14 Ağustos 2012 Salı

DENİZ GURBETÇİLERİNİN MEMLEKETİ: BODRUM





Bodrum, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın yazılarında anlattığı masmavi sularıyla, kumuyla, adalarıyla, ağaçları, kuşlarıyla ve daha pek çok doğal güzelliğiyle dillere destan oldu. Ardından, Bodrum’u onun yazılarından okuyanların ve okumayıp sadece kulaktan kulağa duyanların akınına sahne oldu. Hâlbuki Halikarnas Balıkçısı bilir miydi, Bodrum’u Bodrum yapan özelliklerin böylesine ikinci plana atılacağını…


Şimdilerde Bodrum, yazları gece hayatının merkezi olduğu için; şimdilerde Bodrum, boy gösterip “ben de varım” demek isteyenlerin, magazin programlarının baş stüdyosu olduğu için daha çok anılır oldu. Ne masmavi suyundan, ne denizinin sakladığı onlarca mücevherden ne de doğasının eşsiz güzelliğinden bahseden pek kalmadı. Yine de satır aralarını süsleyen üç beş “eşsiz deniz”, “eşsiz doğa” tanımlamalarının hakkını yememek lazım.


Halikarnas Balıkçısı’nın sözlerinden sadece şu kadarı bile az biraz silkinmemizi; onun ömrünü adadığı Bodrum’u tekrar ve sadece Bodrum olduğu için sevmemizi sağlayabilir zannediyorum: “Eskiden evler, savaş ve savunma için yüksek yamaçlara kondurulurdu. Bunlara ev değil ‘kule’ denilirdi. Ama deniz özlemiyle, maviye imrenişten ötürü yerlerinde duramayarak, çam kokan nalınlarıyla, tıngır mıngır yokuş aşağı seğirtmişler; iki koyun gıcır gıcır çakılları boyunca dizilmişler. Arkada kalanlar, ayakuçlarına kalkarak, kız kardeşlerinin omuzları üzerinden denize bakakalmışlar. Kimi cesur evler de denize dalıp kayık olmuşlar ve dalgalar üzerinde oynaya güle, karadaki pısırık kız kardeşleriyle alay etmişler. İşte bundan dolayı kayıklarla evlerin, bir de mandalin bahçelerinin sıkı fıkı akrabalığı vardır…”. 


Bodrum; Herodot’tan Cevat Şakir’e, Azra Erhat’tan Mancornalara, Turgut Reis’ten Neyzen Tevfik’e kadar onlarca düşün, yazın insanının ve denizcinin omuzlarında taşıdığı, sevdiği, kolladığı, kıyamadığı ender yerleşim yerlerinden birisidir. Onların dilinden, kaleminden dökülenleri duydukça ve okudukça tek bir şey demek geçiyor içimden: “Uyanın Bodrum sevenler. Kalkın ve Bodrum’un gündüzüyle, deniziyle, yeşiliyle, balığıyla, süngeriyle; yok olmadan tüm gerçeğiyle tanışın bir an evvel!”…



Gün doğumunda Bodrum evleri üzerine düşen ışık, evlerin beyazını daha bir beyaz yaptığı kadar, o evlerin etrafını çepeçevre sarmalayan begonvillerin de rengini ortaya çıkarıyor, parlatıyor; insanın gözüne değil, ruhunun derinliklerine sokuyor. Sokaklar, tek tük açılmaya başlamış dükkânların temizlik telaşesiyle ve gecenin kalabalığından yeterince koşmaya fırsat bulamamış köpeklerin sınırsızca koştuğu bomboş görünümüyle, ama bir o kadar da dopdolu karşılıyor bizleri. Sanki deniz, geceye inat daha bir güzel kokuyor şimdi; ışıl ışıl, kıpır kıpır çağırıyor kumsaldakileri.



Bodrum, Herodot’un anlattıkları doğrultusunda, MÖ 1000 yılında Dorlar tarafından kurulmuş. Yani şimdiki Bodrum kalesinin bulunduğu yarımada, Halikarnassos’un kurulduğu ve yayıldığı merkez konumundaymış. İçinde dünyanın en büyük Sualtı Arkeoloji Müzesi’ni de barındıran kale, 1406 yılında, Aziz Petros adına Saint Jean Şövalyeleri tarafından yapılmaya başlanmış. İnşası 1522 yılına kadar süren kale, Akdeniz’in en sağlam kalesi olarak da bilinmektedir. Kalenin ilk kapısından girdikten sonra sizi bekleyen peşi sıra kapıları bilmeksizin, kafanızı bir o yana bir bu yana çevirip her taşı kontrol etme ihtiyacı duyabiliyorsunuz. Çünkü kale taşları üzerine işlenmiş ve dikkatli bakmadığınız takdirde atlayabileceğiniz birçok detay, sizi sessizce ve usulca karşılıyor. Kaleye girmekle birlikte, az önce sözünü ettiğimiz Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’ne de girmiş bulunuyorsunuz. Bir açık hava müzesi olmasının yanı sıra sergi salonlarıyla da dikkati çekiyor. Bu günlerde pek çok sansasyona konu olmuş olsa da, kalenin ve müzenin, ziyaretçileri son derece tatmin edecek bir geçmişe ve görselliğe sahip olduğu muhakkak. Sergilenen pek çok eser, sualtı kazılarından çıkarılan buluntular ve sünger avcılarının müzeye bağışladıklarından oluşuyor. Amforaların yoğun olarak sergilendiği alanda, her amforanın hangi kategoriye girdiği, tarihsel açıklamaları ve kullanım alanlarının yazdığı levhalarla gezi, çok daha işlevsel bir hâle bürünüyor. Sakız, Knidos, Rodos, İstanköy, Roma, Kartaca amforaları bunlardan bazıları.



Amforalar sergisinin ardından, Karya Prensesi Ada’nın iskeletinin ve kişisel eşyalarının sergilendiği kapalı bölüme giriyoruz. Biraz ürpertici ama fazlasıyla ilgi çekici bu sergi salonunda yer alan cam mezar içerisindeki iskeletin, yapılan kriminal değerlendirme neticesinde, Karya Prensesi Ada’ya ait olduğu anlaşılmış. Sergi salonunda bulunan ve MÖ 4. yy’a ait altın takılar, prensesin zenginliğinin göstergesi olduğu kadar, o dönemin zanaatkârlığının da temsilcisi olarak sergileniyor. Prensesin, altından çiçek motifli tacı, zarafetin ve ince işçiliğin en güzel örneklerinden birisi olarak ilgi çekiyor.

Merdivenleri gösteren okları takip ettikçe, kale surlarından seslenen manzaranın büyüleyiciliği daha da artıyor. Adım başı hızınızı kesen, önünde çakılıp kalmanıza neden olan detaylarla karşılaşıyorsunuz. Tüm bunlarla sarmalanmış hâlde yürürken, Tunç Çağı Batıkları Sergi Salonu karşınıza çıkıyor. Bu salon iki ayrı bölümden oluşuyor. Bunlardan ilkinde sergilenen buluntular dışında bir de video gösterisi söz konusu. Burada, su altı arkeologlarının çalışmalarıyla ilgili belgeselleri seyretme imkânına da sahipsiniz. İkinci salonda ise oldukça etkileyici ve mavi atmosferi ile su altındaymış izlenimi yaratan Şeytanderesi Batığı sergisini izleyebiliyor ziyaretçiler.

Oldukça geniş bir alanı kaplayan kalenin içinde ayrıca Genç Çağ Batığı olarak adlandırılan bir salonu gezme ve hatta bire bir örneği olarak hazırlanmış maket geminin üzerinde dolaşma şansına da sahipsiniz. Kalenin içinde yer alan kuleler ise yapılışlarına göre; Fransız, Alman, İspanyol, İtalyan, İngiliz kuleleri olarak isimlendirilmiş.

Sualtı Arkeoloji Müzesi’ne emek veren ama öncelikle Bodrum’u Bodrum yapan değerlerin baş tacı olup ve maalesef bugün işlevini yitirmiş olan sünger avcılarına takılıyor aklımız. Onlar ki Bodrum’un geçmişinden bugüne denizin derinliklerine, denizin güzelliklerine âşık olup, denizin nimetlerini Türkiye’nin ekonomik gelişmesine katkı sunacak şekilde insanlara sunmuş emekçiler; onlar ki evlerinden, sevdiklerinden, karadan aylarca uzak kalan deniz emekçileri… İşte onlardan birine, Deniz Gurbetçileri belgeselinde de yer alan Mancorna Mehmet Baş’a kulak veriyoruz:



“ 1950 yılında, Bodrum’un Çiftlik Köyü’nde doğdum. Dedelerim 1850’lerde Karamana’dan gelmişler. Sülalemizde hiç denizci yok bizim ama ben çocukken deniz kenarlarına gider ve gizeminden dolayı çok merak ederdim. 13 yaşındayken, Karaburun mevkiinde bir balıkçının maske ile dalış yaptığını gördüm. Ondan müsaade isteyip belime kadar girip denize, şöyle bir baktım. Bakış o bakışmış; meraklandım adam akıllı denize. Ondan sonra da bu ilgim hiç bitmedi. 14 yaşlarındayken sünger avcılığı yapan Ahmet Nalbantoğlu’nun (Kokaçi Ahmet) dükkânında gördüğüm ve kafamı taktığım bir maske vardı. Bundan anneme bahsederdim hep ama biz fakir bir aileydik, öyle paramız da yoktu. Ama annem hevesimi anlamış olacak ki bir oğlak satıp bana o maskeyi aldı ve ben de böylece denizleri daha iyi tanımaya başladım. Bizim köyde, çok az büyüğümüz süngere giderdi. Gidenlerin de iyi para kazandığını duyardık. Bodrum’da o zamanlar fakir gençler ya pamuk tarlasına, ya tütün tarlasına ya da sünger avcılığına giderlerdi çalışmaya.

1965 yılının sezon başında, yani mart ayında, bir arkadaşımla beraber Mustafa Cengiz’in teknesinde süngerciliğe başladık. Önce deneme dalışları yaptırdı bize; beğenmiş olacak ki ‘gelin’ dedi. Tabii evden izin alamadığım için kaçtım; tütün işi filan hoşuma gitmiyordu benim. Denizin gizemini de biraz keşfettim ya kaçtım evden. Yasal olarak dalgıç ehliyeti alamadığımdan, karakoldan ‘sünger işçisi’ diye bir belge aldım ve o belge ile gittim çalışmaya başladım.

Bundan birkaç sene sonra, Sualtı Kurtarma Komutanlığı ile Ulaştırma Bakanlığı bakıyorlar ki süngerciler çok ölüyorlar, çok zayiat veriyorlar o yıllarda; bir protokol imzalayarak, Sualtı Kurtarma Komutanlığı, süngercilerin eğitimini üstlendi. Ben de yaşım dolunca balık adam ehliyeti adayı oldum ve sınavlara girip ehliyetimi aldım.

Mayısın ortalarında çıkar, Ekim 15 gibi dönerdik. 5- 6 ay, sekiz dokuz metrelik teknelerin içinde yaşayan insanlardık biz. Karaya çıktığımız zaman ki şimdi onun psikolojik bir bozukluk olduğunu anlıyorum; insanlardan ürkerdik, alışamazdık bir süre. Sünger avcılığı, gerçekten çok zor bir iş. 1700 yıl evvel bile Bodrum’da sünger avcıları vardı. Bugün deniz ve teknecilik bu kadar gelişmişse, bu hep süngercilerin sayesinde olmuştur.

İki sınıf sünger avcıları vardır: Birincisi, “Sığ Su Makineleri” denen teknelerle dalarlar. Onlar ekmeğini denizden çıkarmayı seven, başka iş yapamayan, yaşı ilerlemiş denizcilerdir. Çünkü bir defa dalmaya, denizden para kazanmaya alıştın mı başka iş yapamazsın, zor gelir. Bugün özgürlüğün ne olduğunu hiç kimse denizciler kadar bilemez.

Sünger işinde çalışan insanların üzerinde hep baskı vardır; hep öleceklerinden ya da sakat kalacaklarından korkulduğu için, bu işi bıraksınlar istenir çevreleri tarafından. Bahsedilen tehlikenin gerçek olduğu da ortadadır ve her denizci evden helalleşerek çıkar. Bu, yaşları ilerlemiş kişiler de artık derinde çalışmazlar; onun yerine kıyıya yakın çalışmayı tercih ederler. Maksimum daldıkları da 35-40 metredir. Tek tekneden oluşurlar; çünkü personel azdır, tüm kumanya ve eşyaları da bu teknedir. İkinci tür avcılar ise Mancornalardır. Bunlar da tamamen genç insanlardan oluşan, zıpkın gibi delikanlılardan meydana gelen avcılardır. Bunların minimum daldıkları su 40 metredir; maksimum 80-90 giderler… Mancornalar üç tekne ile çıkarlar denize. Bunlardan birisi, dalgıçların daldığı teknedir ki buna ‘Aktarma Teknesi’ denir; hava makineleri ve dalış eşyaları bulunur. İkincisi, kumanya ve süngerlerin falan bulunduğu ‘Depozito Teknesi’dir. Üçüncüsü ise yaşlı süngercilerinden birisi olan ‘Taşari Teknesi’dir ki bu tekne, üzerinde bulunan, ‘gangavi’ dediğimiz demiri çekerek taş arar. Denizin dibini tırnakları ile tarayan bir alettir. Onun gösterdiği noktaya dalar dalgıçlar. Bu ekip, 15-20 kişiden oluşur.

Mancornalar çok zayiat vermişlerdir. Bodrum denizciliği, bu insanlara çok şey borçludur; ama biz hafızası çok zayıf bir milletiz ve unutuyoruz. Ben her zaman söylerim: Bugün onların anısına, Bodrum’un en değerli yerine, muhteşem bir müze kurulmalı, bir anıt dikilmelidir. Geçmişimize borcumuzu ödemiş oluruz böylece ve inşallah ileride olur.

Sünger, içeride tüketimi olmayan, 100’de 100 ihracata giden bir mal. İhracatın gelişmemiş, fabrikaların yok, cumhuriyet kurulmuş, adamlar kelle koltukta dalmışlar denizin altına; denizin altındaki değerleri çıkarmışlar, ülke ekonomisine karınca kararınca harç koymuşlar. Bu yüce insanları her zaman saygıyla selamlarım. Ben bugün sünger avcısı olarak kalmışsam bugüne kadar ve tam 42 yıldır bir fiil çalışıyorsam, dalıyorsam, bu ülkeye katma değer üretiyorum. Denize ne kadar çok şey borçlu olduğumu şimdi çok daha iyi anlıyorum. 15 yaşından beri çalışıyorum. Yediğimden fazla üretip, katkıda bulunmuşum; bunun huzurunu da dilerim herkes tatsın. En önemli şey, akşam yattığında ne üretip tükettiğini kontrol etmektir. Yedi tüketip, beş üretmişsen başkalarının hakkına tecavüz ediyorsun demektir. Bugün ülkenin sorunu üretim değil mi? Çünkü fazla tüketiyoruz, üretmiyoruz. Üretmeden tüketen insan bu ülkenin sorunudur.

Deniz, güzel bir okuldur anlayana. İnsan sevgisini, sevmeyi öğretir. Sevginin olduğu yerde her şey güzel olur. Ekonomiyi de deniz öğretir. Bir lokma ekmeğin değerini, deniz üzerinde aç kaldığınızda öyle anlarsınız ki ekonomiyi öğretmek budur işte. Biz bunları yaşadık. Biz yüzümüzü bile tatlı suyla yıkamazdık suyumuz bitmesin diye. Doğanın sonsuz enerjisini kendi lehine kullanma zanaatını verir deniz. Beynini ve enerjisini buna harcar denizci. Doğanın gücüyle mücadele etmeye, barışık olmaya harcıyor denizci tüm enerjisini ve bu da adamı, adam gibi adam yapıyor. Üç tarafı denizle çevrili, mücevher gibi bir ülkede yaşıyoruz. Ama bu özelliğimizi lafta bırakmayıp da bu üç tarafı deniz olan ülkenin ekonomisine denizi bir katma değer olarak çevirebilmeyi becerebilseydik eğer, şu an bir numaralı ülke hâline gelebilirdik. Eğer denizci nitelikli bir toplum olsaydı benim güzel ülkem, 50 yıl ileride olurdu kanaatimce. Japonya gibi ülkeler bunu yaptı. Büyük önderimiz Atatürk, muhasır medeniyetler seviyesini gösterdi. Bu hedefe doğru giden yol, denizlerden geçen kestirme bir yoldur. Buna inanıyor ve söylüyorum. Yer etsin istiyorum genç insanların kafasında. Antalya kadar sahili olan Portekiz, denizciliğiyle, dünyanın tarihini değiştirmiştir. Bugün Bodrum’da, sünger avcılığı, süngercilik yasak… Süngerleri korumaktı amaç ama koruyalım derken bir çarkı durdurdular. Bu bir kültürdü Bodrum’da; önemli bir değerdi. 1986 yılında, süngerlerde bir bakteri üredi ve Akdeniz ile Ege’de süngerler öldü; ama çözümü başka şekilde yapılabilirdi ve en azından 5-10 tekne yaşatılabilirdi. Bu bizim kaybımızdır. Bodrum’dan başlayan Akdeniz kıyılarına Karamanya denir ve Karamanya süngeri tüm dünyada bir numaradır.  Dünya küçük bir köy; şimdi gidin siz Kalymnos’a, şurada burnumuzun ucunda, 15 mil önümüzde bu çark durmadı; devam ediyorlar ve dünyanın bütün sünger pazarları onların elinde. Bizse yasaklayıp kısadan kestik işi. Sünger avcılığı da öldü böylece. Onlar denizi kullanıyorlar işte; biz ise karşıdan seyredilecek su birikintisi olarak görüyoruz maalesef.

Denizleri kullandığımız gün çok şey değişecek. Deniz, kafasına vura vura adam eder insanı. Dalmak, var olan tüm duygularını terbiye edebilme sanatıdır. Ayağını suya soktuğun, başının suya girdiği an, kendinden başka kimseden korkma. Kendini disipline ettiğin sürece, denizden ekmek de yersin deniz de seni sever. Nimetlerin en güzelini verir dilinden anlayana; havaların en güzelini verir, mis gibi ciğerlerine çekersin; bir de efsanedeki denizkızları erkek olsaydı, karaya ayak basmazdım…

‘Denizkızı girmiş düşünceme
Ben iflah olmam
Dalyanları birbirine katmak orkinosların harcı
Dolanınca ağa çok geçmeden küserim
Bir çocuk bile çeker sandala beni
Bu kadar ağır olmasam
Beni böyle koşturan yaşama sevinci
Kanal boyunca bir o yana bir bu yana’*


Süngere çıktığımızda, hava oldukça sıcak olurdu. Tüm mancornaların dalış saati bellidir. Dalışımızı yapar, sünger varsa temizler, işleri bitirip çıplak yatardık güneşe karşı. Kavrulurduk cayır cayır ve o an ‘Ah bir dalsam da 30-40 metre aşağıdaki o serin suya insem’ diye geçirirdik içimizden. Sonra sıra gelir dalardık ve o soğuk suda beş dakika sonra titremeye başlardık; ‘Ah bir çıksak da o güneşin altında yatsak’ diye düşünürdük bu defa. Bunları o kadar özledim ki…



‘Mancornalar Destanı

Karamanya’nın ve Ege’nin mavi derinliklerinde

Sarı yosunların altında sarı altına dönüşen

Siyah incileriz biz

Sünger gözeneklerinde hayat bulan hücreleriz biz

Kızgın güneşin altında

Bir yudum su gibi sevgi dolu yürekleriz biz

Koylarında kumsallarında kaya üstlerinde nice mezarlar bıraktık biz

….. …..


Biz mancornalarız

Mavi derinliklere yüreklerini gömmüş büyük ustalardan süzülerek gelir bilgimiz

Yüreklerimizin derinliklerinde taht kurmuş sizleri yaşatmaktayız biz

Esti yine meltem rüzgârları

Doldu yelkenlerimiz

Adımız mancornadır

Mavi deryaların altında ve üstünde kelebekler gibi uçarız biz’**”


Denizle, sevgiyle, emekle, coşkuyla dolu bir hayatın öyküsüydü dinlediğimiz. Hem onun hem de tüm sünger avcılarının Bodrum’a ve Türkiye’ye harcadıkları emeğin karşısında saygıyla eğiliyoruz.


KARADAN YARIMADA TURU


Bodrum Yarımadası turumuza Bodrum merkezden Torba’ya doğru hareket ederek başlıyoruz. Çam ormanının sahile kadar sokulduğunu bildiğimiz, duyduğumuz bu koy, merkezden sadece 6 km. uzakta. Kısa zamanda Torba’ya ulaşmamıza rağmen, koyun etrafını çepeçevre kuşatmış olan otel ve evlerden denizi görmek için epey çaba harcamak gerekiyor. Tüm bu sahil şeridi boyunca süre gelen yapılaşmaya rağmen, kumsaldan geriye dönüp baktığınızda, ormanların “her şeye rağmen” diyerek varlığını sürdürdüğünü fark edeceksiniz. Yarımada’nın kuzeyinde yer alması sayesinde de nemli rüzgârlar yeşilin varlığını sürdürmesinde yardımcı etken olmuş. Dalgasız deniz sevenler için de vazgeçilmez koylardan birisi durumunda.



Torba’nın ardından Bodrum’un en yeşil koyuna, Göltürkbükü’ne varıyoruz. Burası merkeze doğru ilerlerken, sağlı sollu mandalina bahçeleri ile karşılıyor gelenleri. Düzenli ve aralıklı yapılaşması, insanın soluk alıp vermesine, huzur bulmasına imkân tanıyor. Tertemiz sokaklarından kumsala doğru yürüdüğümüzde, kumsalın bir tarafında demirlemiş tekneler, diğer tarafında ise bomboş şezlonglar, şemsiyeler çıkıyor karşımıza. Sabahın erken saatleri olması nedeniyle bu boş görüntüyü yakaladığımızı düşünmemizin yanı sıra, bu saatlerde denize girmenin keyfini en iyi bilen yabancı turistlerin de olmaması dikkatimizden kaçmıyor. Bu yıl ülkemizin turizm sektöründe yaşamakta olduğu sıkıntının bir göstergesi gibi sahiller…

Göltürkbükü’nün hemen ardından, son yılların gözde mekânlarından olan Türkbükü’ne doğru yol alıyoruz. Şezlong fiyatlarından, eğlence merkezlerindeki dudak uçuklatan fiyatlara kadar pek çok haberle gündeme gelen Türkbükü’nün sabah saatlerinde Göltürkbükü’nden ne kadar da farksız olduğunu düşünüyoruz. Sadece mekân sahipleri ve çalışanları, ortamların yeni güne hazırlığını yapmak üzere ayaktalar. O pek pahalı minderler ve şemsiyeler ise yine bomboş. Merkezdeki düzenli ve temiz sokaklar, merkezden yukarılara doğru çıktıkça bozulmaya başlıyor. Artan talebin karşılanması amacıyla yapılan inşaatlar yaz aylarında da devam ediyor belli ki. Virane yolların geçtiği eşsiz villar ise sessizce sahiplerinin uyanmasını bekliyor. Etrafa parça parça yayılmış, daha doğrusu kalmış olan sarnıç ve kaya mezarları ise yeterince gezen var mıdır bilinmez…

Türkbükü’nün ardından, Yarımada turumuza Gündoğan’la devam ediyoruz. Bodrum merkezden 25 km. uzakta yer alan Gündoğan, daha çok yazlıkçıların tercih ettiği, Bodrum’un geneline göre oldukça sakin ve huzurlu yerlerden birisi. Tarihi köyü ile bütünleşmiş olan turistik merkezi eşsiz bir güzellik barındırıyor. Tertemiz denizi, pırıl pırıl kumsalı ve balıkçılarıyla apayrı bir koy Gündoğan. Yazlıkçıların rağbet ettiği bir yer olması sebebiyle, henüz turistik anlamda fazla bir kıpırdanma başlamamış. Balıkçılar ise işlerine her zaman olduğu gibi erkenden başlamışlar. Sahil boyunda yer alan Su Ürünleri Kooperatifi önünde, bir yandan ağ tamir eden diğer yandan sohbet eden balıkçıların sohbetlerine konuk oluyoruz. Onlar gülen gözleri ve yüzleri ile sıkıntılarından bahsettikçe; “Deniz, insanı nasıl da olgun, nasıl da sakin yapıyor…” diye düşünmeden edemiyorum. Onların anlattıkları problemleri biz denizden mahrum olan insanlar seslendirirken nasıl da haşinleşiyoruz, sinirli oluyoruz; onlarsa her şeye rağmen gülümsemekten vazgeçmiyorlar. “Yarı tok, yarı aç yaşıyoruz.” diyorlar; “Gırgırların kontrolsüz balık avlaması yüzünden ekmek kapımız gün geçtikçe kapanıyor.” diyorlar… “Ağlanacak hâllerine mi gülüyorlar?” dersiniz; “Denizin olgunlaştırdığı insanlar” mı dersiniz; yoksa seslerine kulak verir elinizden gelen bir şey varsa onlara yardım mı edersiniz bilinmez; ama onlar denizin sevdiği, denizi seven, ondan ders alan, ondan öğrendikleriyle yaşayan insanlar. Denizler de tüm kirletmelerimize, tüm adam sendeciliğimize rağmen hâlâ sevgiyle açmıyor mu koynunu bizlere…

Balıkçılara “selametle” deyip, Yalıkavak’a doğru yol alıyoruz bu defa. Bodrum’un unutulmaz simgeleri olan; ancak her ne kadar unutulmaz olsa da umursanmaz olduğunu da yanına gidip üzerlerinde yazan yazılar, kazımalar ve viranelikleri ile şahit olduğumuz yel değirmenlerinin Yalıkavak’ta bakımlı ve korunmuş olanlarına rastlayınca içimiz rahatlıyor. Yalıkavak Belediyesi, liman kıyısına yaptığı son derece güzel ve temiz parkın içinde yer alan yel değirmenini aslına uygun olarak restore ettirmiş. 1859 yılında yapılan bu yel değirmeni, 12’lik sayı sistemi ve 6o’lik açılar kullanılarak düzenlenmiş. Palmiye ağaçları, kafeler ve oturmak için sandalyelerden, banklara ve minderlere kadar her şey yemyeşil bir düzenleme içerisinde gerçekleştirilmiş. Parkın yürüyüş yolu bitiminde başlayan ve liman etrafına dizilmiş olan restoranlar da misafirlerine leziz yemekler dışında, eşsiz bir manzara sunuyor. Yalıkavak Belediyesi’nin ve sivil toplum kuruluşlarının merkez etrafında asılmış olan afişleri, sanata verilen değerin göstergesi olarak ilgi çekiyor.

Yalıkavak’ın ardından gelen Gümüşlük’te günü batırmayı istediğimizden, Turgutreis’e geçiyoruz. Turgutreis, yarımadanın Bodrum merkezden sonra en büyük yerleşim yeri olduğunu her hâliyle ortaya koyuyor. Geniş yolları, büyük marketleri, otelleri ve en önemlisi de marinasıyla Turgutreis, ikinci Bodrum olma yolunda. Marina, kapladığı alan içerisinde; denize nazır kafeler, restoranlar, mağazalar ve sineması ile Turgutreis’e gelenlerin uğrak yeri hâline gelmiş. Marina turunun ardından merkeze doğru ilerlediğimizde, çarşıda yer alan dükkânların birine girip birinden çıkıyoruz. Gerçekten oldukça özgün işler, takılar, halılar, hediyelik eşyalar birbiri ardına sıralanmış. Yorucu alışveriş turunun ardından, gerek sokak aralarında yer alan, gerekse kumsalın arkasına sıralanmış bulunan restoranların birine misafir olup, yöreye özgü yemeklerden tatma fırsatına da sahipsiniz. Kumsalda oturup da denize doğru baktığınızda, karşınızda irili ufaklı birçok ada göreceksiniz. Bunlardan en ilgi çekeni de hemen burnumuzun dibi olarak nitelendirilen Kos (İstanköy).  

Turgutreis’in hemen yakınında yer alan ve özellikle rüzgâr sörfü meraklıları tarafından ziyaret edilen Akyarlar’a geçiyoruz. Akyarlar Koyu, Akyarlar Burnu ile Koca Burun arasında yer alıyor. Dilim dilim beyaz kayalıklardan oluşan Akyarlar Burnu, eşsiz bir görsel şölen sunarken; balıkçı barınağı, restoranları ve kumsalı ile Akyarlar, kendine özgü bir yerleşim yeri olarak varlığını sürdürüyor.

Turgutreis’e oldukça yakın bir başka yerleşim yeri ise Yahşi. Burası, Ortakent ve Müsgebi gibi isimlerle de anılıyor. Denizinin, diğer koylara göre daha soğuk olduğunu duyar duymaz, serin ve mavi bayraklı sularına atıyoruz kendimizi. Bunca turun ardından hakkımızdır diyerek kulaçlıyoruz suları. Köy hayatının hâlâ devam etmekte olduğu Ortakent Yahşi’de evler oldukça düzenli ve bahçelerinin renk oyunları ise göz alıcı. Sahilde yer alan koruma altındaki iki katlı Rum evleri ise tüm hayatımızı geçirmek isteyeceğimiz türden bir manzaraya dönük yapılmış.

İşte artık Gümüşlük’e gitme vakti… Güneş batmadan az evvel vardığımız Gümüşlük, balıkçı köyü dokusunu kaybetmemiş, şirin ve küçük hâliyle çekici olmayı başaran ender yerlerden. Kıyı boyunca dizilmiş olan restoranlarda hem gün batımını izleme hem de en taze balıkları yeme fırsatı sunuluyor. Gümüşlük, Myndos Antik Kenti’nin üzerine kurulmuştur. Myndos, kısmen suların altında kalmış ama Tavşan Adası’na geçmek üzere deniz içinde yaptığınız yolculuk boyunca, bu kentin kalıntılarını izleme olanağına da sahipsiniz. Gümüşlük, günün her vakti güzel olmasının dışında, tarihi anlamda da pek çok kalıntıya ev sahipliği yapıyor olması sebebiyle de ilgi çekmektedir. Tüm çekiciliğine rağmen balık restoranlarını ardımızda bırakıp, Tavşan Adası’na doğru, diz seviyesini geçmeyen sulardan çıplak ayak yürüyüşe geçiyoruz. Suyun serinliği iyi de küçük taşların ayaklarımızı kesmesine daha fazla dayanamayarak ayakkabılarımızı giyip öyle devam ediyoruz yürüyüşe. Adanın tepesine çıktığımızda, pek çok sevgilinin, arkadaş gurubunun sohbet edip, romantik anlar yaşadığını görüyoruz. Gümüşlük’e bu tepeden bakmak çok daha farklı, çok daha etkileyici. Günün batımı ile birlikte üzerine düşen kızıl güzellik içindeki Gümüşlük, canlılığından bir şey yitirmeksizin güne devam ediyor.

Gün batımının ardından Gümbet’e giriyoruz. Gümbet, otellerin yoğunluğu sebebiyle sokak aralarından merkeze kadar adım başı bir eğlence mekânının yer aldığı bölge hâline gelmiş. Özellikle yabancı turistlerin tercih ettiği ve eğlence anlayışı da onlara göre düzenlenmiş olan bu mekânlarda, akşamın erken saatleri olmasına rağmen yükselmekte olan müzik sesi ve alkollü turistlerin çılgın tavırları neticesinde nerede olduğumuzu şaşırıyor, yolumuzu kaybediyoruz. Yolların iç içe geçmiş olması sebebiyle, sürekli dolanıp duruyor, aynı noktada buluyoruz kendimizi. Uzun kumsalına vardığımızda, artık geceye hazırlanan tüm ziyaretçilerin buraları sessizliğine terk ettiğini görüyoruz. Su sporları için de ideal olan Gümbet, kalabalık yapısı ile huzurdan çok eğlence arayanlar için vazgeçilmez yerler arasında.

Gümbet’in ardından, kaldığımız otelin de bulunduğu Bardakçı koyuna geçiyoruz. Myndos Kapısı’nın dimdik ama yitik hâlinden esinlenerek dik durmaya, yorgunluğumuzu belli etmemeye çalışıyoruz. Akşam yemeğinin ardından, yoğun geçen günün yorgunluğunu atmak üzere dinlenirken Ay doğuyor; hem de Dolunay. Tertemiz suyu ve sakin sahiliyle çekici bir yer olan Bardakçı Koyu’nda, denizden doğan Ay’ı izlemek son derece dinlendirici ve keyifli oluyor.

Yarımada turuna bir de mavi tur eklemek istiyor gönlümüz; ama “Hepsini de bir defada tüketmeyelim.” diyerek bir başka sefere erteliyoruz Mavi Turu.



Bodrum, sessizce ama hızla değişmekteyken, gündüz gözüyle bakalım istedik ona… Halikarnas Balıkçısı’nın ekip de büyütmeye çalıştığı ağaçları seçemedik belki, birçok sokak arasında varlığını sürdürmek için savaş veren tarihi kalıntılardan da bahsedemedik ama ülkemizin eşsiz kıyılarının tüm olan bitene rağmen hâlâ nasıl da direndiğini, nasıl da güzel olduğunu anlatmaya çalıştık dilimiz döndüğünce. Bir an evvel kıyılarımızın, denizlerimizin, topraklarımızın değerinin sözde değil gerçekten bilindiğini hissedebildiğimiz; turizmin, var olan değerleri yok etmek değil, korumak ve sunmak olduğunu anlayabilen, bunun için çabalayan insanlar hâline geldiğimizi görmek olduğunu anlatmak istedik. O zaman belki bizler de Halikarnas Balıkçısı’nın gözleriyle bakabilir ve onun şiirsel dili ile yazabiliriz Bodrum’un güzelliklerini…


---------------------------------------------------------------------------

*Halim Şefik Güzelson’un “Balık Ağzı” isimli şiirinden alıntıdır.

 ** Mancorna Mehmet Baş’ın “Mancornalar Destanı” isimli şiirinden alıntıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder