14 Ekim 2011 Cuma

SESSİZLİĞİN KRALLIĞI: GÖKÇEADA

Sessizlik hâkimdi; çoraklığın hükümranlığını yıkmak istercesine, sessizlik hâkimdi tüm adaya… Terk edilmiş evlerin, yitik kalmış, etrafa saçılmış eşyaları gibi bugün, Gökçeada’da 8000 yıldır yaşamaya devam edenler de sonradan gelip adalı olanlar da tarifi imkânsız bir sükûnetin içindeydiler. Belki de onların bu sessizliğiydi gözlerin asla bu tarafa, burada yaşananlara dönmemesine neden olan ve belki de onların bu sessizliği altında yatan kırgınlıklarıydı adanın bütününe hâkim olan.


Kimi yerler vardır, içine girdiğiniz anda sizi mutlu bir havayla sarar; kimi yerler vardır, anne karnından yeni doğmuş bebekler gibi çığlık çığlığa, bir nefes alabilmek adına ağlama ihtiyacı duyuran; kimi yerler vardır, adımınızı attığınız her yerde bin bir farklı, karmaşık, çözemediğiniz kızgın düşünceler içinde hissettiren kendinizi… Gökçeada, bunlardan hiçbiri değildir. Gökçeada’ya adımınızı attığınız andan itibaren, bir kırgınlık sarar etrafınızı; sanki herkes, her yaşanan ve her yeni gelen gün kırmaktadır sizi. Öylesine hüzün dolarsınız adanın çorak topraklarında gezerken. Ne denizin haşmetli dalgaları, ne gökyüzünün mavisi, ne kuşların cıvıltısı, ne de bahar çiçekleri hüznünüzü gidermenize yardımcı olmaz nedense…

Adada değil arada kalmanın yarattığı bir kader miydi bu? Yüzyıllardan bugüne gelen; İmbros’dan Gökçeada’ya geçen bir kırgınlık tarihçesi miydi tüm yaşananlar? Arkaik dönemlere kadar inen tarihiyle Gökçeada halkı, geçmişinin hemen hiçbir döneminde çoğunluğun bir parçası olmadı. Kendine özgü dili, yaşam biçimi ve kültürüyle topraklarındaki yaşamını sürdürmekten başka bir amaçları da olmadı. Ne genişleme ne de ayrılma politikası güdülmedi bu topraklarda. Belki de tüm kaderlerini çizen şey, dünyanın bütününe hâkim olan düşünce yapısından uzak, pasif bir yaşam biçimlerinin varlığından kaynaklanıyordu. Dönemin adıyla İmbros, Yunanlıların bugünkü Yunanistan ve Ege adalarına gelmeden önce de yaşayanlarıyla, bir kültür ve dil sahibiydi; hem de günümüzde bile çözülememiş ve Hint-Avrupa dil ailesinden sayılmayan bir dile sahiptiler. Yunan işgalleri ardından Prohelenler olarak adlandırılan bu halklar, o günlerden bugüne varlıklarını, öyle ya da böyle sürdürdükleri gibi kimliklerini ise günümüzde “İmrozlu” olarak devam ettirdiler. İmroz adı bile, Prohelen dilinden gelen “çorak topraklarda bereket tanrısı” olan İmbrassos’tan türemiştir. Atina yönetimi, dönem dönem İmrozluların kimliklerini sürdürmedeki direnişlerine karşılık, adaya Yunanlıları yerleştirme politikaları sürdürmüşse de istediği başarıyı elde edememiştir. Yunanlıların dışında; Pers, Roma, Bizans ve Osmanlı hâkimiyetine giren İmroz (Gökçeada), tüm değişen koşullara rağmen, pasif direnişini sürdürmüş ama bu pasif direniş, onun tarihinin hiçbir döneminde rahat yüzü görmemesinin başlıca sebebi hâline gelmiştir. Hâkimiyetine girdiği tüm ulus-devlet yönetim modellerinde ayrık otu gibi kaldığından olsa gerek, sıkıntı yaşamış ve kültürel bütünlüğünü korumakta olabildiğince zorlanmıştır.


“İmrozlular, mübadele kapsamına girmedikleri için kurulan yasal, hukuksal ve ekonomik çözümlerin ve düzenlemelerin dışında kaldıkları gibi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı idiler ve onlar da kendilerini Türkiye vatandaşı olarak saymaya devam ettiler ve TC vatandaşı sayıldılar. Adalılar, İstanbul Rumlarından farklı bir konumdaydılar. Adada 8000 yıldır yaşıyorlardı. Adalı idiler…”1

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan İmrozlular, bugün adada yaşayan Türkleri dört kategoriye ayırıyorlar. Birincisi, resmi işi nedeniyle yerleşen memurlar; ikincisi, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde adaya farklı illerden gelerek yerleştirilen ve sonsuz bir kaynaşma içinde yaşadıkları Türkler; üçüncüsü, adaya gelip, terk edilmiş evleri zorla işgal eden Türkler ve dördüncüsü -ki bunlar çok yakın dönemin adalıları- adaya gezmeye gelip buralara hayran kalan ve yerleşen, adanın ve kültürünün, tarihinin korunması için fedakârca çaba harcayan Türkler.

Türkiye’de Güneş En Son Gökçeada’yı Terk Eder

Kocaman bir alev topu olmuş, denize batmaktaydı güneş; sanki birazdan büyük bir “coss” sesi çıkacak ve oluşan buhar hepimizi kaplayacaktı. İnceburun kıyısında oturmuş, adanın geçim kaynaklarının baş tacı olan bağlara arkamızı dönmüş, gün batımını en son izleyenlerden olmak üzere sıraya girmiştik. Türkiye’nin en batısı olan İnceburun, gün batımı konuklarını ağırlarken, Deniz Tanrısı Poseidon uykusundan uyanır gibi oluyor, denizde inceden bir kıpırdanma kendini hissettiriyordu. Bir günlük görevini daha tamamlamış olmanın gururuyla dalarken sulara, en son Gökçeada’yı selamlar güneş ve ardından, umut verici ışıklarını dağıtır gökyüzüne; ada halkına özel bir şölen sunmak istercesine.


Güneş, bu topraklara sadece batarken değil en tepedeyken bile gizemli bir güç verir; öyle ki ilk bakışta çorak görülen bu topraklarda, içlere doğru ilerledikçe, toprak verimini; bağlarıyla, ağaçlarıyla, ona emeğini veren insana sunduğu ürünleriyle sergilemeye başlar. Zeytin ağaçları arasından bir köyden diğerine giderken, bu geniş topraklarda, bir adada olduğunuzu unutur; geçmişte korsan saldırılarından korunmak için tepelere kurulmuş olan köylere ulaşmak amacıyla doğanın gizemli gücünün içinden geçerken, karşınıza çıkan sürpriz göletlerin de etkisiyle adanın tarihini, yaşadıklarını bir kenara bırakırsınız.

Gökçeada, ilçe merkezi ve dokuz köyden oluşmaktadır. Birbirinden çoğunlukla uzakta olan bu köyler; Kaleköy, Tepeköy, Uğurlu, Eski Bademli, Yeni Bademli, Eşelek, Zeytinliköy, Şirinköy ve Dereköy'dür. Günümüzde bu köylerde genellikle Rumlar (İmrozlular) ve Türkler bir arada yaşamakta; inançlarını, kültürlerini özgürce koruyabilmektedirler. Geçmişte ne yaşanmış olursa olsun bugün, farklı ülkelerde yaşayan ama hâlâ Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan İmrozlularla, memleketinden kopamayarak her şeye katlanmış adalı İmrozlular, her yaz buluşmaya ve geçmişi yâd ettikleri kahvelerinde, gözlerinde, yaşananların buruk yansıması olsa da gönüllerince sohbet etmeye devam etmektedirler.

Bizler, Tepeköy’de Barba Yorgo’nun restoranında ev yapımı şarapların tadını çıkarırken, hemen yanındaki kahvede oturan kadınlı erkekli köy halkından birisi olan Papaz İstabro Liğda, hem bize hem de köy halkına ibadet saatinin yaklaştığını anımsatmak istercesine selamını veriyor ve kilisenin yolunu tutuyor. Dinî kıyafetleri içinde bambaşka biri olan Papaz İstabro, ayine başlamadan evvel bize kilisesini, adada bulunan diğer kiliseleri ve merkezde yer alan metropolitliği bir anda özetliyor. 1838’de yapılmış olan bu kilisenin 1964’e kadar çok yoğun bir nüfusa hizmet verdiğini; 1964 olayları ile adayı halkın çoğunluğunun terk etmesinden sonra, günümüzde 35-40 kişiye hizmet eder hâle geldiğini anlatıyor.

Köylerin nüfusu genellikle oldukça az. Merkez çok daha kalabalık ve canlı ama köyler, terk edilmiş evler ve geç uyanan yaşayanları nedeniyle, özellikle sabah saatlerinde sonsuz bir sükûneti beraberinde taşıyor. Eski köylerin çoğunluğu tepede olduğu için buralarda pansiyon ve otel sayısı oldukça az ve pek çoğunda mevcut değilken, kıyıya yakın yeni yerleşim yerleri, turistik ihtiyaçları karşılayacak potansiyeli de taşıyor.

 Poseidon’un Evi Kayalık Gökçeada

Mitolojide “İmbros” adıyla sıklıkla söz edilen Gökçeada, coğrafi yapısıyla da oldukça ilgi çekici bir adadır. Ege denizi adalarından, kayalık ve engebeli yapısıyla farklılaşan Gökçeada, Denizler Tanrısı Poseidon’un evi olarak bilinmektedir.

 “Denizin diplerinde, ta uçurumlarda,

Tenedos’la kayalık İmbros arasında

Bir mağara vardır, geniş, kocaman.

Durdurdu orada atları Poseidon, yeri sarsan…”2

Deniz ve rüzgâr bir olmuş, adanın kayalıklarına, az rastlanan şaheserlerinden birini işlemişlerdi. Sualtı Milli Parkı yakınlarında kalan bu kayalıklara “Peynir Kayalıkları” adı verilmişti ve bunları görmek için ancak deniz yolu kullanılabilirdi. Milli park içinde olması ve limana da yakın olması sebebiyle, bu noktaya gidecek olan tüm deniz taşıtlarının jandarmadan izin almaları gerekiyor. Kaleköy limanından hareket eden teknemizle kısa bir turun ardından, Peynir Kayalıkları’nın insanı şaşkına çeviren yapısının karşısında buluyoruz kendimizi. Kayalıkların arasından sızan kaynak sularını görünce, Gökçeada’nın yeraltı kaynakları açısından dünyanın dördüncü adası konumunda olduğunu bir kez daha hatırlıyoruz.


Sualtının zenginliği, temizliği ve verimiyle balıkçılar için büyük gelir kapısı da olan Gökçeada’da bugün, küçük balıkçılar dertli. Kanunların kendilerine şans tanımadığından, gün geçtikçe azalan balık türlerinden dert yanıyorlar.

Adalı Olmak

Adalı olmak; kimi zaman görünmez olmak, soyutlanmak, kendinle baş başa kalmak, o herkesin özendiği başkayı yaşamak demektir. Bir adada yaşamak, istediğin zaman, kapılarını ardına kadar açmak; istediğinde, kimseye geçit vermeyen, denizden kilitler yapmak demektir. Hele bir de Gökçeada kadar büyük, şaşırtıcı, birbirinden farklı köylerden oluşmuşsa bir ada, bu özgürlüğünü sonuna kadar kullanmak demektir.

Tarihin getirdiği bir kültürle kuşatılmış, kimi zaman farklı ve acı uygulamalara maruz kalmış Gökçeada’nın insanlarıyla karşılaşmak demek; zaman zaman sonuna kadar misafirperver bir tavırla karşılanmak, zaman zamansa umursanmamak demektir. Birkaç günlüğüne Gökçeadalı olmaksa, özgürlüğünüzü hissederken, peşinizi bırakmayan hüznün kucağına yerleşmek demektir…

Dip Notlar:

1- Güliz Beşe Erginsoy, “Adalılar-İmroz’dan Gökçeada’ya”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006

2- Homeros, “İlyada”, Can Yayınları, 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder