprize hazır hissediyordu kendini ve adımlarını, bunu bilerek atmaya başlamıştı; dünü ve bugünü bir arada yaşamak, sanıldığından da zordu ama denemeye değerdi. Mardin’in dar sokaklarına doğru adım attığında, kafasından geçen düşünceler bunlardı. Sarının hüzün veren dokusunun tüm benliğini sarmasına izin vererek, uzun duvarlar arkasına saklı yaşamları hayal etmeye koyuldu. O anda, yanından geçtiği kalker taştan ince kabartmalı eski konağın ağır ve yıllara dayandığı belli olan büyük tahta kapısı, tüm ihtişamıyla açılıverdi. İçeri doğru göz ucuyla baktığı kapının ardında duran avluda, Şahmeran’ın onu beklediğini görünce, hevesle adımlarını ona doğru attı. “Sessiz ol!” dedi Şahmeran, “Bu insanlar, diğerlerine son derece saygılı bir yaşam sürerlerken, kendi mahrem alanlarına da saygı gösterilmesini beklerler. Bu nedenle duvarlarını böylesine uzun tutmuş, kapalı aileler olarak yaşarlar. Ha sanma ki misafirlere kapalıdır kapılar; ama davetsiz misafirler, senin benim gibi görünmez de olsalar, onların bu taleplerine saygı göstermek zorundalar.”. Şahmeran’ın sözleri kulaklarında yankılanırken, yabancının gözleri, hayranlıkla evin avlusunda ve dış duvarlarında gezmekteydi. O sırada, evin sadece girdiği kapısı olmadığını, bir de arka tarafa açılan kapıya sahip olduğunu fark etti. Güneş ışıklarıyla iyiden iyiye belirginleşen sarı duvarlar üzerindeki işlemeler göz kamaştırıyor, esen rüzgâr, evin duvarı üzerinde yer alan havalandırma deliklerinden içeri doğru yol alıyordu. O sırada, kapı tokmağının güçlü sesi yankılandı avluda. Alt kattan çıkan yerel kıyafetli genç bir kız kapıyı açtı. Anlayamadığı bir dille konuşuyorlardı; aklında kalan sözcükler, “Serkis Elyas Lole” oldu. Konuşmanın ardından kapanan kapı, yabancının çıkışı için açılacak ve yabancı, evden tek başına çıkacaktı...      
Dar sokaklarda yan yana yapılmış ve her biri bir saray yavrusu olan konaklar arasındaki yolculuğu sürerken, yanından gelip geçen eşekler ve sahipleri onu görmüyorlar bile. Eşeklerin kiminin sırtında bir çocuk, kiminin sırtında evlerden toplanmış çöpler, kiminin sırtındaysa yığılı odunlar; yabancı da bilmiyor şimdi bunların hangisi bugünden, hangisi dünden… Dar sokakların araçları olan eşekleri ardında bıraktığında, karşısındaki demir ve heybetli kapıdan büyük bir kalabalığın içeri doğru girdiğini fark ediyor. Kapının üstüne doğru kafasını kaldırdığı zaman, çan kulesi yanında duran Şahmeran’ı görünce, kendisinin de içeri girmesi gerektiğini anlıyor artık. Avludan içeri attığı adımla birlikte, yoğun kalabalığın da etkisiyle, kiliseye doğru sürükleniyor; neler olduğunu bilmeden… Gözlerinin yakarırcasına Şahmeran’ı aradığı tıklım tıklım dolu kilisenin içine girdiğindeyse, küçük pencerelerden süzülen ışığın büyüleyici bir atmosfer sunduğu ayinin tam ortasında buluyor kendisini. Daha önce de kiliselere gidip ayin izledi aslında yabancı ama bunda bir fark var; herkes, derin iç çekişlerle ama sessizce ağlıyor. Süryanice olduğunu tahmin ettiği ayinde papazın sözleri can yakıyor besbelli; hem kendi hem de katılanların canını yakan bir şeyler oluyor. İçten içe söylenmeye başlıyor yabancı: “Neredesin Şahmeran, neredesin?”. “Artık bana ihtiyacın kalmadığını düşünmeye başlamıştım!” diyen alaycı bir sesle yanında bitiyor Şahmeran yabancının. Merakını gizleyemeyen yabancı, “Neler oluyor burada?” diye heyecanla soruyor Şahmeran’a; “Anlayamıyorum neden ağlıyor bu insanlar?”. “Bugün, Mor Behnam’ın kafatası, Mısır’dan kiliseye getirtildi ve şu an izlemekte olduğumuz ayinle, adına yapılmış olan bu kiliseye konuluyor.”…
 
Yaşadığı bu doğaüstü olaylardan yorulmuş olan yabancı, Kırklar Kilisesi’nin avlusundan hızlı adımlarla çıkıp, kendini tekrar sokaklara attı. Karışık düşünceler zihnini oylamaktayken, önüne geldiği heybetli yapı, ona durmasını söylüyordu sanki. Tıpkı Kasımiye Medresesi’ndeki gibi sağlı sollu iki kubbeye sahip olan bu yapı, kubbeleri arasında gerili olan ve güvercinlerin sıra sıra dizildiği zincirinden de belli olduğu üzere, Zinciriye Medresesi olmalıydı. Peki, bu zincir yıllar önce ortadan yok olmamış mıydı? Anladı, bugünde değildi…
Yıllara meydan okuyan medresenin merdivenlerini tırmandı. Avluya girdiğinde, onu karşılayan sessizlik garip gelmişti; ne bugüne dair turistler ne de düne dair öğrenciler yoktu. Daha dikkatle kulak verince, inceden bir ses duydu üst kattan gelen. Üst kata çıkıp yeni sürpriziyle karşılaşmadan evvel, eyvana doğru yaklaştı. Gürül gürül akan ve havuzu iyiden iyiye doldurmuş olan suyuyla eyvanda yüzünü yıkamak ve canlılığına tekrar kavuşmak istiyordu. Eyvanın çeşmesi yanına bırakılmış olan yeşil ve irice sabun kalıbını eline aldı. Sabundan mis gibi bir defne kokusu yayıldı tüm benliğine; hayatında belki de ilk defa böylesine temizlendiğini hissetti. Defne sabununun kokusu, dünle bugünün arasında kaldığı köprüde yaşadıklarının, ömür boyu unutamayacağı değerli bir hatıra olduğunu kazımıştı sanki yüzüne.
Dar ve karanlık merdivenlerden yukarı doğru attığı adımlarla ulaştığı üst katta, biraz önce zorla duyabildiği sesler, artık iyiden iyiye seçilir olmuştu. Sesin geldiği yere doğru ilerledi ve odaya doğru uzattı kafasını; yerlere sıralanarak oturmuş olan öğrenciler, sessizce ve büyük bir ciddiyetle derslerini dinliyorlardı. Onlardan ödünç aldığı sessizlikle, terasa doğru yol aldı yabancı. Tüm Mezopotamya Ovası ayakları altına serilmişken, aklından geçen “Şu şehri çevreleyen surlar da olmasa, neredeyse şimdiki zaman gibi; sanki dünle bugün arasında hiç fark yok…” düşüncesinden sıyrılamıyordu. Ulu Cami, o bildik eşsiz görüntüsüyle selamlıyordu ovayı ve yabancı, kubbenin ince kenarlığında ilerledi bir güvercin gibi; çöküp oturdu, inceden bir Mardin türküsü söylemeye koyuldu usulca… Bu sırada Şahmeran, kalenin burçları üzerinden yabancıyı izlemekteydi…
Gün batmaya yaklaşırken ve Mardin yine, yeni bir masala doğru yol alırken yabancı, yokuş aşağı hızlı adımlarla ilerliyordu. Şehrin merkezindeki çarşılar günümüzde bile böylesine canlıyken kim bilir geçmişte nasıldı, diye düşünerek heyecanla ilerliyordu. İpekyolu ile getirilen malların pazarlığını seyredecek, parlak kumaşlı kıyafetleriyle çarşı içinde salınan kadınları görecek ve eğer becerebilirse, bir süreliğine olsun görünebilirse, bir şeyler satın alıp bugüne getirecekti. Sonradan cebindeki paraya baktı ve bu satın alma işinden vazgeçti; kim verirdi onun bilinmeyen parasına karşılık malını?  
İşte bu heyecan dolu beklentileri peşinden hızla ilerlerken, bir anda birinin kolundan tutup çektiğini hissetti. Daha önce hiç hissetmediği bir duyguydu bu; soğuk ve sıcak, acı ve keyifli bir tutuştu… Şahmeran olduğunu tahmin etmesi uzun sürmedi…
Durdukları yerde Şahmeran, “Gel!” dedi sadece ve bir abbaranın altına girip, karanlığa doğru yol aldı. Yabancı biraz da isteksizce peşine takıldı. Tüm sonu görünmezliğine ve ürperten karanlığına rağmen, oldu olası severdi abbaraları; hele de uçsuz bucaksız gibi olanlarını. Bir abbaranın altına girdiğinde, beklemediği bir yerlere çıkmayı hayal ederdi hep eskiden; Mardin’den denize, deniz kıyısından Mardin’e… Yolun tam orta yerinde durdular. Şahmeran, büyülü güzelliğini iyice belirginleştirecek, abbaraya çıkan ara sokaktan süzülen ışığın sadece ona yansımasını sağlıyordu sanki ve gözlerindeki o kızıl güzellikle, belli ki veda ediyordu yabancıya; bunu çok derinden hissetti yabancı. Dili tutulmuş, konuşamaz olmuştu ama gözleriyle yalvarır gibiydi, “Daha gezilecek çok yer, görecek çok dönem vardı…” diye. Şahmeran, “Bu bir Araf” dedi yabancıya, “Farkında olmadığın, keyifli sandığın ama binlerce yılın iç içe geçtiği ve uzun kaldığında seni yok edecek bir Araf. Seni buradan kurtarabilirim. Tek bir şartım var...” diye devam etti sözlerine. Yabancı isteksizce ve zorla, “Biliyorum,” dedi, “yerini hiç kimseye söylemeyeceğim.”; “Peki.” dedi Şahmeran, “Şimdi bu abbara, hiç çıkmadığı bir yere çıkacak, çarşılara; ama günümüz çarşılarına ve asla veda etmeden ayrılacağız.”.
Yabancı ve Şahmeran, abbaranın sonuna geldiklerinde gerçekten de çarşıların ortasında buldular kendilerini. Yabancı, bir dileği gerçek olmuşçasına mutlu, bu rüyadan uyanacak olmanın bilinciyle üzgündü. Sipahiler Çarşısı’nın tam ortasındaydılar ve turistleri görünce anladı yabancı, artık bugündeydi. Şahmeran sessizce takip ediyordu yabancıyı ve yabancı bir bakır dükkânı önünde durdu nedenini bilmeden. Arkasına dönüp baktığında, Şahmeran yoktu; artık sadece, bakır tepsilerin üzerinden sessizce gülümseyen figürleri vardı etrafta. “Kim bilir hangisindesin?” dedi sessizce ve içinden devam etti, “Bilmediğim iyi oldu…”.

Şahmeran Efsanesi:

Arap, İran ve Türk edebiyatında sıklıkla kullanılan Şahmeran; belden aşağısı yılan, belden yukarısı kadın olan bir yaratıktır. Şahmeran, Mardin’in olmazsa olmazlarından birisidir ve her evde uğuruna, nazar kovuculuğuna ve bereket getirdiğine inanılan Şahmeran’ın mutlaka bir resmi bulunmaktadır.

Efsaneye göre, eski zamanlarda bir vezirin oğlu, arkadaşlarıyla çöle gider ve arkadaşları tarafından bir komploya uğrar. Arkadaşları, vezirin oğlunu bir kuyuya atıp kaçarlar. Kuyuya atılan genç, bulduğu bir deliği kazıp büyüterek yerini rahatlatır ve uyuyakalır. Uyandığında, etrafının yılanlarla ve ejderhalarla çevrilmiş olduğunu görür. O sırada, yarı insan yarı yılan olan yılanların padişahı Şahmeran gelir ve gencin orada ne aradığını sorar. Genç başından geçenleri anlattığında, Şahmeran yerini kimseye söylememesi şartıyla, onu oradan kurtaracağını söyler. Gencin söz vermesi üzerine de onu kurtarır. Memleketine dönen vezirin oğlu, hükümdarlarının iyileşmesi için Şahmeran’ın etini yemesi gerektiğini öğrenir; Şahmeran’ın yerini söyleyen kişi hem vezir yapılacak hem de hükümdarın kızıyla evlenecektir. Bunun üzerine genç, Şahmeran’a ihanet eder ve onun yerini, hükümdarın adamlarına söyler. Hükümdarın adamları da Şahmeran’ı bulur ve öldürerek etini hükümdara yedirirler. Efsane, Şahmeran’ın insanoğluna olan iyi niyetine karşılık gördüğü ihaneti anlatmaktadır.

Şahmeran Bakır ve Cam Galerisi:
Hasan Usta
Bakır üzerine el oyması ve cam altı boyaması ile ilk Şahmeran tepsileri yapan ve Şahmeran efsanesini ayakta tutan, daha çok tanınmasını sağlayan Hasan Usta, Sipahiler Çarşısı’ndaki dükkânında tam 40 yıldır bu işi sürdürüyor.

Bakıra ve cama Şahmeran işlemek, nereden aklınıza geldi?

Ben 40 yıllık bakır ustasıyım; bu işi babamdan devraldım ve çocuklarımla birlikte sürdürüyorum. Bizim evlerimizde ve Mardin’deki tüm eski evlerde, cam altı boyaması eskiden kalma birer Şahmeran mutlaka bulunurdu. Bizler, Şahmeran sevgisiyle büyüdük. Onu evinde bulundurana uğur getirdiğine ve nazara karşı koruduğuna inanırız. Buranın 10000 yıldan uzun bir tarihi var ve bizler de bu tarih boyu aktarılan hikâyeleri duyarak büyüdük. Dolayısıyla bize bu kadar yakın olan bir efsanevi yaratığı işlerimizde kullanarak yaşatmaya karar verdik.

Şahmeran dışında da işler yapıyor musunuz?

Evet. Osmanlı tuğrası, ayetler, Meryem Ana, Hz. İsa figürleri ve istenen resimleri bakır üzerine işliyoruz. Bunun dışında, burada antika eserler de satıyoruz ve antika, bakır gibi malzemelerin tadilatını da yapıyoruz.

Durumunuzdan, işlerden memnun musunuz?

Bizler bu şehirde 10000 yıldır birlik ve huzur içinde yaşıyoruz. Yaşanan tatsızlıklar hepimizi çok üzüyor ve istemiyoruz bunları. Ben Arap-Müslüman’ım ama Süryani komşularım, dostlarım var. Kendim için neyin olmasını istemiyorsam onlar için de aynı şeyleri istemiyorum. Biz onlarla sadece dost değil akraba bile sayılırız; benim kayınbabamı Süryani sütannesi büyütmüş, dolayısıyla benim çocuklarım onların torunu sayılır. Dolayısıyla ne onlar ne de biz dedelerimizden miras bu şehirden ayrılmak zorunda kalmak ve huzurumuzun bozulmasını istemiyoruz. Bizim aramızda bir sorun yok ve hayatımızdan, zor da olsa memnunuz. İşler ise daha çok yazları artıyor; turistler gelince biraz daha fazla satış oluyor ama kışın bizi idare etmiyor yine de. Aslında bizim gibi el sanatları yapanlara biraz devlet desteği de gerekiyor. Ben özellikle valimizden ve müzemizin müdüründen talepte bulundum, müze yakınlarında bize bir yer tahsis etmelerini istedim ama maalesef bir ses çıkmadı.

Bu ürünlerin fiyat aralığı nedir?

Bizdeki tüm ürünler el oymasıdır. Burada oğullarımla birlikte üç kişi çalışıyoruz ve günde en fazla bir ya da iki tane ürünü tamamlayabiliyoruz. Yani bakır işleri yoğun emek gerektiriyor. Camdan çok bakırlar satılıyor bizde. Şahmeranlı tepsilerin fiyatları da mesela 20-60 arasında değişmektedir; camları ise 15-30 arasında değişen fiyatlarla satıyoruz.
Kasımiye Medresesi:

Kent merkezinin biraz altında yer alan bu medrese, tek kelimeyle Artuklu-Akkoyunlu ortak yapımı bir başyapıt olarak nitelendiriliyor. Gün batımlarında ve doğumlarında uçsuz bucaksız Mezopotamya Ovası’nın bir renk cümbüşü hâlinde ayaklar altına serildiği bu medresenin tamamlanmasını sağlayan Kasım Padişah’ın türbesini de içinde barındırıyor. Zinciriye Medresesi’ni oldukça anımsatan mimari yapısıyla Kasımiye Medresesi, iki katlıdır ve terasın iki yanında büyük kubbeleri bulunmaktadır. Medresenin içinde yer alan caminin kubbesi de aynı mimari dokuyu taşımaktadır. Üst katta yer alan, bir zamanlar burada eğitim gören öğrencilerin olan küçük odalar, gelen misafirlerin ziyareti için açık tutulmaktadırlar.

Kasımiye Medresesi Bekçisi:
Muhammet Taş

70’li yaşlarında olan ve tam18 senedir her gün Kasımiye Medresesi’nin bekçiliğini yapan Muhammet Taş, gelen ziyaretçileri gezdirmekten de, medreseye dair bilgiler vermekten de ve hatta fotoğraf çekmek isteyenlere poz vermekten de çok hoşlanıyor. Medresenin bulunduğu Cumhuriyet Mahallesi’nde yaşayan Muhammet Taş, işi olduğu için çok memnun olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Bizim buralarda insanların kan davaları oluyorsa, kavga ediyorlarsa, dedikodu yapıyorlarsa; bunların hepsi, yapacak işleri olmadığı içindir. Gidin bakın, her kahvede 50 kişi oturuyordur şimdi; böyle olunca, kendi işiyle ilgilenmeyince de insan tabii başkalarıyla uğraşıyor, sorun çıkıyor.”. Sabah açtığı medreseyi saat 17:00’da kapatıyormuş ama “Tanıdık biri gelirse yine gelir açarım.” diyor. Güneydoğu’daki tüm aileler gibi Muhammet Taş da “Allah verdi biz yaptık.” diyerek çocuk sahibi olanlardan; tam12 çocukları var. İnsan bu topraklarda gezdikçe, nasıl oluyor da bazıları nüfus azalmasından endişe ediyor diye şaşıp kalıyor. Bugüne kadar Mardin dışına hiç çıkmamış Muhammet Taş, bir tek köyünü ve Mardin’i biliyor; ama ne bilmek, Mardin’in yakın geçmişini en iyi anlatanlardan birisi olsa gerek. Toprağın her karışının tarihini anlatıyor eğer isterseniz.
Mardin Mimarisi ve Evleri:

Sarı kireç taşının kullanıldığı Mardin evleri, şehri özgün kılan en önemli faktörlerden birisi. Mazı Dağı üzerine inşa edilmiş olan Mardin Kalesi’nin güney eteklerine taraça sistemiyle yapılmış olan evler, hiçbiri diğerinin manzarasını kesmeyecek, hepsi Mezopotamya Vadisi’ni görecek şekilde inşa edilmiş. 10. yy’dan bugüne taşınan bu doku Mardin’e, ortaçağdan bir görünüm vermektedir. Her ne kadar 10. yy mimarisinin günümüze yansıması da olsalar, yaşanan savaşlar, doğal ve insan eliyle yıkımlar neticesinde yok olan evlerin yerine, bugün gezip gördüğümüz bu evler, 18-20. yy’da yapılmışlardır. Artuklu ve Akkoyunlu mimari yapısını taşıyan bu evler, dar sokaklar üzerinde inşa edilmiştir ve her ev, yüksek duvarlarla dış dünyaya kapatılırken, iki kapıyla da dış dünyaya açılmaktadır. Eski evlerde genellikle bir üçüncü kapı daha bulunmakta ve bu kapı da ya üst kata ya da diğer eve bağlamaktadır evi. Evler genellikle iki katlı olarak yapılmış olup, eskiden, alt kat hizmetliler ve selamlık için kullanılırken üst kat, ev sahipleri ve haremlik olarak kullanılırmış. Günümüzde ise genellikle evlerin her katında bir aile oturmaktadır. Büyük aileler için tasarlanan bu evlerin avlularında, yazın sıcak gecelerinde uyumak için kullanılan ve “taht” adı verilen ahşaptan ya da demirden yapılan sedirler yer almaktadır. Kimi evlerin tavan işlemeleri kök boya ile boyanmış iken kimi evlerde işlemeler oldukça sade bir biçimde bulunmaktadır. Odalarda raf amaçlı kullanılan ve “mihrap” adı verilen oyuklara sıklıkla rastlanmakta, bezemelerle süslenmiş olan pencereler üzerinde “kameriya” adı verilen birer havalandırma penceresi bulunmaktadır. 1985 yılında sit alanı ilan edilen Mardin’de betonarme yapılar yıkılmış; yeni şehir denilen alt kısma taşınmıştır. 

Mimarbaşı Lole

Mardin’de pek çok evin yapımına imzasını atmış olan Ermeni asıllı Serkis Elyas Lole, 19.yy sonlarında yaşamış önemli bir mimardır. Başta kendi oturduğu ev olmak üzere; Munganların evi,  Beyt-il Tokmak, günümüzde PTT binası olan Mardin’in en ünlü binalarından birisi, Deyrül Zaferan’ın patriklik odası, Surp Hovsep Ermeni Katolik Kilisesi, vb. eserler; Serkis Elyas Lole imzasını taşımaktadır. Son eseri Şehidiye Camisi’nin minaresi olan Lole, ölmeden önce, Mardin’de ufak bir mektep açmış ve daha sonra Mardin’e çeşitli eserler kazandıracak olan Yusuf Gerzelo, Abdülcelil İldoğan gibi isimleri bu mektepte yetiştirmiştir.
Kırklar (Mor Behnam) Kilisesi

5. yy’a tarihlenen ve Süryani Ortodoks kilisesi olan Kırklar, Mardin’in Çubuk Mahallesi’nde yer almaktadır. Geniş bir avlusu, çan kulesi, bir konaklama yeri ve 400 yıllık ahşap kapıları olan Kırklar Kilisesi, yapıldığında Mor Behnam Kilisesi olarak isimlendirildi. 1230 yılından kalma bir İncil’e de ev sahipliği yapmakta olan kiliseye, ilk önemli Hıristiyanlardan birisi olan ve adına bu kilise yapılan Mor Behnam’ın kafatası da 1906 yılında Mısır’dan getirtilerek, özel koruma altına alınmış.

1170 yılında, Artukoğlu krallarından Timurtaşoğlu Necmeddin Lebi, Kırklar Kilisesi olarak adlandırılan bir kiliseyi ve Mor Tuma Kilisesi’ni camiye çevirdiği için Mor Behnam Kilisesi’ne de “Kırklar Kilisesi” denmeye başlanmıştır. Ne hikmetse, çok ciddi araştırmalarda ve kaynaklarda, kilisenin bu adla anılmaya başlanmasının nedeni olarak, 40 din şehidinin kemiklerinin 1170 yılında kiliseye getirilerek gömülmüş olması gösterilmektedir. Ne var ki hem gezimizde bizlere kiliseyi tanıtan görevliler hem de daha sonra görüşme fırsatı bulduğumuz kilisenin din adamı Hori Gabriyel Akyüz, böyle bir şeyin söz konusu olmadığını söylemişlerdir.

40 Şehidin Öyküsü:
240 yılında, Roma imparatoru Dokius, Hıristiyanların putlara kurban vermelerini yoksa katledilmelerini emreder. Kapadokya yöresinde yaşayan 40 kişi, bu zulme karşı gelmeye çalışır ve putlara kurban adamayacaklarını söylerler. Bunun üzerine imparator ve Kapadokya valisi, bu kişilerin Sivas’a götürülerek işkence görmelerini emrederler. Kırklar, işkenceden sonra, buz tutmuş bir göletin içine atılırlar ve karşılarına da bir hamam yapılır. Donma tehlikesi altında dinlerinden vazgeçmeleri beklenen Hıristiyanlardan sadece birisi göletten çıkarak, kendisini hamama atar ama hamama girer girmez de ölür. Havuzun görevlisi Romalı asker, ölmekte olan kırkların kafalarına gökten taç indiğini görür ve imana gelerek, boşlukta kalan 40. tacın altına atlar ve o da donarak ölür.

Mardin’in Cefakâr İşçileri: Eşekler

Mardin’in dar, taşlı ve yokuş yolları, araç trafiğine uygun olmayan yapısıyla, günümüzde bile eşeklerin yoğun hizmetine ihtiyaç duymaktadır. Belediyeye ait kayıtlı olan eşeklerin emekli bile olduğunun söylendiği Mardin’de, neredeyse her evde bir iki eşekle karşılaşmak mümkündür. Ev halkı için son derece önemli ve neredeyse bir araba fiyatında olan eşekler, sahiplerine ve işlerine oldukça sadıklar Mardin’de. Tüp acenteliği yapmakta olan Halit Atay da sahip olduğu iki eşeğine gözü gibi bakıyor. Gelen siparişlerin yollanmasında kullandığı eşeklerinin, sabah kendiliğinden evden çıkıp dükkânın önüne geldiklerini ve akşam mesai bitince de yine kendiliğinden eve döndüklerini söylüyor. “Peki, bağlamıyor musunuz? Ya birisi alıp giderse?” diye soruyorum, “Yok kimse almaz zaten ama alacak olursa da onlar gitmez; inat ederler.” diyor, kendinden ve eşeklerinden emin tavrıyla. Bir eşeğin 12-13 yaşına kadar çalışabildiğini ve yaklaşık 300 kiloya kadar yük taşıyabildiğini de yine Halit Atay’dan öğreniyoruz. Eşeklerin ata göre daha uysal olması, at yerine onları tercih etmelerine neden oluyormuş; atlar, bir şeyden huysuzlandığında sokak aralarında her yere zarar verebiliyorlarmış ama eşeklerle bu tip olaylar yaşamamışlar. İşin ilginç yanı, herkes birbirinin eşeğini tanıyor burada ve tabii o eşeğin işinin ne olduğunu da biliyor; çöpçü eşek, tüpçü eşek, sütçü eşek gibi isimlerle anılıyorlar yollarda eşekler…
Zinciriye (Sultan İsa) Medresesi

1385 yılında, Artuklu hükümdarı Sultan İsa tarafından yaptırılmış olan bu medrese, iki katlı ve kesme taştan yapılmış tipik bir Artuklu mimarisi eseridir. Yoğun ilgi çeken ve ziyarete açık olan bu medrese, konumu bakımından da ayrıcalıklıdır. Mezopotamya Ovası’nın en iyi izlenebildiği yerlerden birisi olan medresenin adı, hem kurucusunun ismiyle hem de eskiden var olduğu düşünülen iki kubbe arasına gerilmiş olan zincirle anılmaktadır. Sultan İsa’nın adına yapılmış olan ama onun yatmadığı türbenin de içinde yer aldığı medresenin en ilgi çeken yanlarından birisi de ışık vurdukça renk değiştiren taşlardan mihrabı örülmüş olan Şafii Mescidi’dir. İkinci katta yer alan odalar, eğitim ve konaklama amaçlı kullanılmış. Avluda bulunan eyvan ve havuz, yapının güzelliğine güzellik katan unsurlar olarak yer alıyorlar.

Ulu Cami   

Artuklu döneminde yapıldığı tahmin edilen ama kesin yapım tarihine ulaşılamayan Ulu Cami, Mardin’in en çok bilinen sembolik yapıları arasında yer almaktadır. Mardin’in “Hürriyet Abidesi” ya da “Eiffel Kulesi” olarak adlandırılan bu cami, Mezopotamya Ovası’nın uçsuz bucaksız manzarasına sahiptir. 1800’lü yıllarda, aslına uygun olarak yeniden inşa edilen ve görenlerde hayranlık uyandıran minarenin kaidesi ise 1176 yılından kalmadır. Daha sonra çeşitli nedenlerle yıkılan ve yıpranan minarenin yerine, bugüne ulaşmış olan son minare yapılmıştır. Ziyaretçiler, imamdan izin alarak, 144 merdivenden oluşan minarenin tepesine çıkabilirler. 

Mardin Kalesi

Günümüzde askeri amaçla kullanıldığı için ziyarete açık olmayan Mardin Kalesi, şehrin 100 metre yukarısında ve şehri çevreleyen surları yıkılmış olarak varlığını sürdürmektedir. Kaynaklarda “zapt edilemeyen kale” olarak geçen Mardin Kalesi içinde eskiden; kilise, cami, konutlar ve saraylar bulunmaktaymış. Günümüze bunlardan; caminin kalıntısı, kalenin burçları ve duvarları ile bir konak kalmış. 10. yy’da Mardin’de hüküm süren Hamdaniler tarafından kurulduğu söylenen kale, zaman içinde gelip geçen tüm milletlerce kullanılmış ve ismi de her medeniyette değişse de çoğunlukla “Kartal Yuvası, Karga Kalesi” gibi isimler konmuştur.

Mardin Sabunu

Mardin’in ünlü doğal sabunlarını üreten ve misafirperverliği ile bizi dükkânına davet edip sabununu tanıtan Halil Umut, kendini bildi bileli bu işi yapıyor. Burada, özellikle dört çeşit sabun satıyorlar; bademli (saç dökülmesine karşı), bıttım (kepek ve zayıf saçlara faydalı)  melengiz (yağlı ciltler için) ve bir de defne sabunu. Bunlar Mardin’e özgü sabunlar ve hepsini evde yapıyorlar ailece. Halil Umut bunun yapımının oldukça basit olduğunu söylüyor ve başlıyor anlatmaya; ham malzeme neyse –bıttım, badem, melengiz, vs…- bir kazanda bu malzemeler kaynatılıyor ve böylece yağı çıkarılıyor. Bu yağ süzülerek tenekeye konuyor ve tenekede donan yağ, kesilerek kalıp hâline getiriliyor. Eskiden kalıpları geniş tutar, teker hâlinde yaparlarmış; ama artık insanlara hem zahmetli hem de pahalı geldiğinden, küçük kalıplar yapmaya başlamışlar. Sabunların yanı sıra yine aynı malzemelerden bir de şampuanlar yapmış Halil Umut; bunlar için de özel kaplar yaptırmış ve ev üretimi bu şampuanları da satışa çıkarmış. Ham maddeleri ise mevsiminde, kendi bahçelerinin dışındaki bahçe sahiplerinden de satın alıyorlarmış. Kendi bahçelerinde yetişenler yeterli gelmiyormuş bir sezon için ve bu da satışların iyi olduğunun, sabunun tuttuğunun göstergesi olmalı…
Abbaralar

Mardin sokaklarında evlerin altından geçen tonozlu geçitlere, altgeçit ya da tünel anlamına gelen ‘abbara’ denmektedir. Akdeniz ülkelerine özgü bu yapı tipi Mardin’in özgün dokusuna büyülü bir hava katmaktadır. Eskiden çok daha fazla sayıda olduğu söylenen abbaralar ayrıca ev sahiplerinin misafirperverliklerinin de bir göstergesi olarak bilinmekte; evinin altından insanların geçmesi için yok açan kişinin, iyi ve misafirperver bir kişi olduğuna inanılmaktaymış. Mardin’deki en uzun abbara Savurkapı’da bulunmaktadır.

Mardin Çarşıları

Ortaçağ’da yaşıyormuş izlenimi veren mimarisinin içinde yer alan çarşılarıyla Mardin, yine geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarır ziyaretçilerini. Günümüzde tükenmekte olan zanaatların pek çoğu burada hâlâ varlığını sürdürmektedir; özellikle son dönemde artan turist gelişiyle birlikte, onlar da canla başla işlerine daha da sarılmış durumdalar. Bakırcıların, marangozların, semercilerin, yazmacıların, taş ustalarının, basmacıların; hâlâ varolduğunu görmek ve eşsiz el emeği ürünlerinden satın almak için ya da gezerken bir dükkân sahibinin davetini kabul edip közde pişen mırranın tadına varmak için mutlaka çarşılara girilmesi gerekmektedir.  
Kaynaklar:

·          Çiğdem Maner, “Binyılların Tanığı Mardin ve Çevresi Gezi Rehberi”, MAREV, 2006
·          Azer Bortaçina, “Kültürün Gerçek Tanığı Güneydoğu Anadolu”, Ekin Grubu, 2007
·          Bülent Özükan, “Harran ve Güneydoğu Anadolu”, Boyut Yayın Grubu, 2004
·          Sevan-Müjde Nişanyan, “Ankara’nın Doğusundaki Türkiye”, Boyut Yayın Grubu, 2006
·          Halim Bulutoğlu, “Gezi Türkiye”, Ekin Grubu, 2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder