13 Ağustos 2012 Pazartesi

AYDER’DE SONBAHAR






Öyle bir güzergâh peşindeyiz ki Karadeniz’in kollarında; sonbaharın bildiğimiz özelliklerinden öte, bir başka sonbahar bizim aradığımız. Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon, Rize… Hiçbiri değil bizim aradığımız sonbahar… Hırçın dalgalar, iğdiş edilmiş yollar, haykıran Karadeniz… Doğaya saygısızca, uyumsuzca dikilmiş binaların gölgesinde, paylaşarak Karadeniz’in kızgınlığını Çamlıhemşin’e doğru yol alıyoruz…



“Karadeniz, hırçın kız al beni kollarına
Sevindir pullarınla, gümüş kuyruklarınla
Salın haydi, gül oyna kemençeler çalarken
Takalar filikalar koynunda yalpalarken…”



Her şeye rağmen yeşilin üstünlüğünü koruduğu, Karadeniz’in hırçınlığını sürdürdüğü, kemençe seslerinin rüzgârın sesine karıştığı, tekelerin bir o yana bir bu yana salındığı yerler buralar… Her şeye rağmen, gizemini, farklılığını içten içe saklayan bir bölge… Sanki inadına inadına güzelleşiyor doğa; insanoğlunun yarattığı çirkinliklerin karşısında… Şimdilik direniyor ama ne zaman çeker gider, yapayalnız bırakır bizleri saygısızlığımız karşısında bilinmez; içi acıyanlar, onu anlayanlar bilirler ki çok yakın, sandığımızdan daha da yakın…



Biri sevdiğimize, sevgilimize, canımıza kastediyormuş gibi içimiz yanıyor yollarda… Yüzlerimiz asık, üzerimize karabasanlar çökmüş de bağırmak isterken kalakalmış gibiyiz… Öylesine haykırasımız var ki ağzımızı bıçak açmazken… Sonunda Çamlıhemşin’den de çıkıp baş başa kalıyoruz sevgilimizle, sevdiğimizle, doğayla…



Yollar kıyıdan uzaklaştıkça yeşilin bin bir tonu, sarı ve kızılla vals yapıyor; yanımızdan akıp giden Fırtına deresi, yaşadığımız tüm hayal kırıklığını sularına katıp götürüyor. Milli Park statüsünde olan Ayder’e vardığımızda yerleşim yerleri çeşitleniyor; otelleri, pansiyonları ile bir yayla olmaktan çıktığı, turizme kapılarını sonuna kadar açtığı sinyalini veriyor. Halkın, Karadeniz sahili boyunca ve hatta Çamlıhemşin’de gördüğümüz çirkin binaları, yapıları, aslen gecekondu bile olamayacak kadar zevksizlik abidesi beton yığınlarını bu bölgeye taşımamış olması ve doğaya uyumlu ahşap yapıların yoğunluk kazandığını görmek bizleri mutlu ediyor.



Ayder’de sonbaharın bizi karşılayan renk cümbüşü yanında, yağmuru ve serin esen rüzgârı, beklediğimizden de güzel bir sonbahar yakaladığımızın göstergesiydi. Otele yerleşmemizin hemen ardından, makinelerimizi kapıp, yağmurluklarımızı giyip kendimizi dışarı atıyoruz. Dışarıda bizi bekleyen bilinmez güzellikleri bir an önce yakalamak ve kadrajlarımıza hapsedip yanımızda taşımak istiyoruz.



Çok değil en fazla otelimizden yüz metre uzaklaştığımızda karşımıza çıkan manzaranın eşsiz güzelliği, o güzelliğin içinden akıp giden gerdanlık gibi şelaleler, şelaleleri ve ormanı gizemli bir güzelliğe, bir sokup bir çıkaran sis denizi; saatlerce o manzaranın karşısında, o güzelliğin hakkını verecek fotoğrafları çekmek üzere kalmamıza neden oluyor. Kendimizi bir süre sonra içinde bulduğumuz ormanların sık ve yaşlı ağaçları, bize ıslak bedenlerinden rengârenk bir bahçe sunuyorlar. Sık ve yaşlı bu ağaçların artık toprak üzerine kadar çıkmış köklerinin üstünden hoplaya zıplaya ilerliyor; önümüze çıkan kırmızı şapkalı mantarlara selam veriyoruz. Biz dalıp gitmiş, doğayla bütünleşmişken, beni unuttunuz dercesine kar yağıyor üzerimize.



Yılın ilk karı… Sonbahar karı… İşte aradığımız, peşine takılıp binlerce kilometre yol kat ettiğimiz birbaşka sonbahar… Yağmur sularının pırıl pırıl yaptığı renk cümbüşü içinde eriyip giden kar taneleri…



Artık havanın kararmaya başlaması ve o ana kadar fark edemediğimiz halde üşümüş olan ıslak ayaklarımız bizi, otele geri dönmeye zorluyor. Az biraz dinlence, sonrası yemek faslı ve ardından sadece su sesi duyduğumuz odalarımızda hayatımızın en güzel uykularını uyuma zamanı…



Ertesi günün ilk ışıkları ve kuş sesleri eşliğinde uyandığımızda, “kahvaltı zamanı” diyerek zil çalan karınlarımızı, doğal ürünlerin eşsiz lezzetine emanet ediyoruz. Tereyağı, bal, yumurta ve diğerleri… Artık tekrar sevgiliyle buluşma zamanı… Bizi bekleyen yayla dolmuşuna binip, beklettiğimiz için onlarca özrü ardı ardına sıralarken, gülümseyen yüzleriyle: “Ne olacak canım; biz alışığız beklemeye. Sizler hoş geldiniz.” diyorlar. Şaşkınlığım yüzlerine dikkatlice bakmama engel olmuyor. Sanırım aslında kızdıklarını ama misafirperverliklerinden böyle söylediklerini yakalayabileceğim bir ufak mimik arıyorum yüzlerinde. Ama yok… Gerçekten kızmamışlar… “Büyükşehir insanıyız…” diyorum içimden; biz olsak bu kadar değil bir dakika birini beklesek sinir krizleri geçiriyor olurduk. Sonradan anlıyorum ki zaman anlayışlarımız öylesine farklı… Onların bizim gibi peşinden kovalayıp durdukları bir zaman anlayışları yok; onlar ve zaman iyi anlaşan iki dost gibi…



Dolmuşun nasıl yol aldığını bir türlü anlayamadığım yokuş, dar ve bol taşlı, çukurlu yollardan ilerlerken yavaş yavaş yayla evleri de göz kırpıyor, virane ama bir o kadar çekici görüntüleriyle… Yayla hayatının giderek terk edildiği, insanların ve hayvanlarının birer birer yayladan göç ettikleri dönem… Yol boyu göç eden yayla halkıyla sohbet edilmek üzere duruluyor, kimi dolmuşa asılıp biraz sohbetine hareket halinde devam ediyor, kimi önceden sipariş ettiği ekmeğini şoförden teslim alıp selametle diyerek yoluna devam ediyor. Herkes eş, herkes dost, herkes aynı doğanın parçası… Avusor’a yaklaşırken yokuş yukarı gidiş hızımız yolların karla kaplanması ile daha da yavaşlıyor. Biz yine de gidebiliyor olmamıza şükrederken radyodaki ses içimizi coşturuyor:



“Hemşin'in yaylaları
Yaz gelince şen olur
Sevup alamayanun
Hali perişan olur


Hemşin yaylalarınun
Çamları sıra sıra
Ayişem seğerleri
Gel surelum ağıra”



Sonunda Avusor’a geldiğimizde, aralarından biriymişçesine kabul ettikleri bizleri evlerine çağırıyor, “Seferisiniz siz, orucunuz yoktur; çay yapalım.” diyorlar. Biz de çay demlenirken gezmeyi istediğimizi, sonrasında içimizi ısıtmak üzere uğrayacağımızı söylüyoruz. 



Bu arada her yer kar altında. Kaçkarlar hain bir gülümsemeyle selam veriyor sanki. “Siz değil miydiniz bir başka sonbahar arayan” diyor kahkahalarının arasında… Bu kadarını biz de tahmin etmiyorduk açıkçası: Yeşil, sarı, kırmızı içine beyazı da ekliyoruz ve karşımıza bambaşka bir sonbahar çıkıyor. Hiçbir yerde söylenmeyen, yazılmayan ve görülmeyen bir sonbahar tanık olduğumuz. Oranın insanları içinse olağan, her zamanki gibi, kafalarındaki sonbahara tamamen uyan bir mevsim yaşadıkları…



Karın sakladığı yağmurlu topraklar dizlerimize kadar çamurlara batmamıza, gizli taşlar tökezlememize yol açsa da bizler yaylanın karla karışık sonbaharını yaşamaya devam ediyoruz. Su sesi hiç kesilmiyor; şelaleler gürül gürül akmaya, ırmaklar coşmaya devam ediyor. Ve yeşil, sarı, kızıl ağaçlar karların altından çıkarıp çıkarıp başlarını haykırıyorlar mevsimimizi şaşırmayalım diye: “Hâla sonbahar…”.



Yaylanın üst kısımlarında, yani ulaşılması oldukça zor yerlerde bile yayla evleri var. Nasıl oralara çıktıkları bir yana, eşyalarını nasıl getirip götürdüklerini daha çok merak ediyoruz. Bu merakımız etrafta gördüğümüz ilkel teleferiklerin kullanım amacını öğrenince geçiyor.  Evler, ahırlar, depolar arasında uzanan yollar ve doğa alıp sizi yaşamakta olduğunuz gerçeklikten, bambaşka bir dünyanın insanı olduğunuzu haykırıyor.



Avusor’daki gezintimizin bir sonraki durağı, çay içmek üzere söz verdiğimiz yayla evi… Yaylada henüz göç etmemiş olan herkes bizimle birlikte geliyor. Hep beraber kuzine etrafına oturuyor, sohbet ediyor, dünyanın en güzel çayını, en şifalı sularla yapılmış şekilde içerek içimizi ısıtıyoruz. Sırılsıklam olmuş ayakkabılarımız kuzine altı edilmiş, kurumak üzere sağa sola asılmış çoraplarımızın yerine ev halkının verdiği çoraplar giyilmiş… Dışarıdaki serin havaya rağmen sıcacık bir ortamda Ayder’in Şairi Paşa Ali Karagöz Dede’nin şiirlerini dinliyoruz. Anlıyoruz ki binlerce metre yukarılarda bir başka dünyanın insanı gibi kendi halinde yaşayan bu insanlar, hiç de uzak değiller gündeme ve yaşananlara… 



“İlkbaharda erir dağların kari

Yeşillenir daği, kıri, ormani

Gökleri bölük bölük yaylaya doğru


Yaz gelince tabii başka dağların

Hele tatli tatli eser rüzgârın

Tadından doyulmaz hele Kaçkar’ın

Duman pare pare dağlara doğru…”



Sohbetten ayrılmak zor olsa da öğleyi geçen saat, daha yürüyerek ineceğimiz uzun yola bir an önce başlamamız gerektiğini hatırlatıyor. Kalanlarla vedalaşıp yokuş aşağı vuruyoruz kendimizi yola. Dolmuşun zıplaya hoplaya zorlukla çıktığı yoldan yürüyerek inmeyi; doğayı, değişimi, renk zenginliğini ve tertemiz havayı daha çok yaşamak için tercih ediyoruz. Yollar öylesine uzunken, bitmek bilmezken, kar yağışı yerini yağmura bırakmışken bir saniye olsun sıkılmadan, her anın tadını çıkararak yürüyoruz. Yolun bir noktasından, yolumuzu kısaltacağı için patikayı takip etmemiz önerildiğinden, görür görmez patikayı içine atıyoruz kendimizi. Ama bilmediğimiz şey o patikanın sol yanı uçurum olan bir keçi yolu olduğu… Yağan yağmurdan kayganlaşmış olan toprak, yürüyüşümüzü oldukça zorlaştırırken, geçip de ardımızda bırakmak istemediğimiz güzelliklere durup durup bakma ritüelimizle birleşince hava kararmaya başlıyor. Artık “Hadi,” diyoruz “buralarda kaybolmadan hızlanalım artık…”.  Tam 4,5 saat süren yürüyüşümüz bittiğinde biz de bitiyoruz. Sırılsıklam kıyafetlerimiz üzerimize yapışırken, esen serin rüzgâr otele doğru adımlarımızı hızlandırıyor.



Öylesine kısa geliyor ki kaldığımız süre; ayrılırken hepimizin içinde daha fazla kalma arzusu beliriyor. Daha gezilecek onca yer varken, daha yeni yeni havası ile ciğerlerimizi temizlemişken, daha ünlü kaplıcasına bile girememişken nereye diyor bilinçaltımızdaki sesler. Ama programa uymak, bir sonraki yolculuğa hazır olmak şart…



Doğa her yere Doğu Karadeniz’e davrandığı kadar cömert davranmıyor… Bozkırların ne demek olduğunu bilenler için Karadeniz’in ayrıcalığını fark etmek hiç de zor değil. Doğa cömert olduğu kadar da yaşam zorlaşıyor elbet. Buralar güzel ama zor topraklarda yaşayan, zorlukların insanlarının memleketi. Gün olur da onların zor yaşamlarına bir süreliğine dâhil olmak, doğanın sınır tanımadığı zenginliğini görmek ve yaşamak, iç içe girmiş mevsimlerin tadını çıkarmak isterseniz tüm doğallığınızı alın ve Ayder’e gidin…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder