Antalya Kaleiçi |
Bahar ve Akdeniz… Büyük bir aşkın her yıl yeniden
alevlenmesi gibidir tüm olan; doğa, coşar ama yormaz sıcağıyla; deniz, her
zamanki gibi albenilidir ama serinletir bu defa gireni; ışık, dans etmeye
başlar, en güzel fotoğraflar için hazırlar sevgiliyi… Bahar, bir büyü gibi
seriliverir Akdeniz’in üzerine ve çağırır yolcuyu kendine…
Baharda âşık olmak, sadece bir sevgiliye, karşı cinse
hissedilen duyguların coşması değildir kanaatimce. “Ben her bahar âşık olurum, rüzgâr
olur, yağmur olurum…” dizelerinde bile apaçık değil midir aşkın ne hallere
büründüğü? Ben her bahar yeniden ve yeniden âşık olurum; bir insana, bir
çocuğa, bir çiçeğe, bir ağaca ya da çimene, toprak kokusuna, güneşe, dallardan
sarkan tomurcuklara, meyvelere… Ben her bahar daha çok severim sevdiğim tüm
güzellikleri. Her bahar, yeniden doğuş, yeniden güzelleşmektir gözümde.
İnsan sevdiğine kavuşmak ister; sarıp sarmalamak, onunla
bütünleşmek ister. Bahar Akdeniz’i büyüsüyle, güzelliğiyle çepeçevre
kuşatmışken, turizm cenneti Antalya’da buluştuk sevgiliyle. O bize yol
gösterdi, biz onun aşkıyla aştık yolları. Kaprisleriyle boğuşmak da vardı aşkın
doğasında, doğanın baharında; bir güneş yaktı tenlerimizi, bir yağmur ıslattı
üzerimizi… Hepsini sevdik, hepsine açtık kollarımızı, “En çok baharı seviyorum”
nidalarıyla…
Antalya, öyle birkaç günde gezilip de bitirilecek, beş on
sayfaya sığdırılacak bir kent değil elbette. Amacımız, doğanın coştuğu bahar
günlerinden bir Antalya panoraması sunabilmek aslında; bir içinden, bir
doğusundan, bir batısından derken, şöyle bir kısa tura çıkarmak derdimiz
sizleri…
Hani coşar dedik ya doğa, içine alır kenti dedik ya; yine de
bunu en net, en ayan beyan görebileceğimiz yer neresi diye düşündüğümüzde;
kentin, betonun dışına atar buluyoruz kendimizi. Tabelalar sararıyor, bir o
yana bir bu yana o kadar çok sarı tabela var ki, aradığımız tabelayı zor
seçiyoruz aralarında: “Kurşunlu Şelalesi: 24”…
Derin nefesler alıyoruz; sanki başkalarından kaçırır gibi
içimize dolduruyoruz tüm oksijeni. Yürüyüş yolunun az ilerisinde, Kurşunlu
Şelalesi, ziyaretçilerine şarkılar söylüyor sanki. Çam ormanının arasından
geçerken, dinlenme yerlerini, irili ufaklı şelaleleri, yürüyüş patikalarını
gözlüyoruz. Tam anlamıyla şehrin dibinde, bir dinlence merkezi haline
getirilmiş Kurşunlu Şelalesi’nin çevresi. Şelaleye vardığımızda, büyük bir
coşkuyla akan suların altına doğru uzanıyoruz. Arkasına geçip de şelalenin
coşkusuna katılıyor, üzerimizin ıslanmasına aldırmadan ânı yaşıyoruz. Yeşile,
maviye, bahara bir de bu noktadan bakıyoruz…
Kurşunlu Şelalesi’ne gidin, mutlaka gidin; önce oksijeni
çekin içinize bizler gibi, sonra balık olun, nilüfer olun, gölcüklerin içine
dalın; ardından bitkilere özenin, dal olun, çiçek olun; çocuk olun, ağaçlara
tırmanın… Çıkarken tüm dertlerinizden, endişelerinizden, sıkıntılarınızdan
arındığınızı hissedin.
Kurşunlu Şelalesi çıkışı, direksiyonumuz yönetiyor bizi ve
Düden Şelalesi’ne doğru gidiyoruz bu defa. “Doyamadık suyun dinlendirişine,
dinginleştirişine, bizleri yıkayıp arındırmasına…” diyoruz ve bu defa da yine
aynı yeşillik, aynı sakinlik, aynı koku ile karşılaşıyoruz. Yolculuk üzerine
öyle iyi gidiyor ki, bir anda dinlenmiş buluyoruz kendimizi; onca kilometreyi
gerimizde bırakan bizler değilmişiz gibi geliyor. Şelaleye daha yaklaşamadan,
üst seyir terasından bakakalıyoruz… Aşağı yürüyüş yolu üzerindeki insanlar
ufacık kalıyorlar şelalenin büyüklüğünün yanında. Doğanın haykıran ağzı, hem
âşık ediyor kendine, hem ürpertiyor, korkutuyor insanı.
Düden Şelalesi |
‘Düden’, su yutan, su çeken delik manasına gelmekteymiş ki
Düden Şelalesi de bu anlamı hakkıyla taşıyan bir şelale. Dar yürüyüş parkurunun
keyfini çıkarıp da şelalenin yanına vardığımızda, rüzgârın etkisiyle uçuşan
damlalarda serinletiyoruz yüzümüzü. Kendine yaklaşanı kutsarcasına ıslatıyor
Düden… Bu şelalenin bir diğer keyifli yanı ise hemen şelalenin solunda, gezmeye
müsait bir mağaranın yer alması. Bu mağara içinde yer alan seyir noktalarındaki
banklarda oturup, hayallere dalabilirsiniz.
Düden Şelalesi’ni arkamızda bırakmış, üzerimizde bıraktığı
etkileri yanımızda götürürken, Köprülü Kanyon’a doğru yol alıyoruz bu defa.
Köprülü Kanyon’a varmadan, otoban üzerinden döner dönmez, eşsiz bir yol keyfi
de bizlere eşlik etmeye başlıyor. Yolun kıvrılarak, çam ormanı içerisinden
yükseldiği noktada araçlarımızdan inip, Köprü Çayı’nın pek de azgın denemeyecek
suları arasında rafting yapmakta olan turistleri seyrediyor ve diğer yandan
görüntülemeye uğraşıyoruz. Yolumuz üzerinde, birbirinin ardı sıra dizilmiş
alabalık restoranları, rafting kiralama merkezleri mevcut. Bu restoranlarda,
taptaze alabalıklarınızı, yöreye özgü pişirme şekilleriyle yeme fırsatınız da
var. Mesela, ben sizlere asma yaprağına sarılmış alabalık yemenizi tavsiye
edebilirim. Ufak bir yemek molasının ardından, durmaksızın ilerliyor ve doğa
harikası diyebileceğimiz Köprülü Kanyon’un girişinde, Antik Döneme tarihlenen
Oluk Köprü üzerinde izliyoruz Köprü Çayı’nı. Kafamız karışıyor, inanılmaz bir
gücün böylesine gizlenişine akıl sır erdiremiyoruz. Sesleniyoruz Köprü Çayı’na:
“Sen değil misin bu koca dağları delen; sen değil misin kendine bu yolları
açan? Şimdi nasıl gizlersin gücünü, nasıl böylesine alçakgönüllü durursun
yarattığın eserin etrafında gezinip dururken?”. O, önemsemiyor bizim
sözlerimizi; aldırış etmeksizin akışına devam ediyor; böbürlenmiyor, burnu da
büyümüyor. O, doğanın sanatçılarından biri; belki de örnek olmaya çalışıyor
“sanatçılara”; bırakın, diyor, siz değil eseriniz konuşsun…
Taş köprü üzerinden izlediğimiz manzaranın biraz da diğer
yakasını görmek, biraz zorlamak kendimizi, dağlara taşlara vurmak, zor ama
güzel olana erişmek istiyoruz. Geldiğimiz yoldan geri dönüp, arka yollara
sapıyoruz; ilerlememizin mümkün olamayacağı noktaya geldiğimizde ise arabamızı
park ederek yürüyüşe geçiyoruz. O noktaya kadar gelmemiz de tesadüfen olmuyor
elbette. Keşif meraklısı doğasever sporcuların bıraktıkları işaretleri takip
ederek ilerliyoruz. En sonunda iri kayaların, dik yokuşların üzerinde buluyoruz
kendimizi. Karşı tarafta, kanyonun görece daha kolay olan yürüyüş parkurunda
gezen insanları görünce, kanyonun büyüklüğü daha da gösterişli hâle geliyor
sanki…
Köprülü Kanyon’a oldukça yakın olan Selge Antik Kenti’ne
doğru devam ediyoruz. Yol boyunca yükselmemizin de etkisiyle, yanımızda gitgide
derinleşen vadiler ve kaya oluşumları, görsel bir doygunluk sağlıyor; öylesine
devam edip gidemiyoruz. Durup mola veriyor, bu kayaların muhteşem derinliğine
takılıp gidiyoruz bir süre. Bu kayalara halk, “Adam Kayaları” ya da “Şeytan
Kayaları” diyormuş. Kayaların ardından gelen servi ormanları ile devam ederken
yolumuza, Selge’nin de böylesine muhteşem bir doğa içerisinden, etkileyici bir
şekilde çıkıvermesini beklerken şok oluyoruz. MÖ 5. yy.’da kurulmuş olan Selge,
o dönemlerde 20.000 kişilik nüfusuyla görkemli bir kent devleti iken; bugün,
yoksul bir köyün etrafını sarmasıyla ve hemen hemen bütün antik yerleşimi yok
etmesiyle, yardım çığlıkları atar hâle gelmiş. İşin trajikomik bir yanı da var:
Antik kentten geriye kalan tek yapı olan amfi tiyatroya yaklaşabilmek üzere
ilerlerken, önünüze bir görevli çıkıp Bakanlık adına para isteyebiliyor ve
gerçekten de Bakanlık adına bilet veriyor. Büyük bir hayal kırıklığı yaşamak,
yüreğinizin yandığını hissetmek, orada yaşayan insanlara hem kızmak, hem de
sınırsızca üzülmek için para ödüyorsunuz. Ödenen bu paraların nereye
kullanıldığı ise meçhul; belli ki Selge’ye kullanılmıyor. Fakirlik yüzünden,
gelen giden herkesi yolda durduran ve bir şeyler satmaya çalışan köylü
kadınlar, bir yandan tüm vicdanınızı harekete geçirirken, diğer yandan “Gelen
turistler halkımız hakkında ne düşünecek?” diye düşündürüyor bizleri. Çok uzun
kalmadan, hemen geri dönmek istiyoruz anlayacağınız. Bunca gezdiğimiz yerler
içinde, bizi en büyük hayal kırıklığına uğratan yerin, turizm merkezinin
başkenti Antalya’nın dibinde olması da ayrıca düşündürücü bir tablo çıkartıyor
ortaya.
Mutsuzluğumuzu bir nebze olsun dindirebilmek amacıyla, bu
defa Pege’ye doğru çeviriyoruz pusulamızı. Ancak gözden kaçırdığımız bir
ayrıntı ama önemli bir ayrıntı, Perge’yi yaşayamadan, gezemeden, sindiremeden
dönmemize yol açıyor: Saat… Gerçekten, bunca gezinin üzerine zamanı
unuttuğumuzu, giriş saatlerini çoktan geçtiğimizi fark etmediğimizden, anca
ucundan girip bakıyor; “Bir dahaki sefere inşallah…” diyerek, kös kös dönmek
zorunda kalıyoruz.
Antalya merkezine döner dönmez, gündüz gözüyle tekrar
ziyaret edeceğimiz, tarihi kent merkezi Kaleiçi’ni gezmeye başlıyoruz. Henüz
sezonun tam olarak başlamamış olmasına rağmen, ışıl ışıl olan sokaklar, geçip
giden turistlere pek çok farklı fırsat sunuyor. Kimi sokaklar rengârenk tezgâhlarla
süslenmişken, kimi sokaklar bar ve restoranları ile öne çıkıyor. Işıl ışıl
Antik Yat Limanı çevresinde gezinirken, yol üstüne çıkan merdivenlerle yukarı
doğru çıkıyor, çıktıkça limanın kuş bakışı etkileyici görüntüsü ile sarhoş
oluyoruz. Gözümüze çarpan en sıkıntılı detay ise Antalya’nın simgelerinden
birisi durumunda olan Yivli Minare’nin ışıklandırmasının kapatılmış olması ve
karanlığa gömülmesi. Bunun elektrik tasarrufu amacıyla yapıldığını öğrendiysek
de konuştuğumuz herkes, bu kararın kendilerince neden hatalı olduğundan
bahsediyor. Yivli Minare’nin daha önce ışıl ışılken geceye nasıl damga vuruğunu
bildiğim için, onlara katılmamam mümkün olmuyor. Adını, 37 metre boyundaki kırmızı
tuğla ile örülmüş minaresindeki sekiz yivden alıyor Yivli Minare. Ertesi gün,
günün ilk ışıkları ile sessiz sokaklarında gezmeye devam ediyoruz Kaleiçi’nin.
Gecenin yorgunluğu henüz atılmamış; uyanamamış kaldırımlar, pencereler,
merdivenler; miskin miskin yatıyor köpekler güneşin altında ve deniz usul usul
dalga sesiyle uyutuyor hepsini… Çocuklarsa, enerjilerini erkenden
toparlamışlar, atmışlar kendilerini sokaklara, parklara, heykellerin üstüne,
denizin kıyısına. Onlar yönetiyor sokakları bu saatlerde. Gezimiz boyunca bu
yüzden eşlik ediyorlar bize; poz veriyor, geçtiğimiz her yeri bir de kendi
bildikleriyle anlatıyorlar. Kaleiçi’nin dar sokaklarındaki tarihi ama restore
edilmiş evler, sessizliklerine rağmen güzelliklerini haykırıyorlar gezimiz
boyunca. Sokakları gezdikçe, uzun süren tarihi boyunca bu sokakların ne çok
kültüre ev sahipliği yaptığını, bunun devamı olarak da kültürlerin bugüne kalan
işaretleri, tarihi binaları ile büyük bir barış ortamı yarattığını
sezebilirsiniz. Bir sokakta minareler, diğer sokakta kiliseler, bir yanda
Mevlevihane diğer yanda Aziz Pavlus Kültür Merkezi… Bu barış ve kültür
birlikteliği ortamı, temizliği ve güler yüzlü insanları ile bağlayıverir
sizleri. Kaleiçi gezisinin sonunda, Hadrian dönemine ait, yani MS 100’lü
yıllarda yapılmış olan ve hâlâ dimdik duran Hadrianus Kapısı’nın altından
geçiyoruz, tarihin sayfaları rüzgâra takılmış uçuşurken…
Kaleiçi’nin ardından, yine şehir merkezinden uzaklara
düşüyor yolumuz. İlk önce Phaselis’e gitmek için arşınlıyoruz yolları. Phaselis…
Şaşırtıyor, büyülüyor, içine çekiveriyor ziyaretçilerini. Attığınız her adım o
döneme, dokunduğunuz her taş o dönemin insanlarının emeğine, duyduğunuz her
koku o zamanların toplum yaşamına götürüyor sizi. Yaşıyor Phaselis; yıllara
rağmen, doğaya rağmen, gelip geçen insanlara rağmen… Selge’den sonra derin bir
oh çekiyoruz burada. Doğanın coşkusunu, deniz kıyısı bu liman kentinde doyasıya
yaşamanın tadını çıkarıyoruz. Kentin üç tarafının denize açılması sayesinde,
gezimiz süresince deniz kokusu ile sarmalanıyoruz. Şimdilerde yüzleri
gülümseten bir satılış hikâyesi var bu yarımadanın. Rodoslu kolonistlerin MÖ 7.
yy’da yarımadaya ulaşmalarının ardından, karşılaştıkları bir çobana, yarımadayı
beğendiklerini söylemeleri ve buraya yerleşmek için kendisine “Arpa ekmeği mi,
yoksa kuru balık mı?” istediğinin sorulması ve çobanın kuru balığı tercih
etmesi ile yerleşmeleri, gerçekten bugünün şartlarında çok da anlaşılır
gelmiyor insana. Plajı, piknik alanı ve tarihi dokusuyla, bambaşka bir dinlence
ve gezi mekânı olan Phaselis, günübirlik gezi teknelerinin de uğrak
noktalarından birisi durumunda.
Dalgalara, denize verip sırtımızı istemeden, yeniden yollara
düşüyoruz. Bu defa Termessos Antik Kenti var programımızda. Termessos Antik
Kenti’nin girişi, daha kente varmaya kilometreler varken beliriveriyor. Antik
Kent olmasının dışında, milli park olması nedeniyle de oldukça geniş bir
araziyi içinde barındırıyor. Girişten itibaren ilgi çeken ve zaman gerektiren
detaylar, birer birer göz kırpmaya başlıyorlar bize. Piknik alanı olarak
hazırlanmış yerleri es geçip, hemen giriş kapısının sağına kurulmuş müzeye
doğru atıyoruz adımlarımızı. Müzede gördüklerimiz, Antik Kent’te
göreceklerimizin ipuçları olarak karşımızda duruyor. Antik Kent’in siyah beyaz
fotoğraflarından, yapılan ilk kazılar sonucu elde edilen sikke ve amforalara
kadar pek çok değerli hazineyi saklıyor müze. Orayı gezerken içimiz kıpır kıpır
oluyor; hissediyoruz bizi büyük bir zenginliğin beklediğini. Daha fazla
oyalanmadan 8,5 km .’lik
yokuş yukarı, bol virajlı, ağaçlar ve uçurumlarla kaplı yolumuza düşüyoruz.
Ören yerine vardığımızda, park yerine arabamızı bırakıyor, bizleri karşılayan
görevli ile genel bilgiler ve kenti gezme güzergâhları hakkında sohbet
ediyoruz. Bu sohbetimiz esnasında, Antik Kent’in sadece ön kazısının
yapıldığını, henüz daha detaylı bir kazı yapılması için girişim olmadığını
öğreniyoruz. Gerçekten böyle bir kazı için oldukça büyük bütçe isteyen bir kent
olduğunu anlamamız uzun sürmüyor. Hangi yöne gideceğini şaşırmış, annesini ve yolunu
kaybetmiş ördekler gibi dağılıveriyoruz etrafa; her birimiz ayrı bir ucunda
bulsak da kendimizi, toparlanıp hep birlikte hareket etmeye karar veriyoruz.
Yoksa bir daha buluşmanın pek mümkün olamayacağını anlıyoruz, cep telefonları
bile çekmediği için. Kente doğru çıkmadan önce, Kuzeydoğu Mezarlığı olarak
geçen mezarlıkların bulunduğu alana doğru gidiyoruz düzayak olduğundan.
Bulunduğumuz meydandan, mezarlıkların bulunduğu alana geçerken Hansel ile
Gratel masalı geliveriyor aklıma. Sanki kaybolacağız hissi, yanımızda da bir
şey yok ki yollara atıverelim iz olsun derdi… İnanılmaz bir doğa, muhteşem bir
yeşil sarıveriyor etrafımızı ve bir anda çıkıyor mezarlar karşımıza. Mezarlar,
ama öyle bildiğiniz gibi değil, dev mezarlar bunlar; hem de bir değil, iki
değil, üç değil, onlarcası karşımızda duruyor. Onlar duruyor, biz de duruyoruz…
Şaşırmamak, hayranlık duymamak, her birine dokunmadan geçmek mümkün değil.
Böylesine bir yoğunluk yaşamadığımı hissediyorum daha önce. Gerçekten pek çok
Antik Kent gezmiş olmama rağmen, doğanın sarmaş dolaş olduğu ve doğa kadar
etkileyici kalıntıların, her şeye rağmen üzerinizde sarsıcı bir etki
yaratabildiği başka bir yer görmediğimi fark ediyorum. Her adımımızda bir
şaşkınlık nidası yükseliyor bizlerden. Belli ki pek çok deprem görmüş, doğal
yıkıma uğramış bu bölge; ama büyük kayaların üzerinde, iki metre ene, iki metre
yüksekliğe sahip taştan mezarları gördükçe, “Yok,” diyor insan “bunları insanoğlu
yapmış olamaz!”… Hani diyorum ya, doğa sarmaş dolaş olmuş kentle diye; öylesine
değil, gerçekten mezarların bazılarının içinden ağaç bile çıkıyor, içinde
yatanın üretkenliğini simgelercesine. Mezar taşları üzerindeki kabartmaların
her biri, uzun uzun önünde duraklamalara yol açıyor; oradan Antik Kent’e doğru
yürümeye başladığımızda daha nelerle karşılaşacağımızı bilmediğimizden. Sonunda
kendimize gelip, Şehir Kapısı’na doğru yürüyüşe geçiyoruz. Bizim için bu
yürüyüşün oldukça eziyetli olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Termessos Milli
Parkı’na varmamızdan hemen önce yağan sağanak yağmur, tüm patikayı çamura
çevirmişti ve bu sayede, attığımız her adımda ayaklarımızın ağırlığı biraz daha
artmaktaydı. Anlayacağınız üzere, Şehir Kapısı’na, yani kentin giriş kapısına
giden yol, patika bir yol; ama aynı zamanda oldukça da yokuş.
Termessos Antik Kenti |
Termessos, Beydağları’nın uzantısı olan Güllük Dağı’nın iki
tepesi arasına kurulmuş. Böylesine yüksek bir noktada yer alıyor olmasından
kaynaklanıyor olsa gerek ki, tarih sayfalarında uzunca bir dönem gizli kalmayı
becerdiği gibi, Türkiye’nin en iyi korunmuş antik kenti unvanını da almayı
başarmış. Dolayısıyla, kentin ne zaman kurulduğuna dair bir bilgi henüz
edinilememiş; ama tarih sayfalarına girişi, MÖ 334 yılında, Büyük İskender’in
bölgeyi keşfedip geçmesi ile gerçekleşiyor. Büyük İskender’in, kent halkının
cesaretinden dolayı, kente ve yaşayanlarına dokunmadığı, bölgeyi halkına
bırakıp Anadolu’ya doğru ilerlediği de söylenenler arasında. Gezdikçe
gördüklerimiz, gördükçe ağzımızı bir karış açtıran kalıntılar; halkın ne derece
çalışkan, azimli, üretken ve güçlü kuvvetli, sanatçı ruhlu olduğunun kanıtları
oluyor. Bastığımız her taşa eğilip, üzerindeki çamurları elimizdeki peçete
yığınları ile silip baktığımızda, bir kakmayla, bir el işçiliği ile
karşılaşıyor olmamız, hayranlığımızın dozajını git gide yükseltiyor. Tarih
sayfalarında yazmasa da, bugüne kadar yeterli arkeolojik çalışma yapılmamış
olsa da, kentin geneline baktığımda kafamda oluşan izlenim, en büyük
imparatorlukların, krallıkların bile buraya saldırmaktan çekindikleri yönünde
oluyor. Koskoca Roma İmparatorluğu Senatosu’nun bile “Roma halkının arkadaşları
ve dostları, kendi kanunlarının doğru uygulayıcısı halk” şeklinde
nitelendirilen bir halk için başka bir düşünce oluşmuyor aklımda.
En tepeye vardığımızda, uçurumun kenarına inşa edilmiş
tiyatrosu ile karşılaşıyoruz kentin. 4200 kişilik olduğu söylenen bu tiyatro,
uçurum manzarasıyla, yeryüzünde bilinen en ilginç arka planı olan tiyatro
olarak geçiyor. Gerçekten de tiyatronun tepesinde otururken hissettiklerimiz;
bırakın sergilenen oyunu, manzarayı izlemek için bile saatlerce
kalınabileceğini düşündürüyor bizlere.
Dönüş yolunu ise farklı bir güzergâhtan sürdürüyoruz. Batı
kısmında yer alan sarp kayaların bulunduğu ve zorlu bir parkur olan bu yoldan
gitmeye karar verdiğimize, başlarda hayıflansak da sonunda “İyi ki buradan
gelmişiz” diyoruz. Bu yol üzerinde bulunan kaya mezarlarının ihtişamı ve
doğanın güzelliği, gezimizin yorgunluğunu alıp götürüyor. Tam üç buçuk saat
süren, yani böylesine geniş bir alana yayılmış olan Termessos Antik Kenti’nde;
Hadrian Tapınağı’ndan Kral Yolu’na, Gymnasium’dan Termessos Evlerine, Agora
Pazar Yeri’nden Odeon’a, Artemis Tapınağı’ndan Zeus Solymeus Tapınağı’na kadar
onlarca değerli tarihi kalıntıyı doyasıya yaşayıp ayrılıyoruz huzur içinde.
Tüm bu yol hikâyelerini kısacık bir zaman dilimine sığdırmış
olmamıza rağmen, Antalya’dan buruk ayrılıyoruz, “Daha ne de çok yer var
görmediğimiz” diyerek. Antalya bitmez; gezilecek, gidecek bu kadar yer varken
de zaman, her daim bir problem olarak karşımıza çıkmaya devam edecek. Baharın
taçlandırdığı, gelin gibi süslediği, tüm yaratıcılığını sergilediği kıyı
şeridinin bu güzel kentine siz siz olun sadece denize girmek için gitmeyin;
doğanın keyfini sürerken, tarihin peşine düşün. O zaman yolculuğunuzun,
gittiğiniz yol kadar olmadığını fark edeceksiniz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder