Öyle bir güzergâh peşindeyiz ki Karadeniz’in
kollarında; sonbaharın bildiğimiz özelliklerinden öte, bir başka sonbahar bizim
aradığımız. Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon, Rize… Hiçbiri değil bizim aradığımız
sonbahar… Hırçın dalgalar, iğdiş edilmiş yollar, haykıran Karadeniz… Doğaya
saygısızca, uyumsuzca dikilmiş binaların gölgesinde, paylaşarak Karadeniz’in
kızgınlığını Çamlıhemşin’e doğru yol alıyoruz…
“Karadeniz, hırçın kız al beni kollarına
Sevindir pullarınla, gümüş kuyruklarınla
Salın haydi, gül oyna kemençeler çalarken
Takalar filikalar koynunda yalpalarken…”
Sevindir pullarınla, gümüş kuyruklarınla
Salın haydi, gül oyna kemençeler çalarken
Takalar filikalar koynunda yalpalarken…”
Her şeye rağmen yeşilin üstünlüğünü
koruduğu, Karadeniz’in hırçınlığını sürdürdüğü, kemençe seslerinin rüzgârın
sesine karıştığı, tekelerin bir o yana bir bu yana salındığı yerler buralar…
Her şeye rağmen, gizemini, farklılığını içten içe saklayan bir bölge… Sanki
inadına inadına güzelleşiyor doğa; insanoğlunun yarattığı çirkinliklerin
karşısında… Şimdilik direniyor ama ne zaman çeker gider, yapayalnız bırakır
bizleri saygısızlığımız karşısında bilinmez; içi acıyanlar, onu anlayanlar
bilirler ki çok yakın, sandığımızdan daha da yakın…
Biri sevdiğimize, sevgilimize, canımıza
kastediyormuş gibi içimiz yanıyor yollarda… Yüzlerimiz asık, üzerimize
karabasanlar çökmüş de bağırmak isterken kalakalmış gibiyiz… Öylesine
haykırasımız var ki ağzımızı bıçak açmazken… Sonunda Çamlıhemşin’den de çıkıp
baş başa kalıyoruz sevgilimizle, sevdiğimizle, doğayla…
Yollar kıyıdan uzaklaştıkça yeşilin bin
bir tonu, sarı ve kızılla vals yapıyor; yanımızdan akıp giden Fırtına deresi,
yaşadığımız tüm hayal kırıklığını sularına katıp götürüyor. Milli Park
statüsünde olan Ayder’e vardığımızda yerleşim yerleri çeşitleniyor; otelleri,
pansiyonları ile bir yayla olmaktan çıktığı, turizme kapılarını sonuna kadar
açtığı sinyalini veriyor. Halkın, Karadeniz sahili boyunca ve hatta
Çamlıhemşin’de gördüğümüz çirkin binaları, yapıları, aslen gecekondu bile
olamayacak kadar zevksizlik abidesi beton yığınlarını bu bölgeye taşımamış
olması ve doğaya uyumlu ahşap yapıların yoğunluk kazandığını görmek bizleri
mutlu ediyor.
Ayder’de sonbaharın bizi karşılayan renk
cümbüşü yanında, yağmuru ve serin esen rüzgârı, beklediğimizden de güzel bir
sonbahar yakaladığımızın göstergesiydi. Otele yerleşmemizin hemen ardından,
makinelerimizi kapıp, yağmurluklarımızı giyip kendimizi dışarı atıyoruz.
Dışarıda bizi bekleyen bilinmez güzellikleri bir an önce yakalamak ve
kadrajlarımıza hapsedip yanımızda taşımak istiyoruz.
Çok değil en fazla otelimizden yüz metre
uzaklaştığımızda karşımıza çıkan manzaranın eşsiz güzelliği, o güzelliğin
içinden akıp giden gerdanlık gibi şelaleler, şelaleleri ve ormanı gizemli bir
güzelliğe, bir sokup bir çıkaran sis denizi; saatlerce o manzaranın karşısında,
o güzelliğin hakkını verecek fotoğrafları çekmek üzere kalmamıza neden oluyor.
Kendimizi bir süre sonra içinde bulduğumuz ormanların sık ve yaşlı ağaçları,
bize ıslak bedenlerinden rengârenk bir bahçe sunuyorlar. Sık ve yaşlı bu
ağaçların artık toprak üzerine kadar çıkmış köklerinin üstünden hoplaya zıplaya
ilerliyor; önümüze çıkan kırmızı şapkalı mantarlara selam veriyoruz. Biz dalıp
gitmiş, doğayla bütünleşmişken, beni unuttunuz dercesine kar yağıyor üzerimize.
Yılın ilk karı… Sonbahar karı… İşte
aradığımız, peşine takılıp binlerce kilometre yol kat ettiğimiz birbaşka
sonbahar… Yağmur sularının pırıl pırıl yaptığı renk cümbüşü içinde eriyip giden
kar taneleri…
Artık havanın kararmaya başlaması ve o ana
kadar fark edemediğimiz halde üşümüş olan ıslak ayaklarımız bizi, otele geri
dönmeye zorluyor. Az biraz dinlence, sonrası yemek faslı ve ardından sadece su
sesi duyduğumuz odalarımızda hayatımızın en güzel uykularını uyuma zamanı…
Ertesi günün ilk ışıkları ve kuş sesleri
eşliğinde uyandığımızda, “kahvaltı zamanı” diyerek zil çalan karınlarımızı,
doğal ürünlerin eşsiz lezzetine emanet ediyoruz. Tereyağı, bal, yumurta ve
diğerleri… Artık tekrar sevgiliyle buluşma zamanı… Bizi bekleyen yayla
dolmuşuna binip, beklettiğimiz için onlarca özrü ardı ardına sıralarken, gülümseyen
yüzleriyle: “Ne olacak canım; biz alışığız beklemeye. Sizler hoş geldiniz.”
diyorlar. Şaşkınlığım yüzlerine dikkatlice bakmama engel olmuyor. Sanırım
aslında kızdıklarını ama misafirperverliklerinden böyle söylediklerini
yakalayabileceğim bir ufak mimik arıyorum yüzlerinde. Ama yok… Gerçekten
kızmamışlar… “Büyükşehir insanıyız…” diyorum içimden; biz olsak bu kadar değil
bir dakika birini beklesek sinir krizleri geçiriyor olurduk. Sonradan anlıyorum
ki zaman anlayışlarımız öylesine farklı… Onların bizim gibi peşinden kovalayıp
durdukları bir zaman anlayışları yok; onlar ve zaman iyi anlaşan iki dost gibi…
Dolmuşun nasıl yol aldığını bir türlü
anlayamadığım yokuş, dar ve bol taşlı, çukurlu yollardan ilerlerken yavaş yavaş
yayla evleri de göz kırpıyor, virane ama bir o kadar çekici görüntüleriyle…
Yayla hayatının giderek terk edildiği, insanların ve hayvanlarının birer birer
yayladan göç ettikleri dönem… Yol boyu göç eden yayla halkıyla sohbet edilmek
üzere duruluyor, kimi dolmuşa asılıp biraz sohbetine hareket halinde devam
ediyor, kimi önceden sipariş ettiği ekmeğini şoförden teslim alıp selametle
diyerek yoluna devam ediyor. Herkes eş, herkes dost, herkes aynı doğanın
parçası… Avusor’a yaklaşırken yokuş yukarı gidiş hızımız yolların karla
kaplanması ile daha da yavaşlıyor. Biz yine de gidebiliyor olmamıza şükrederken
radyodaki ses içimizi coşturuyor:
“Hemşin'in yaylaları
Yaz gelince şen olur
Sevup alamayanun
Hali perişan olur
Yaz gelince şen olur
Sevup alamayanun
Hali perişan olur
…
Hemşin yaylalarınun
Çamları sıra sıra
Ayişem seğerleri
Gel surelum ağıra”
Çamları sıra sıra
Ayişem seğerleri
Gel surelum ağıra”
Sonunda Avusor’a geldiğimizde, aralarından
biriymişçesine kabul ettikleri bizleri evlerine çağırıyor, “Seferisiniz siz,
orucunuz yoktur; çay yapalım.” diyorlar. Biz de çay demlenirken gezmeyi
istediğimizi, sonrasında içimizi ısıtmak üzere uğrayacağımızı söylüyoruz.
Bu arada her yer kar altında. Kaçkarlar
hain bir gülümsemeyle selam veriyor sanki. “Siz değil miydiniz bir başka
sonbahar arayan” diyor kahkahalarının arasında… Bu kadarını biz de tahmin
etmiyorduk açıkçası: Yeşil, sarı, kırmızı içine beyazı da ekliyoruz ve
karşımıza bambaşka bir sonbahar çıkıyor. Hiçbir yerde söylenmeyen, yazılmayan
ve görülmeyen bir sonbahar tanık olduğumuz. Oranın insanları içinse olağan, her
zamanki gibi, kafalarındaki sonbahara tamamen uyan bir mevsim yaşadıkları…
Karın sakladığı yağmurlu topraklar
dizlerimize kadar çamurlara batmamıza, gizli taşlar tökezlememize yol açsa da
bizler yaylanın karla karışık sonbaharını yaşamaya devam ediyoruz. Su sesi hiç
kesilmiyor; şelaleler gürül gürül akmaya, ırmaklar coşmaya devam ediyor. Ve
yeşil, sarı, kızıl ağaçlar karların altından çıkarıp çıkarıp başlarını
haykırıyorlar mevsimimizi şaşırmayalım diye: “Hâla sonbahar…”.
Yaylanın üst kısımlarında, yani ulaşılması
oldukça zor yerlerde bile yayla evleri var. Nasıl oralara çıktıkları bir yana,
eşyalarını nasıl getirip götürdüklerini daha çok merak ediyoruz. Bu merakımız
etrafta gördüğümüz ilkel teleferiklerin kullanım amacını öğrenince
geçiyor. Evler, ahırlar, depolar
arasında uzanan yollar ve doğa alıp sizi yaşamakta olduğunuz gerçeklikten,
bambaşka bir dünyanın insanı olduğunuzu haykırıyor.
Avusor’daki gezintimizin bir sonraki
durağı, çay içmek üzere söz verdiğimiz yayla evi… Yaylada henüz göç etmemiş
olan herkes bizimle birlikte geliyor. Hep beraber kuzine etrafına oturuyor,
sohbet ediyor, dünyanın en güzel çayını, en şifalı sularla yapılmış şekilde
içerek içimizi ısıtıyoruz. Sırılsıklam olmuş ayakkabılarımız kuzine altı
edilmiş, kurumak üzere sağa sola asılmış çoraplarımızın yerine ev halkının
verdiği çoraplar giyilmiş… Dışarıdaki serin havaya rağmen sıcacık bir ortamda
Ayder’in Şairi Paşa Ali Karagöz Dede’nin şiirlerini dinliyoruz. Anlıyoruz ki
binlerce metre yukarılarda bir başka dünyanın insanı gibi kendi halinde yaşayan
bu insanlar, hiç de uzak değiller gündeme ve yaşananlara…
“İlkbaharda erir dağların kari
Yeşillenir daği, kıri, ormani
Gökleri bölük bölük yaylaya doğru
…
Yaz gelince tabii başka dağların
Hele tatli tatli eser rüzgârın
Tadından doyulmaz hele Kaçkar’ın
Duman pare pare dağlara doğru…”
Sohbetten ayrılmak zor olsa da öğleyi
geçen saat, daha yürüyerek ineceğimiz uzun yola bir an önce başlamamız
gerektiğini hatırlatıyor. Kalanlarla vedalaşıp yokuş aşağı vuruyoruz kendimizi
yola. Dolmuşun zıplaya hoplaya zorlukla çıktığı yoldan yürüyerek inmeyi; doğayı,
değişimi, renk zenginliğini ve tertemiz havayı daha çok yaşamak için tercih
ediyoruz. Yollar öylesine uzunken, bitmek bilmezken, kar yağışı yerini yağmura
bırakmışken bir saniye olsun sıkılmadan, her anın tadını çıkararak yürüyoruz.
Yolun bir noktasından, yolumuzu kısaltacağı için patikayı takip etmemiz
önerildiğinden, görür görmez patikayı içine atıyoruz kendimizi. Ama
bilmediğimiz şey o patikanın sol yanı uçurum olan bir keçi yolu olduğu… Yağan
yağmurdan kayganlaşmış olan toprak, yürüyüşümüzü oldukça zorlaştırırken, geçip
de ardımızda bırakmak istemediğimiz güzelliklere durup durup bakma ritüelimizle
birleşince hava kararmaya başlıyor. Artık “Hadi,” diyoruz “buralarda
kaybolmadan hızlanalım artık…”. Tam 4,5
saat süren yürüyüşümüz bittiğinde biz de bitiyoruz. Sırılsıklam kıyafetlerimiz
üzerimize yapışırken, esen serin rüzgâr otele doğru adımlarımızı hızlandırıyor.
Öylesine kısa geliyor ki kaldığımız süre;
ayrılırken hepimizin içinde daha fazla kalma arzusu beliriyor. Daha gezilecek
onca yer varken, daha yeni yeni havası ile ciğerlerimizi temizlemişken, daha
ünlü kaplıcasına bile girememişken nereye diyor bilinçaltımızdaki sesler. Ama
programa uymak, bir sonraki yolculuğa hazır olmak şart…
Doğa her yere Doğu Karadeniz’e davrandığı
kadar cömert davranmıyor… Bozkırların ne demek olduğunu bilenler için
Karadeniz’in ayrıcalığını fark etmek hiç de zor değil. Doğa cömert olduğu kadar
da yaşam zorlaşıyor elbet. Buralar güzel ama zor topraklarda yaşayan,
zorlukların insanlarının memleketi. Gün olur da onların zor yaşamlarına bir
süreliğine dâhil olmak, doğanın sınır tanımadığı zenginliğini görmek ve
yaşamak, iç içe girmiş mevsimlerin tadını çıkarmak isterseniz tüm doğallığınızı
alın ve Ayder’e gidin…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder