15 Ekim 2011 Cumartesi

UYGARLIK OVASI’NIN NARİN ÇİÇEĞİ: MİDYAT


Sanki dokunsam, bir anda dağılacak gibiydi… Hâlbuki nice yeller esmemiş miydi üstünden, nice kavimler geçmemiş, nice uygarlıklar gelişmemiş miydi; nedendi şimdi bu kırılgan, bu çekingen tavrı? Belli ki birileri onu üzmüş, hırpalamış, darmadağın etmişti; zor ayağa kalkmış, bulabildiği incecik dallara ölesiye sarılmış; inatla, inançla, hırsla geçmişini bugüne taşımak için çaba sarf etmişti. Şimdi kim sevdiğini söylese, ürkek tavırlarla gülümsüyor; gösterdiği güzelliğin bin katını içinde saklıyordu…


 “Sarı” değil miydi renklerin hüzün dolu olanı; sarı değil miydi ayrılıklara adını koyan? Sarının tüm tonlarını kattı bedenine ve işledi onları; sevgiyle, özenle, incelikle… Onu kuşatan bu sarı tonlar, şimdi her görene bir başka ayrılık hikâyesini anlatır oldu; bu sarı tonlardan yazdığı destanla lime lime anlattı tüm geçmişini ziyaretçilerine…

Ey uygarlıkların beşiği, ey kültürlerin buluşma noktası, ey Mezopotamya! Nedendir senin bu narin çiçeğe yaptıkların? Neden koruyamadın, kollayamadın yüzyıllardır gözün gibi baktığın çiçeğini?

“Ben de geçtim buzul çağlarından, ben de su oldum, buz oldum, çamur oldum, çiçek oldum… Azdı Fırat, coştu Dicle ve benim de toprağımdan aldı götürdü bir yerlere. İlk ayrılıkları yaşadım böylece, ilk acıyı… Bende kaldı ayak izleri ilk kavimlerin; bende kaldı testileri, kapları, evleri, eşyaları… Çamurdan toprağımı, verimli tarlalara çeviren bu insanoğulları, bedenimden aldıkları parçalarla şekil verdiler bana. Göğe yansıyan suretimden gördüm kendimi; sevdim, hem kendimi hem de insanlarımı... Konuştum onlarla, dertleştim; arkadaş oldum, dost oldum, sevgili oldum… Onlar bana yoldaş oldu, ben onlara yurt. Onlar bana ‘Matiat’ dedi, bense onlara bir zaman Asurlular, bir zaman Akkadlar, Hititler, bir zamanlar da Persler, Romalılar, Osmanlılar, Türkler dedim… Onlar hep isim değiştirdi; benim de adıma ‘Midyat’ dediler sonraları…”


Soğuktan mıydı üzerimdeki ürperti, kulağıma inceden inceye gelen sesten mi hiç bilemedim? Hâlbuki ben Mezopotamya’ya dönmüş yüzümü, ardıma koymuş Midyat’ı, gün doğumunda renkten renge giren ovanın üzerinden geçip giden hayatların hayalini kurmaktaydım. Kelimeleri onlardan ödünç alacak, yazıma aktaracaktım. İşte o zaman, Midyat’taki hüznün nedenini sorduğum Mezopotamya değil, narin çiçeğin ta kendisi, Midyat verdi cevapları usulca. Kâh bir rüzgârla uğuldadı, kâh yeni uyanmış bir kuşun kanadına takıldı, kâh rüzgâr oldu, kuş oldu geldi anlattı bana destanını…

“Her değişen isimle bende de bir şeyler değişti; her biri bir şeyler kattı bana ve giderken, gönlümden bir parçayı aldılar yanlarına. Gün geçtikçe, göğe yansıyan yüzümün sarardığını, ayrılıkların rengini tüm benliğime yaydığımı gördüm. Benim için yaşanan kavgalara, benim için yapılan savaşlara tanıklık ettim; sağıma soluma çarptı darbeler, canım yandı. Ama kim geldiyse sevdi beni; sevdadanmış bu hırçınlıkları dedim sonraları…” 

Sevgiyle, mücadeleyle, güçle, kültürle, mimariyle, dinle örülmüş bir destandı dinlediğim. Attığım her adımda peşim sıra gelen kelimeler anlattı yitik zamanları, sevdaları, yaşananları. Sevgiyle nefretin, savaşla barışın, dostla düşmanın paylaştığı bu topraklardan akıyordu tüm tarih. Kimi zaman farklı kültürlerin, uygarlıkların savaşlarına kimi zamansa farklı inançların dostluklarına şahit olduğundandır ki hoşgörünün ve kültürlerin birleştiği yer olarak adını yazdırmıştı tarihe. O arkadan vurmacı; sevgi nedir, dostluk, barış nedir bilmeyen terör de olmasa, bugünkü kadar mağrur, bugünkü kadar kırılgan, bugünkü kadar ürkek olmayacaktı besbelli.

“Önceleri, üzerimden kopardıkları parçaları işlediler, heykeller yapıp taptılar onlara; sonra, tüm inandıklarını da yaratanın varlığına inandılar. Pek çoğu tek tanrıda buluştu; ama farklı inanışları, farklı ibadetleri ve farklı yaşam tarzları oluştu. Ne kadar da farklılaşsalar birbirlerinden, uyum içinde yaşadılar üzerimde. Tıpkı, azalmış olsalar da bugün olduğu gibi… Yok, birbirlerini azaltmadılar; diyorum ya onlar uyum içinde yaşadılar üzerimde, birlikte şekil verdiler bana. Ta ki, çok eski değil toplasan 20-25 yıl önce, ‘terörist’ dedikleri, ne onları ne de beni sevmeyenler gelene kadar. Direnenler de oldu; onlarla direndim ben de tüm acılara. Öyle çok sevdiklerini, öyle çok sevdiğimi yitirdim ki tüm Mezopotamya inledi acımızdan. Üzerimden onca millet, onca ırk geldi geçti ama böyle bir acı yaşatmadı bana…”

Çok tanrılı dinlerin ardından, Hıristiyanlığın ilk yayılma noktalarından birisi olan Midyat; Hıristiyanlığı kabul eden Süryanilere, Müslümanlığı kabul eden Türklere, Kürtlere, Araplara ve özgün inanışlarıyla Yezidilere bir arada ev sahipliği yaptı. Hoşgörünün oluk oluk aktığı bu topraklarda hepsi bir arada, saygı ve sevgi ile yaşamayı becerdiler; ortaklaşa bir kültür inşa ettiler. Camilerle kiliseleri yan yana yaptılar; tıpkı evleri gibi onlar da komşu olsun istediler. Ne birbirlerine karıştılar, ne birbirlerini yadırgadılar; aksine, öyle iyi anlaştılar ki birbirlerinin kültürlerine izler bıraktılar. Şimdilerde aynı huzuru yakalamaya çalışan bu insanların yürekleri, bir kuşun yüreği kadar ürkek olsa da terör yüzünden göç edenlerin topraklarına geri dönmeye başlamasıyla, daha bir inanır olmuşlar eski güzel günlere geri döneceklerine.


“Şimdi geçmişteki yüzümden bugüne kalanlar, yeni sevdalar yaratır oldu bana. Başka yerlerden gelen, kalmayan ama gönlünü buralarda bırakan ve gitmeden evvel bana ‘Mutlaka bir daha geleceğim’ diye seslenen bu insanlar da geçmişimin izlerini paylaşırken soludular yaşadıklarımı. Göğe yansıyan yüzüme baktıkça, değişen yanlarımı görsem ve kendime benzetemesem, yakıştıramasam da geçmiş günlerimin birer temsili olan yaşlı yüzüme dokunmadıklarından olsa gerek artık güneşi daha bir keyifle yansıtır, artık bana seslenen yüreklere daha çok inanır olmaya başladım yine.”

Midyat’ın son yıllarda turizmden pay almaya başlamasının öncelikli sebeplerinden birisi özgün mimari dokusu elbette. Kalker taşından inşa edilmiş olan bu iki katlı evlerin dış cephe işçiliklerindeki özen bile, burada yaşamış olan insanların hayatlarından memnuniyetinin, buralara duydukları sevgi ve ilginin birer kanıtı gibi. Yaşadığı toprağı sevmek sadece sözle değil, ona gösterdiğin özenle de ölçülmelidir. İşte bu toprağın farklı kültür ve inanıştaki insanlarını bir arada tutan, birbirleriyle anlaşmalarını sağlayan bu unsur, onların yeniden umutla baktıkları şu günlerde en büyük dayanakları olmuş.

Kolay kesilen, üzerine işleme yapılabilecek kadar yumuşak bir yapıya sahip olan ve ocaktan çıktıktan sonra doğal şartların etkisiyle sertleşen kalker taşının sarı rengi, sadece Midyat’ın değil tüm Mezopotamya’nın uzun tarihsel geçmişine vurgu yapmaktadır sanki. Geçmişten bugüne, bu topraklarda yaşamış kültürler içinde en çok iz bırakan Süryani Hıristiyan topluluğu ve Müslüman topluluğu, aynı şekilde özenle ve sevgiyle yaşıyor hâlâ dedelerinden miras topraklarda. Bugün oldukça azalmış olan Süryanilerin, memleket özlemiyle tekrar dönmeye başlamış olması, bu kültür zenginliğinin de devam edeceğinin göstergesi. Bir dönem yine Midyat’ta yaşamakta olan Yezidilerden ise hemen hemen hiç kimse kalmamış artık. Belki bir gün, onların da özlem duygularına yenik düşüp memleketlerine döndüklerini duyarız, kim bilir…


Her biri ayrı bir sanat eseri görünümünde olan Midyat evleri de Süryani mimarisi olarak biliniyor. Midyat’a özgü zanaatlar arasında yer alan taş oymacılığı ve telkari, Süryani topluluğunun bu topraklara kattıkları başlıca değerler. Süryani ustalarının ellerinden çıkan ve bizlerin hayranlık dolu gözlerle anlamaya çalıştığımız işlemelerde, onların yaşam unsurları ve değerlerine ilişkin kanıtlar yatmaktadır. Bu taşlardan örülmüş evler, kimi zaman bir üzüm dalı ile pekmez ve şarap üretiminin geçim kaynakları olduğunu anlatmakta, kimi zaman bir karanfil bahçesinin içinden geçiyormuşsunuz izlenimi bırakmakta kimi zaman da bir güvercin olup geçmişin güzel günlerinden haberler taşımaktadır gören gözlere. Süryani ustalarından kimse kalmamış olsa da onlardan miras olan bu zanaatı günümüzde, Müslüman ustalar keyifle sürdürmeye devam etmekteler.

Aynı şekilde, telkari adı verilen gümüş işçiliği de son derece ince ve özenli çalışmalarla yaratılan bir zanaat. Süryanilerin pek çoğunun göç etmesi ve ardından yaşanan ekonomik sıkıntılar sonucunda, telkari dükkânları tek tek kapanmış; ama son dönemde ilgiyi tekrar üzerine çekmesiyle, Midyat’ta yaşamakta olan Süryaniler, zanaatlarına sahip çıkarak, en güzel telkari ürünlerini yeniden yapmaya başlamışlar. Ondandır ki Midyat sokaklarında gezerken, sağlı sollu telkari dükkânlarının vitrinleri sayesinde, bir genç kızın gizemli güzelliğini fark ettiğinizi hissedersiniz.

“Şimdi neşeli çocuk sesleri avutmaktadır beni. Her birinin ayak seslerinin yankılandığı yaşlı sokaklarım bu sayede gençleşmekte, güzelleşmekte sanki. Abbaralarımda gizlediğim gözyaşlarımda, çocuklarıma hak ettikleri yaşamı sunamamış olmamın üzüntüsü yatıyor aslında…”

Bu destan kentin daracık sokaklarında bana eşlik eden onlarca çocuktan biri yanıma sokulup, “Seninle gelebilir miyim?” diyor. Ona, “Tabii ki, sen benim arkadaşım ol beraber gezelim her yeri.” derken, ne kendi sesimi ne de onun sesini duymuyorum; gözlerinden yansıyan Midyat’ın sesi geliyor kulaklarıma. Artık Midyat, bu çocukların kenti benim için. Ne geçmişten gelen kültürlerin, ne farklı inanca sahip insanların, ne de gezmeye gelen turistlerin değil; her sokakta onlarcasına rastladığım, o gözlerinde fırtınalar esen, ışıltılarına yoksulluk karışmış güleryüzlü, sıcacık çocukların kenti…

Kış güneşinin yansıdığı Midyat evlerinin arasından süzülüp giden bir labirent kıvamındaki dar sokaklarda, yeni arkadaşım Sinan’la birlikte gezerken, Devlet Konukevi’nin önünde duruyoruz. Son derece kalabalık olan kapısından geçecekken, Sinan’ın duraksadığını hissediyorum. “Ne oldu, gelmeyecek misin?” diyorum. “Bizi almazlar içeri.” diyor kırgın bir ses tonuyla. İshak Bey Konağı olarak bilinen bu büyük yapı, Midyat’ın en tepe noktasında yer alıyor ve Midyat evleri arasında ayrıcalıklı bir konuma sahip. “Sıla” dizisinin ana mekânlarından birisi olduğu günden beri ziyaretçi akınına sahne olmuş. Çekim olmadığı günlerde, turistleri ağırladıkları bu konukevinde kalmak mümkün; ama konakladığınız odanın da bu evin gezilecek odalarından biri olduğunu ve her an odanıza meraklı bir turist grubunun girebileceğini unutmamanız lazım.

Sinan’ı elinden tuttuğum gibi içeri sokuyorum. Oldukça geniş bir alanı kaplayan konağın avlusundan her bir kattaki odaları kucaklayan geniş eyvanlara ve özenle işlenmiş odalarına kadar bambaşka bir dünyaya açılan kapı gibi burası. Restorasyonun ardından, tüm ziyaretçilere açılan, bir nevi müze ev olan bu konak, Midyat evlerinin içyapısı hakkında da bilgi sahibi olmanızı sağlıyor. Dış cepheye gösterilen özenin, içeride de uygulanmış olması, güzelliğine güzellik katıyor Midyat evlerinin. Tüm kentin ayaklarınızın altına serildiği konukevi terasından, gün batımında sarı bir ışık gibi yanıyor Midyat.

Akşam serinliği çöktükçe, gün boyu esen rüzgârın şiddeti de kendini gösteriyor ve Sinan, çorapsız ayakları, açık ayakkabılarıyla ve üzerinde montu olmadığından üşüyor besbelli. Anadolu delikanlısı ya üşüdüğünü kabul etmiyor ve beni orada yalnız bırakmayacağını söylüyor. El mahkûm beraberce iniyoruz terastan. Yok, merak etmeyin, çorabı olmadığından çıplak değilmiş ayakları Sinan’ın; annesi yıkamış çorabını da ondan çıplak kalmış kara ayakları. Monta filan da gerek yokmuş; erkek adam üşür müymüş; nasıl soruymuş bu…

Birbirinin önünü kesmeyen, birbiri üzerine gölgelerini düşürmeyecek şekilde inşa edilmiş olan Midyat evlerinin dar sokakları da, yaz ve kış şartlarında, sokaktaki insanların sıcak ya da soğuktan korunması amacı güdülerek dizayn edilmiş. İşte bu dar sokakları ve evleri birbirine bağlayan, kışın yağmur ve rüzgârına karşı şefkatli birer sığınak olan abbaralarla Midyat, eşsiz bir mimari bütünlük sergilemektedir.

Konukevi çıkışında, altından geçerken, kulağımda yankılanan çocuk seslerini yitirdiğim abbarada Sinan’ı da kaybediyorum. Sokaklar boyunca beni yalnız bırakmayan, yanımdan ayrılmayan ve diğer çocuklardan yeni arkadaşını kıskanan Sinan ne oluyorsa bir anda yok oluyor. Abbaranın altında kalakalıyorum; içimi kaplayan hüzün, Midyat’ın gözyaşlarını gizlediği bu mekânda yüreğimi acıtıyor. İşte o an anlıyorum yanımda gezen, bana sokakları anlatan, yoldaş olanın Sinan değil, Midyat olduğunu. Onun, abbaralar altına gizlediği gözyaşlarının nedenini fısıldayan sesinin; ete kemiğe bürünüp Sinan olduğunu, Midyat çocukları olduğunu, Midyat’ın umut dolu ama belirsiz geleceği olduğunu anlıyorum…

Şimdi Uygarlık Ovası’nın narin çiçeği Midyat, yeniden dirilişiyle çağırıyor sevdiklerini; tek başına verdiği savaşın mağrur galibi Midyat, eski günlerin özlemiyle sesleniyor uzaktaki sevdiklerine… Kulak verin siz de; kulak verin medeniyetin beşiğinden gelen bu ince, bu kırılgan, bu narin sese…



Gümüşün 550 Yıllık Öyküsü: Telkari

Süryani kültürünün bir parçası olan ve günümüzde Midyat adını tüm dünyaya duyuran faktörlerden birisi hâline gelen telkari, 550 yıllık geçmişiyle Midyat topraklarında soluk alıp veriyor. Süryani Kültür Derneği Başkanı ve kendisinin de bir telkari atölyesi olan Murat Arslan, telkarinin öyküsünü paylaşıyor bizlerle.

Murat Bey, telkarinin tarihsel geçmişinden ve özelliklerinden bahsedebilir misiniz?

Yaklaşık 550 yıldır gümüşle yapılan bir sanattır telkari. Aslında tarihi 1000 yıla dayanıyor ama daha önce bakır üzerinde işleme yapılıyormuş. 550 yıldan beri Midyat’ta yapılan telkari ise günümüzde devam etmekte; yani dünyadaki ilk gümüş el işlemeciliği Midyat’tadır. Kullandığımız gümüş 999 ayar; zaten 1000 ayar gümüş de yoktur. 999 ayara da kaynakta daha iyi tutması için bakır karıştırıyoruz; bu nedenle de gümüş 950 ayara düşüyor. Dünyada gümüşün en yüksek ayarda kullanıldığı yer Midyat’tır. İşleme yaptığımız parçaların genelinde 180–24 mikron arası incelikte tel kullanıyoruz. Bunun dışındaki tüm çalışmalar el işlemeciliği; tamamen elle yapılan, hiçbir şekilde makine kullanılmadan işleniyor. Gümüş telleri ise, gümüşü çekerek çeşitli inceliklerde yine kendimiz, atölyelerimizde yapıyoruz.

Bugün Türkiye’de döküm işleri çoğaldığı için el işçiliği, eskisi gibi rağbet görmüyor. Nedense insanlarımız artık el emeğini değil de hazır fabrika işlerini tercih ediyor; tabii bu tercihin başında daha ucuz olması yatıyor sanırım. Bu da el işlemelerinin satışını zorlaştırıyor.

Telkarinin Midyat’a katkısı nedir?

Midyat’ın en önemli özelliklerinden birisi gümüş işlemeciliği, diğeri de taş işlemeciliğidir. Bugün Midyat’ın tanıtımını yapan başlıca iki şey bunlardır. Dolayısıyla telkarinin maddi katkısı bir tarafa, manevi olarak çok önemli katkısı olduğunu söyleyebilirim.

Telkari satışlarında ve telkariye gösterilen ilgide, turizmdeki yükselişle paralel bir artış olmadı mı?

Oldu olmasına da son dönemde yine olaylar başlayınca duruldu biraz. Oysa baktığınız zaman şu anda Midyat’ta hiçbir şey yok; 1995’ten beri olay olmadı. Ama haberlere baktığınız zaman, “Mardin’in bilmem hangi dağında, Midyat’ın şu köyünde şu kadar kişi öldürüldü.” dendiği zaman, burası da ister istemez çok etkileniyor.

2003-2004 yılları arasında büyük bir turizm patlaması oldu burada. O zaman, buradaki esnaflar ve gümüş işçiliğiyle uğraşanlar için de çok iyi olmuştu. Ama son iki yılda sanırım bu Diyarbakır olaylarından dolayı, o zamandan beri diyebilirim ki yüzde 99 düşme oldu gerçekten. Şu an Midyat, dışarıya da satıyor telkâri işlerini; Mardin’e, Ankara’ya, İstanbul’a ve daha pek çok şehre gönderiyoruz.

Model çeşitliliğini nasıl sağlıyorsunuz?

Modeller kendi tasarımlarımız. Hiçbir şekilde başkalarının tasarımı değil. Burada kendimiz yapıyoruz. Kolyeler, küpeler, bilezikler gibi kadınlara yönelik süs eşyalarının dışında; bardak altlığı, anahtarlıklar, şekerlikler, çantalar, kemerler, mücevher kutuları, isimlikler ve daha pek çok farklı amaca hitap eden modelimiz var. Telkari, el işçiliği olduğu kadar özgün tasarım olarak da değer taşıyor.  

Usta çırak ilişkisi ile öğreniliyor sanırım telkari işi?

Evet, ustaların yanında, çocukken aldığınız eğitimle öğreniyorsunuz. Çocukluktan başlamazsanız, bu meslek biraz zor öğrenilir. Şimdiki çocuklarsa öğrenmek istemiyorlar pek. Tabii bunun zorunluluktan kaynaklanan bir yanı da var; okul çağındaki bu çocuklar para kazanmaya bakıyor. Çırak olarak gelen birine biz iki gün sonra maaş ödemesi mi yapacağız? O da bizi kurtarmıyor. O yüzden de çocukların ilgisinde bir azalma oldu.

Süryani Kültür Derneği Başkanı olarak derneğinizde ne tür faaliyetler yapıyorsunuz?

Süryani kültürünün de bu ülkenin bir parçası olduğunu anlatmaya çalışıyor; yüzyıllardır yaşadıkları bu topraklarda daha iyi tanınmaları ve bu kültürün korunması için faaliyetler yapıyoruz. Çeşitli AB projelerimiz var, Süryani kültürünü korumak ve tanıtmak amacına yönelik olarak. Yakın bir zamanda dergi çıkartmayı da düşünüyoruz. Göç etmiş olan ailelerin geri dönüşünü de destekliyoruz. Şu ana kadar 25–30 aile döndü; bunların çoğunda da bizim katkımız büyüktür. Belki bir beş yıl öncesine kadar Süryanilerin varlığını bilen yoktu. Gerçi bunu da iyi mi yapıyoruz bilmiyorum; çünkü zaman zaman kimi gazetelerde hakkımızda bu memleket için tehlikeli olduğumuza dair haberler çıkıyor. Ben, Yargıtay Başkanı’na, Cumhurbaşkanı’na bile gidip gümüş zanaatını tanıtan biriyim. Bence biz, Avrupa’da bile Türkiye’nin adının önde gelebilmesi için çok çaba sarf ediyoruz. Bu tip kışkırtmaları ve temeli olmayan haberleri hangi amaçla yaptıklarını kestirmek çok güç.  



Taşın Dile Gelişi

Midyat denince akla gelen ilk şey, özgün taş işlemeciliği ile bezeli yapılarıdır. Yüz yıllar öncesinden bugüne etkileyiciliğini kaybetmeyen Midyat evlerinin, özgün taş işlemeciliğinin detaylarını Usta Abdullah Çetin’den öğreniyoruz.

Midyat’ta taş işlemeciliği kimler tarafından yapılmaya başlandı ve şimdi kimler yapıyor?

Bildiğimiz kadarıyla bu zanaat, eskiden Yahudi ustalar tarafından yapılıyordu. Onlardan sonra Hıristiyan ustalar, yani Midyat’taki Süryani ustalar yapmaya başladı. Daha sonra da onların yanında çalışan Müslüman ustaların bu işi öğrenmesiyle şimdi Müslüman ustalara geçti. Zaten şu anda Hıristiyan ustalardan pek kimse kalmadı Midyat’ta.

Kullanmakta olduğunuz kalker taşının özellikleri nelerdir?

Bu taşın özelliği, yıllar geçtikçe sertleşmesidir. Montajı yapılıp birkaç yıl geçtikten sonra tamamen sertleşir. Suyu emer ve içindeki boşluklar dolunca sertleşir. Günümüzde bu taş genellikle dış cephe süslemelerinde kullanılıyor.

Bu taşlar üzerine işlediğiniz motiflerin özelliklerinden bahseder misiniz?

Midyat’a özgü olan bu taşta, genelde büyük motifli desenler kullanılıyor. Bu desenlerin her birinin bir anlamı var. Örneğin asma ağacı, üzüm ve yapraklarını kullanıyoruz ki bu da Mezopotamya’yı simgeliyor. Onun dışında yine Mezopotamya’yı simgeleyen lale ve sümbül kullanıyoruz. Ayrıca bazı modeller ve bir takım çalışmalarla ortaya çıkan geometrik desenler var. Büyük Selçukluların ve Anadolu Selçuklularının yapmış oldukları bazı model çalışmalarından da esinleniyoruz. Eskiden ustalar, tıpkı bir mimar gibi, tasarım gücüne göre bir takım modeller çıkarıyorlardı; doğadaki ve çevresindeki nesnelere bakarak, bunlardan taşa uygulanabilir olanlarını işliyorlardı. Biz de bu şekilde uyguluyoruz. Bir model kullandığımız zaman, onu bir mimardan ya da bir başka tasarımcıdan örnek almıyoruz; kendi özgün modellerimizi yaratıyoruz. Zaten bu işi zanaat yapan özellik de budur.

Taş işlemeciliğinde, eski ve yeni arasındaki farklar nelerdir?

Midyat ve Mardin’deki eski ustalar, cephe süslemelerinde çok önemli çalışmalara, ince işçiliklere imza attılar. Ama şu andaki çalışmalarımızda biz, ihtiyaca göre kaba süslemeleri kullanmak zorunda kalıyoruz. Bu maddi durumla ilgili bir şey tabii; fiyatın yükselecek olması nedeniyle, çok ince işlemeler yapmıyoruz. Ancak özel siparişler istedikleri zaman bunu yapıyoruz.

Ne kadar sürede öğreniliyor bu zanaat; çocukluktan başlanıyor herhalde değil mi?

Genelde biz çocukluktan itibaren başlıyoruz bu işe. Eskiden bunu öğrenmek zordu. Çünkü taş, ocaktan elle getiriliyordu ve eski tip aletlerle yapılıyordu. Bir kişi usta olmak için o ocakta en az 4–5 sene çalışıyordu; sırf kaba kesim için. Kesme işleminden sonra yüzeyini ön plana çıkarma, taşı törpüleme işlemi vardır; mesela biz şimdi makinelerle kesiyoruz taşı. O işlemin öğrenilmesi de birkaç sene sürüyordu; yani bir kalfa, 6–7 yıl da orada çalışıyordu. Ondan sonra, ince işini çıkarmak için de en az 1–2 sene çalışması gerekiyordu. Yanındaki ustanın bilgi ve kabiliyetine bağlı olarak öğreniyordu. Yani eskiden bir kişi, en az 10 senede usta olabiliyordu. Ama şimdi kabiliyetine göre, 2–3 senede usta olabiliyor bir kişi. Tabii bu, o kişinin çok iyi usta olduğu anlamına gelmez. Bir söz vardır: “Bir antika parçasını tenekeciler çarşısına götürürseniz değeri 1 liradır, ama antikacılar çarşısına götürürseniz ona paha biçilemez.”. Yani bir taşa usta gözüyle bakmak farklıdır, sıradan bir vatandaşın bakması farklıdır. Bu sanatın en büyük sıkıntılarından biri de bu. İnsanlar ekonomik açıdan baktıkları için, zanaata eskisi gibi değer verilmiyor artık.

Dediğinize göre, 50 kişiye ekmek kapısı oluyor sizin atölyeniz. Sizin gibi çalışan başka büyük yerler de var mı?

Evet, şu anda Midyat’ta bu şekilde çalışan 10 tane atölye var. Eskiden bu işi elle yapıyorduk, törpülüyorduk. Eski kaymakamımız Feyzullah Özcan’ın çalışmalarıyla, makine sistemine geçtik. Eskiden elle örülme durumuna getirilen taşı biz şimdi makineyle kesiyoruz. Bu da bize şimdi çalışma kolaylığı ve daha çok iş imkânı sağlıyor. Elle yapılırken, eskiden bir binayı belki 10 senede bitiremezdik. Şimdi 1 ayda bitiriyoruz.

Ama ince iş hâlâ el işçiliği değil mi; onu fabrikasyona sokmadınız?

Tabii. Aslında onun torna makinelerini de araştırdık ama buna geçmedik; çünkü o zaman zanaat olma özelliğini kaybediyordu. Mesela Picasso, belki bir resmini tekrar yapmak istese aynısını yapamayacaktı. Bizim zanaatımızın en önemli özelliği de bu. İşin maddi kısmını düşünen kesim için torna makinesiyle yapılması önemli değil. Ama Avrupa’dan gelen kişiler tornayı kabul etmiyorlar. Ayrıca, biz torna sistemine geçecek olursak, burada çalışan 50 kişi 10’a düşecek. Yani bu zanaatın Midyat’a ekonomik katkısı da bir bakıma azalacaktı.

Başka şehirlerde de bu zanaata ilgi var mı?

Silopi, Nusaybin, Cizre, Batman gibi buraya yakın yerlerden sipariş alıyoruz. Çünkü eskiden buralarda da bu zanaat yapılıyordu. Nusaybin’de tarihi bir cami vardır, minaresi yine bu taştan yapılmıştır. Batman’ın ilerisinde Veysel Karani Türbesi’ne bakacak olursanız bu zanaatı görürsünüz. Aslında bu çalışmaların, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden kalma örneklerini Anadolu’nun her yerinde görmek mümkün. Mesela Doğubeyazıt’ta İshakpaşa Sarayı, Erzurum’daki Çifte Minareli Medrese, Konya’daki İnce Medrese’de bu örnekler var.



Görmeden Dönmeyin:

Camiler:  Eski şehrin merkezinde yer alan Cevat Paşa Camisi, 1925 yılından günümüze gelen, Midyat’ın mimari dokusuyla uyumlu özgün işçiliği ile etkileyici görünüme sahip bir cami. 1800 yılında yapılmış olan Merkez Ulu Cami ise görülmesi gereken önemli dini yapılardan bir diğeridir. 1915 yılına tarihlenen H. Abdurrahman Camisi ise diğerleri gibi, Müslüman topluluğun hâlen kullandığı camilerden birisidir. Tüm bu camilerin iç duvarlarında da Midyat’a özgü bitkisel motifler ve süslemeler yer almaktadır.

Kiliseler: Süryaniler, Midyat ve çevresindeki toprakları, kutsal toprakları olarak kabul ediyorlar ve bu toprakların bütününe “Turabdin” diyorlar. Turabdin Bölgesi Metropolitliği’nin merkezi olan Midyat’ta, Süryaniler tarafından yapılmış olan tarihi kiliselerin pek çoğu bugün de kullanılmakta. Özellikle, sabahın erken saatlerinde yapılmakta olan Pazar ayinleri, ibadet edenleri rahatsız etmediğiniz sürece herkese açık. Ayin bitiminde birbiriyle tokalaşan, dualar eden cemaat, sizin yabancı olmanıza ya da başka bir dine mensup olmanıza aldırmadan sizinle de selamlaşacak ve sizin için de dua edecektir. Bu kiliselerden bazıları; Mor Şmuni Kilisesi, Mor Barsavmo Kilisesi, Mor Ahisneyo Kilisesi, Protestan Kilisesi, İzozoel Kilisesi, Mor Şarbel Kilisesi, Mor Eliyo Kilisesi, Mor Afrem Kilisesi, Mor Dimet Kilisesi, Mor Kuryakos Kilisesi, Mor Estafanos Kilisesi’dir. Bu kiliseler ve adını yazamadığımız diğerlerini gezmek için epey zaman ayırmanız gerekiyor. Çünkü bu kiliselerin pek çoğu Midyat merkezi dışında, köylerde yer almaktadır. Kilisede ayin olmasa bile, birçoğu çok eski yıllarda yapılmış olan bu yapıların tarihi dokusunu görmeden dönmeyin.

Manastırlar: Süryani Kadim Cemiyeti için çok önemli manastırların yer aldığı Midyat’ın 25km dışındaki Mor Gabriel Manastırı (Deyrul Umur), 6. yüzyılda yapılmış ve bugün Turabdin Metropolitliği’nin merkezi sayılıyor. Dünyanın en eski ve faal manastırlarından birisi olan Mor Gabriel Manastırı, içine girdiğiniz andan itibaren, heybeti ve özenli mimarisi ile sizi büyüleyecek. İçinde; dört kilise, misafirhane, azizler evi, su sarnıcı, çiftlik üniteleri, futbol sahası gibi pek çok yapıyı barındıran bu manastırı gezmek için size eşlik edecek genç gönüllü rehberler, merak ettiğiniz tüm tarihi detayları da anlatacaklar. Yine bu manastırda yer alan Süryanice yazılmış yüz yıllık el yazması İncil, gümüş kabartmalı kapağı ve boyutu ile mutlaka görülmesi gerekenler arasında. Mor Gabriel Manastırı gibi ziyaretçilerini büyüleyen bir diğer yapı ise Meryem Ana Manastırı. Anıtlı Köyü’nün güneyinde yer alan bu manastır, özellikle az bulunan mimari yapısıyla ilgi çekmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder