17 Ekim 2011 Pazartesi

NEMRUT DAĞI


Öyle bir kral düşünün ki; ülke topraklarını, tek bir damla bile kan dökmeksizin genişletsin; tarihin ilk barış anlaşmalarını imzalasın; topraklarına sanat şaheserleri yaptırsın ve bunların nedenini, gelecek nesillerin anlaması için, yazıtlarla açıklasın; Doğu ile Batı’nın sentezi olmaya aday olacak kadar güçlü, başarılı, zeki ve kendinden emin olsun… Öyle bir kral düşünün ki; güneşe meydan okusun, kendini tanrı katına koyacak kadar megaloman olsun, Doğu ve Batı medeniyetlerinin tanrıları ile kendi tanrılarını bir araya toplayarak, hepsini içeren bambaşka bir inanış yaratmayı amaçlasın. Ve öyle bir kral düşünün ki; koca Roma İmparatorluğu’nun güçlü savaşçılarını yerle bir etsin, politik manevralarıyla, farklı soylardan gelen halkının kendisini merkez almasını sağlasın ve bin yıllar boyunca gizemini sürdürmeye devam etsin…


“İşte, gördüğün gibi, tanrılara gerçekten lâyık oldukları bu heykelleri diktirdim: Zeus Oromasdes’in, Apollon Mithras Helios Hermes’in, Artagnes Herakles Ares’in ve her şeyi besleyen vatanım Kommagene’nin heykelleri. Aynı taştan ve aynı tahtlar üzerinde duaları işiten tanrıların yanına, kendi heykelimi de koydurttum. Böylece ulu tanrıların ezeli saygınlığını, kendi genç bahtıma çağdaş kıldım. Ve böylece, onların, kraliyete ilişkin olarak giriştiğim işlerde, sık sık ve somut olarak, âlicenap bir yardım olarak, bana tevcih ettikleri sonsuz ihtimam ve himayelerinin hakkaniyetli bir taklitçisi oldum.”


*** 

Gördüğü rüyanın etkisiyle olsa gerek, krallığın, 2000 yıl sürmüş gizemini gün ışığına çıkarmak için ömrünü adamış arkeologlar; Otto Puchstein, Karl Humman, Osman Hamdi Bey, Theresa Goel, Friedrich Karl Dörner ve Sencer Şahin’in fark edemedikleri bir detayı, bir gizi, bir değeri ortaya çıkaracakmışçasına yavaş adımlarla ilerliyor ve geçtiği her yere uzun uzun bakmayı ihmal etmiyordu. Kommagene Krallığı’na dair o kadar çok şey okumuştu ki, o rüyayı görmesini normal saymalıydı; ama bu toprakların etkileyici gizeminin bir parçası olma ihtiyacıydı belki de onu bu noktaya getiren. İçinden tekrarlayıp duruyordu bilinçsizce: “Sadece 200 yıl, sadece 200… Fırat’ın gücü, Mezopotamya’nın yaratıcılığı, tanrılara duyulan inancın kudreti midir bu kadarcık zamanda, bu şaheserleri ortaya çıkarmanı sağlayan?”. Bilinçsizce seslendiği kişi, cevap verme zahmetine katlanmayacağını çok iyi bildiği Kral 1. Antiochus’tan başkası değildi…


***

Kommagene Krallığı, egemenliği altında olduğu Asurluların güç kaybından faydalanan Mithridates Kallinikos’un bağımsızlığını ilan etmesiyle, MÖ 109 yılında kurulmuş; bugünün Adıyaman, Gaziantep ve Kahramanmaraş illerini kapsayan bir alanda egemenlik sürmüştür. Mithridates, ataları olan Pers ve Makedonlar ile, bölgedeki diğer toplulukların birlikteliğini ifade etmek amacıyla, ülkesinin adının, Yunancada “genler topluluğu” anlamına gelen Kommagene olmasında karar kılmıştır. Mithridates, ileride oğluna miras bırakacağı politik zekâsının örneklerini, başka manevralarıyla da gösterecekti: Ülkedeki farklı soylardan gelen insanların, barış ve mutluluk içinde yaşaması için, krallığın isminden başka şeylere de ihtiyacı vardı ve bunu, tanrılarına son derece bağlı olan halkına seslenirken, tanrılarla yaptığı anlaşmadan bahsederek elde edecekti. Mithridates onlara, bu anlaşma sayesinde, onların artık tanrıların koruması altında olduğunu söyleyecek ve böylece, o güne kadar kan ve soy bağı ortaklığını önceleyen halkların birlikteliğini sağlamış olacaktı. Bundandır ki Kommagene Krallığı’nda, tanrıların hep, biri Yunanca diğeri Persçe olmak üzere iki ismi bulunmaktaydı.


Kralın tek oğlu 1. Antiochus, ailesinden Yunan ve Pers karışımı bir eğitim alarak ve babasının zekâ ürünü politikalarını takip ederek büyüdü. Mithridates’in annesinin, Büyük İskender’in soyundan geliyor olması ve babasının Pers Kralı Büyük Darius’un soyundan geliyor olması, gelecekte 1. Antiochus’un yeni bir kültür ve din yaratma çabasına temel teşkil edecekti.

***

Güneşin keskin ışıklarına ve masmavi gökyüzüne rağmen, rüzgârın şiddeti, dondurucu bir etki yapmaya devam ederken; bu bölgede, bundan yaklaşık 150 yıl önce, son derece iptidai şartlarla kazı çalışmaları yapan ekibin, meslek aşkına ve emeğine saygı duymamanın mümkün olmadığını düşünüyordu. Değil detayları fark etmek, burun buruna geldiği ve görmek için bunca yolu teptiği 1. Antiochus’un heykeline bile hak ettiği ilgiyi gösterebilecek kadar enerjisi kalmadığını hissediyordu. Hâlbuki, ne aylarca süren bir yürüyüşle, ne de sarp kayalıkları aşarak buraya varmamıştı; hepi topu, düzleştirilmiş ve yürüyüş yolu hâline getirilmiş bir patikayı takip ederek tırmanmıştı.


İşte artık onların karşısındaydı; onlarla beraber güneşe, insanlığa, güce ve tüm toplumlara meydan okumanın zamanıydı. Elindeki kitapçığı bir kenara koyarak, isimleri saymaya durdu: “Kral 1. Antiochos, Bereket Tanrıçası Kommagene (Fortuna Thyce), Tanrılar Tanrısı Zeus-Oromasdes, Apollon-Mitras, Herakles Artagnes”. Üzerinde durmaları gereken tahtlardan aşağı düşmüş olan bu başlara karşı, son derece saygılı bir ses tonuyla sesleniyor ve tarihin hışmından çekiniyordu; 1. Antiochos’un, hem doğu hem de batı terasına yazdırmış olduğu mirasından, nasıl davranması gerektiğini iyice öğrenmişti…


“Zamanın akışı içinde, her kim; bu ister bir kral, ister bir hükümdar olsun, bu ülkenin yönetimini devraldığında, bu kanunu ve bize ibadeti korur ve sürdürürse, benim hayır dualarımla, tüm rahmetli atalar ve tanrılar ondan razı olsun. Bu kanuna karşı gelen ve tanrılara saygısızlıkta direnenin ise her türlü felaket başına gelsin.”


****


1. Antiochos, krallığı babasından devraldığında çok genç yaşta olmasına rağmen, yetiştirilme tarzının da etkisiyle, kısa zamanda halkının saygı ve sevgisini kazanmayı başardı. Tahtta kaldığı İÖ 69-38 yılları boyunca, ülkenin bir daha göremeyeceği bir refaha ve büyüklüğe kavuşmasını sağladı.


Antiochos’un kendine güveni, yaptırdığı tapınakları, tanrı heykelleri ve yazıtları; onun, kimi arkeologlar tarafından, kendini beğenmiş birisi olarak tanımlanmasına da neden olmaktadır. Ama onun kendini beğenmişliğine ve kendini tanrılarla eşit seviyede gören tavrına rağmen, dönemin koşulları içinde tek bir damla bile kan dökmeksizin topraklarını genişletmiş olması ve halkının son derece refah içinde yaşamasını sağlamış olması, son derece orijinal ve zeki bir yönetici olduğunun kanıtları olarak kabul edilmektedir.


Doğu ve Batı’nın sentezi bir kültür kurma yolundaki idealinin ilk adımını, dönemin korku salan Roma İmparatorluğu ile yaptığı dostluk anlaşması ile atar. Roma’nın güvenini kazanmasının ardından, dostluğunun kanıtı olarak, Roma İmparatoru tarafından Zeugma kentiyle ödüllendirilmiş ve son derece verimli bir toprak parçası olan Zeugma sayesinde, adının günümüze kadar gelmesini sağlayan heykellerini yaptıracak refah seviyesine ulaşmıştır. Batıdan gelebilecek tehlikeyi bu sayede ortadan kaldıran Antiochos’un, doğu tarafından yükselen bir tehlike olan Part Krallığı’na karşı da bir strateji geliştirmesi gerekiyordu. Bunun da çözümünü kısa zamanda bularak, kızının, Part Prensi ile evlenmesini sağladı ve böylece dostluklarını kazandı. Her iki yönden gelebilecek tehlikeleri, politik yeteneği sayesinde savuşturan Antiochos, artık babasının anlaşma yaptığı tanrılara olan inancını kanıtlamak ve onların birlikteliğinden yeni bir inanış oluşturma idealini gerçekleştirmek için, tüm dikkatini, ülkesinin topraklarına yerleştireceği kabartma ve heykellerin üzerine çevirebilirdi. Kısa zamanda da tüm ülke topraklarını; dev kabartma, heykel ve anıtlarla donattı.



Antiochos’u, Helenistik dönemin en ilgi çekici krallarının arasına sokan bir diğer özelliği ise, ülkesi için yaptıklarını ve amaçladıklarını, ülkesinin kurallarını ve mirasını yazıtlar aracılığıyla gelecek nesillere iletme yolunda beklenmeyecek kadar kararlı bir tavır içerisinde olmasıdır. Gerek tanrıların kutsal alanı olarak görülen Nemrut dağında yer alan hayatının en büyük projesindeki yazıtlar aracılığıyla, gerekse ülke toprakları içinde yer alan ve bugün Kahta ilçesi sınırlarında bulunan Arsemia Ören Yeri’ndeki babasının mezarının girişi üzerinde ve tanrılarla el sıkışma sahnelerinin olduğu kabartmaların arkasında bu yazıtların yer almasını sağlayarak, bir idealini daha yerine getirmiş oldu: Adı ve gerçekleştirdikleri, yüzlerce yıl sonraya taşındı.


“Ata hükümdarlığını devraldığım zaman, dindarlığımın bir sonucu olarak, tahtıma bağlı krallığı tüm tanrıların ortak yurdu yaptım. Onları, şekli temsillerini, kendi soyumun talihli köklerinin geldiği Pers ve Helenlerin eski usullerine göre çeşitli biçimlerde yapmak suretiyle, kurbanlar keserek ve şölenler düzenleyerek, eskiden beri insanlar arasında ortak bir âdet olduğu üzere, onurlandırdım. Onursal duyguları somut ifadeye dönüştürmek ise benim hak bilir düşüncemin bir buluşudur.”*

***

Kuzey, doğu ve batı teraslarında, tüm soğuk havaya rağmen, sindire sindire attığı turunu tamamladığında; Antiochos’un, heykellerini batıya ve doğuya bakacak şekilde yerleştirerek, batının ve doğunun sentezi olan ülkesini işaret etmiş olduğu gerçeğini ve zamanın tahrip edemeyeceğine inanarak yaptırdığı tanrı heykellerinin yer aldığı iki terasın arasına yerleştirmiş olduğu tümülüsün altında, mezarının var olabileceğine dair inanışı birleştiren zihninde çakan şimşeği fark etmekte gecikmedi: “Zamanının ötesindeki bakış açınla, bizlere göstermeye çalıştığın yolun gerçekliğini umursamayıp, senin gizeminin sırrını çözmeye uğraşmak yerine; gerek inanç, gerekse bulunulan coğrafya ve kültürlerden doğan farklılıkları bir yana bırakıp, barış ve huzur içinde birlikte yaşamanın mümkün olduğunu gösteren yönetim anlayışını örnek almamız gerektiğini anlatmaya çalışıyordun!”… Yüzündeki kocaman gülücükle, gün batımının ve doğumunun en güzel izlendiği Nemrut’un diğer ziyaretçilerinin arasındaki yerini alarak, içten içe Antiochus’a teşekkür etmeyi sürdürdü: “Bıraktıkların, anlattıkların ve barışa duyduğun inançla, bizlere örnek olduğun için teşekkürler Antiochus!”…

****

Antiochos’un, MÖ 38 yılında ölümünün ardından tahtı devralan oğlu, onun tamamlandığını göremediği büyük projesi olan kutsal alanın, Nemrut’un tepesindeki yapımını sürdürdü. Ancak, Antiochos’un ardından kral olan hiç kimse, krallığın, onun getirdiği noktada kalmasını sağlayamadığı için Kommagene Krallığı büyük bir düşüşe geçti ve MS 72 yılında da Roma İmparatorluğu tarafından ele geçirildi. O tarihle birlikte, neredeyse 2000 yıl, bir gizem perdesi altında uykuya dalan Kommagene Krallığı, bundan 150 yıl kadar önce Nemrut Dağı’ndaki, hâlâ tamamlanıp tamamlanmadığı tam olarak bilinmeyen kutsal alanın ortaya çıkmasının ardından, tekrar gün ışığına çıkmış oldu. Sadece Nemrut Dağı’nın doruklarındaki dünyanın 8. harikası kabul edilen bu yapıtlar değil, bununla birlikte, çok önemli bir tarih, toplum yapısı ve özgün yönetim tarzı ve bu krallık topraklarının diğer parçalarının bulunduğu; Kuştepe, Arsemia Antik Kenti, Yeni Kale gibi önemli merkezler de ortaya çıkmış oldu.


Küçücük bir krallıktan, tüm dünyayı etkileyen ve gizemini hâlâ sürdüren bir tarihin açığa çıkmış olması, kültürlerin kavşağı olmanın, tüm dünya tarihi içinde ve boyunca ne kadar önemli olduğunun da bir çeşit göstergesi olmalı. Kültürlerin, barış ve uyum içinde birleşmesinden ortaya çıkan yapının ayrıcalığı, belki de gün ışığına çıkmış olan bu tarihî gerçekten alınması gereken en büyük ders olmalı.


Tarihe adını yazdırmış çok az kral, sadece 200 yıl süren bir krallık olan Kommagen Krallığı’nın en ünlü kralı 1. Antiochus kadar konuşulmuş, araştırılmış ve merak edilmiştir. Nemrut Dağı’nın tepesinde, her gündoğumu ve batımını tanrılarıyla beraber ayaklarının altından izleyen Antiochus, yazıtlarında, mezarının aynı tepedeki tümülüsün altında olduğunu ima etmiş olsa bile, bugüne kadar bulunamamış olan mezarı nedeniyle, gizemini sürdürmeye devam ediyor...    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder